18 Ekim 2007 Perşembe

FİKRİN NE İSE ZİKRİN ODUR

Biliyor musunuz ‘ dinimiz ’ nüfus kağıdımızda yazan değildir. Dinimiz ; ömrümüzün her 24 saatlik yaşantısında bütün eylemlerimizi , düşüncelerimizi ,duygularımızı düzenleyen / yön veren bir güçtür.Hani derler ya ‘fikrin ne ise zikrin de odur’ işte fikrin, zikrin ve eylemin bir araya gelmesi insanın neye iman ettiğini gösterir.
Hayatın anlamı ve insanın yaratılmışlar içerisinde yüklendiği bir imtiyaz olan ‘iman’ bir ağaca benzetilecek olursa : bu ağacın kökü kalpte,gövdesi akılda ,dalları organlardadır. Bu ağacın meyveleri ise amellerdedir.Bu ağacın kökü,gövdesi,dalları veya meyvesi inkar edilecek olursa ,yanlış veya eksik tanımlanırsa doğru iman edilmiş olmaz.
Müşrikler de Allah ‘a inanıyorlar. Allah’a inandıkları halde öldükten sonra dirilmeye inanmama çağımızdaki Hristiyan ve Yahudi toplumlarında da ileri safhadadır. Bu konuda batıda yapılmış bir kamuoyu araştırmasında Allah ‘a inananların küçümsenmeyecek bir kısmının ahirete inanmadıkları görülmüştür. Avrupa kapsamında yapılan bu ankete göre kesin olarak Allah’a inanan her yüz kişiden sadece 64’ü ahirete inanmaktadır. İlginç olan Hz.İsa’nın yeniden dirileceğine inanan Avrupalı Hristiyanların yüzde yirmi beşinden fazlası ahiretin varlığından şüphe etmektedir. İbadetlerini yerine getiren dindar hristiyanların %33’ü öldükten sonra yaşama konusunda tereddütlüdürler.Bu konuda yapılmış araştırmalar için “ Ölümle İlgili Tutumlar ve Dini Davranış- H.Hökelekli, İslami Araştırmalar,Cilt 5 Sayı:2 “ ye bakabilirler.
Allah’a inanıp ahirete inanmamanın yanında , O’nun peygamberlerine-kitaplarına -meleklere ve kadere de
inanılmadığını veya yamuk inanıldığını görmemiz ne kadar üzüntü vericidir. Tabi İslam dinini onun dostlarından değil de düşmanlarından öğrenince sonucu da böyle olmaktadır.
Allah’ın varlığını inkar eden bütün dünya görüşleri ve ideolojiler O’nun yerine uyduruk bir tanrı koyarlar. Bundan dolayı mutlak bir inkar söz konusu olmaz. Kur’an bu yüzden hep şirki muhatap alır. Allah’sız bir dünyayı kimler istemez diye araştıracak olursak Allah’ın koyduğu kanunlara,emir ve yasaklara yani O’nun “nizamına” bakmamız gerekir.
Allah her türlü zulmü, kula kulluğu,zinayı,içkiyi,kumarı,fuhuşu,hayasızlığı,hırsızlığı,sefahati,heva ve hevesi tanrı edinmeyi,cehaleti,adaletsizliği,kibri,hasedi,kötü zannı,dedikoduyu,ırkçılığı yani asabiyeti,laf taşımayı yasaklıyor ve sevmiyor. Adaleti,iyiliği,sabrı,ilmi,çalışmayı,fazileti,infakı,zekatı,namazı,orucu,haccı,düşkünlere vermeyi,zayıfları gözetmeyi,yetime iyi davranmayı,dilenciyi azarlamamayı,yoksulu doyurmayı,ahde vefa göstermeyi,emanete sadakati,boş konuşmamayı,ana-babaya ihsan etmeyi,kadınlara iyi davranmayı,insanları sabırla dinleyip sözün güzel olanını tercih etmeyi ve daha bir çok iyi şeyleri emrediyor ve tavsiye ediyor. Emirlerine uyanları ödüllendireceğini,karşı gelenleri ise cezalandıracağını söylüyor.
İşte yukarıda sorduğumuz Allah’sız bir dünyayı kimler istemez sorusunun cevabını şimdi verebiliriz.”Zalimler-namussuzlar,ahlaksızlar,soyguncular, yani suçlular.” Çünkü bütün suçlular muhakeme edilmeyi,adaleti,yargılanmayı istemezler ve sevmezler. Onlar satın alabilecekleri,rüşvet verebilecekleri,haltlarını örtbas edebilecekleri,karanlıkta yapılanları görmeyen,kılıfına uydurulmuş hırsızlığı görmeyen / fark etmeyen veya cezalandırmayan,kendilerinden güçsüz,dünya işlerine karışmayan,kanun koymayan,siyaseti olmayan yani ‘iktidarsız’ ,ikiyüzlülük ve sahtekarlıklarına karışmayan bir tanrı isterler.Bunları isteyenler çağdaş şirkin çağımıza uyarlanmış yöntemleridir.
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla” başlamak besmeledir. Müminler her eylemlerinin başına besmeleyi yerleştirirler. Besmele insanın Allah’lı iş yapmasıdır. Allah’ı işine karıştırmasıdır. Allahsızlığı reddidir. Besmelesiz işler ise şeytana layıktır.
Günümüzde ; kadın,başörtüsü,asabiyet(ulusalcılık),insan hakları ve siyasetten tutun da yeme-içmeye kadar bütün yaklaşımların farklı değerlendirilmeleri işte bu farklı çıkış noktalarından kaynaklanmaktadır. Değerlendirmelerimizi besmeleli mi yapacağız yoksa besmelesiz mi? Yani duygularımızın-düşüncelerimizin ve eylemlerimizin başına “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla” yı mı yerleştireceğiz yoksa laik-dünyevi düşünceleri-ideolojileri ve felsefeleri mi ?
Herkes tercihini kendisi yapacak.
Farklı merkezli çıkışlar tabi ki farklı değerlendirmeler yapacaklardır. Buna şaşırmak kuşun öttüğüne,güneşin ısıttığına,çiçeğin güzel koktuğuna şaşırmak gibidir. Peki Müslümanlar besmeleli düşüncelerini söylememeli mi? Tabi ki söyleyeceklerdir. ‘İyiliği emretmek-kötülüğü engellemek ‘ farzdır yani bütün Müslümanların görevidir. Müslümanların unutmaması gereken zihin putlarının / taşlarının da zor kırıldığıdır. Hatta bu zihin taşlarının böbrek taşlarından daha zor kırıldığını bilmeleri gerektiğidir. Hidayetin Allah’tan olduğunu bilip onlar için dua etmeliyiz.
Muhterem Mustafa İslamoğlu kadın konusunda şöyle diyor:
“İndirgemeci modern çağ, kesintisiz ve biteviye akan coşkun bir nehre benzeyen insan hayatını, hem enine ("çocukluk-gençlik" gibi), hem de boyuna ("kadın-erkek" gibi) böldü. önce, hayatı parçalara ayırarakkategorize etti, sonra bu "parça"ları "bütün"den bağımsız ele alarak 'mutlaklaştırdı'. Dahası, 'bütün'den ayırdığı her 'parça'nın bütün içerisindeki anlamlı yerini inkar ederek, ona yepyeni ve bütünden bağımsız bir 'rol' yükledi. İşte, cinayet burda başladı. Oysa ki, parçalanan hakikat, hakikat olmaktan çıkardı. Hiçbir noktasındakesintiye tahammülü olmayan hayat ırmağını, enine ya da boyuna parçalayıp, bu bütünden, mesela "gençliği" ya da "kadını" çekip çıkardığınızda, aslında mazi ve istikbaliyle ya da kadın ve erkeğiyle anlamlı olan insan hayatının, anlamına kastediyordunuz. Böyle bir mantık, hayatı, kendi bütünselliği (vahdet) içerisinde nasıl kavrasın? İşte bu indirgemeci mantık, hayatı bir "uyuşma" alanı olmaktan çıkarıp bir "çatışma" alanına dönüştürmüştü. Modern zamanların "kuşak çatışması" veya "feminizm" adı verilen hastalıkları, aslında bu mantığın doğal bir sonucu değil miydi? "İnsan", varlıklar içerisinde özgün ve seçkin bir kategoridir. Peki, "insan" olmakla yetinmeyip, kişinin seçiminde kendi dahli bulunmayan "kadın"lığını ya da "erkek"liğini öne çıkarması, hangi psiko-patolojik yaklaşımın ürünüdür? "İnsan hakları"ndan söz edilen bir yerde, ayrıca bir de "kadın hakları"ndan söz ediliyorsa, orada kadına "Kandıralı" muamelesi yapılıyor demektir: "Bölük dur! Kandıralı, sen de dur!" Geleneğin kadına biçtiği rol, elbette tartışılmalı. Fakat, "geleneksel kadın" imajını, "İslam'ın ideal kadın modeli" gibi takdim etmenin tutar dalının olmadığı da bilinmeli. Hz. Ömer'in oğlu Abdullah şu mealde bir şey söylüyor: "Hz. Peygamber hayattayken, kadınlara sesimizi çıkaramazdık, çünkü aleyhimize olurdu. Ne zaman Hz. Peygamber vefat etti, o zaman kadınlara istediğimiz gibi davrandık." Bu itiraf, geleneksel kadın imajının, bir parça, İslam'ın ideal modeline rağmen oluştuğunu açıklamıyor mu? İslam'ın öngördüğü kadın modeliyle geleneksel kadın modelini yan yana koyduğumuzda, birincisinin ikincisinden hayli farklı ve önde olduğu su götürmez. Ya, geleneksel kadınla, modern kadını karşılaştırdığımızda, aynı şeyi söyleyebilir miyiz? Bence, kesinlikle hayır.
Modernite, tüm iddiasına rağmen, kadın varoluşuna "insani" anlamda hiçbir şey, evet hiçbir şey eklememiştir; aksine kadını insanlığından ederek "metalaştırmış", onu kelimenin tam anlamıyla "istismar" etmiş, ruhunu öldürdüğü kadının bedenini her anlamda "tepe tepe" kullanmıştır ve kullanmaya da devam etmektedir. Geçmiş çağlarda, erkeğin gölgesi altında ikincil bir "özne" olarak yaşayıp giden kadını, modern çağ "teşhirlikbir nesne" haline getirdi; bunun "ilerleme" olduğunu düşünenler, sevinebilirler. Türk modernleşmesi de, bu kadın istismarı ve sömürüsüne, payına düşen katkıyı sağlamıştır. Bugün, Türk modernleşmesinin ürünü olan kadınyazarlar, bunca modernleştirme çabalarının ardından hâlâ "Kadının Adı Yok" diyorlarsa, bu yalnızca bir "eleştiriyi" değil, modernleşmenin Tanzimat'tan bu tarafa kadını getirip bıraktığı -daha doğrusu tükettiğiiçin bırakamadığı- kapının "tesbitini" ifade etmektedir.
İnsanı diğer canlı/hayvanlardan ayıran aklı, diğer canlılar için olağan olan çıplaklığı insan için olağandışı kılmıştır. Çünkü insan, güzeli çirkinden, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, hakkı batıldan ayırabildiğiiçin; ve bunun sonucunda da utanabildiği, inanabildiği, sevebildiği için insandır. İslam'daki tesettür (örtünme) emri, insanı, diğer canlıların tabi olduğu "beşerî doğallık" olan çıplaklıktan, sadece insanın tabi olduğu "insânî doğallık" olan örtünmeye çağırır. Başörtüsü, bu örtünmenin bir parçasıdır. Tesettürün sınırlarını, o bu değil,Müslümanların, yalnızca kendilerini kayıtsız şartsız teslim edince müslüman sayıldıkları "Allah'ın iradesi" belirler.
Biz Müslümanlar, Allah'ın bize emanet ettiğine inandığımız özgürlüğümüzü, Allah'a rağmen kullanmayız. Böyle yapınca, içgüdülerimizin ve ayartıcı özbenliğimizin kölesi haline geleceğimizi bilir/inanırız. Bu durumda, yalnızca Allah'a değil, "emanete", yani kendi kendimize de ihanet etmiş oluruz. İnsanın kendi kendisine ihanetetmesinin en kötü sonucu, kendi kendisine yabancılaşması; ve dolayısıyla hakikate karşı yabancılaşmasıdır. Bu da, kişinin kendisiyle ve her şeyle barışık olmaması neticesini doğurur. Bu netice ise, mutluluğumuzu kendiellerimizle boğduğumuz anlamını taşır. Oysa ki, biz Müslümanlar'ın "iman"dan en büyük beklentisi; öncesiz dünü, kısa günü ve bitimsiz yarınıyla, bütün bir hayatımızın mutluluk tarlasına dönüşmesidir. İştebu nedenle Müslüman kadın, örtüsüne yapılan her saldırıyı özgürlüğüne ve mutluluğuna yapılmış bir saldırı olarak algılıyor. Bu gerçeği göz ardı ederek, tesettür emrini ve müslüman kadını anlamak ne mümkün…
………………………
Modernite, bu anlamda, genelde insana, özelde kadına zulmetmiştir. Nasıl ki, insanın "insaniliğine" kasdederek onu toplum makinasının bir civatası (birey) konumuna indirgemişse, kadının da "kadınlığına" kasdederek onu "cinsel bir obje"ye indirgemiştir. Sacayaklarından birini kadını horlayan erkek merkezli Pavlus Hıristiyanlığı'nın oluşturduğu modernizmin, kendine tabi kadınlara biçtiği rol "teşhirlik bir tüketim nesnesi" rolüdür. "Teşhircilik" ise modern kadının çözmesi gereken en önemli ruhsal problemidir. Kur'an, "kadınlar" anlamına gelen Nisa Suresi'nin ilk ayetinde, kadın konusuna nereden bakmamız gerektiğinin koordinatlarını verir. Buna göre "kadın/ın problemi", "insan/ın probleminden" ayrı değerlendirilemez. Onun için, Kur'an, söz konusu ayette kadınlığın ve erkekliğin köken birliğini dile getirerek "insanlık" ortak paydasına dikkat çeker. Bununla, kadını insandan, dolayısıyla erkekten bağımsız düşünmememizi ihsas eder. Buna göre, "kadın probleminden" söz edilen her yerde, aynı zamanda "erkek probleminden" de söz edilmiş olmaktadır.
Kur'an'daki "…erkek olsun, kadın olsun; siz hepiniz birbirinizdensiniz" (3:195) literal anlamının, aslında "erkek olsun, kadın olsun; siz, hepiniz birbirinize eşitsiniz" demeye geldiği, tereddüde mahal bırakmayacak kadar açık. Buradaki "eşitlik", elbette "fonksiyon" eşitliği değil "insanlık" ve "erdem" eşitliğidir. Yani, bu eşitliği "aynılık", "tıpkılık" anlamına almak, başta kadının kendisine zulümdür. Fonksiyonları gereği erkeklerinkadınları kollamasını öngören Nisa 34. Ayetinde, buna gerekçe olarak "kimini kiminden üstün kılması" gösterilmektedir ki, bu "kadının erkekte bulunmayan kimi özelliklere sahip olması ve erkeğin de kadında bulunmayan kimi özelliklere sahip olması" anlamını taşır. Fonksiyondan kaynaklanan bu farklılığı, Kur'an'ın çiftleri oluşturan her iki cins için de kullandığı "zevc" (eş) sözcüğü çok güzel ifade eder. Bu sözcüğün etimolojisini verirken, kadim dilbilimciler "zevcu'n-na'leyn" (ayakkabının eşi) terkibini kullanırlar. Burada her iki cinsin birbirine göre konumunu bir çift ayakkabının konumundan daha güzel hiçbir şey ifadeedemez. Sol ayakkabıyla sağ ayakkabı birbirine eşittir; fakat sağı sola, solu sağa giyemezsiniz. Bu hem ayağa, hem de ayakkabıya 'zulüm' olur. İşte bunun içindir ki Hz. Peygamber "Kadınlaşan erkeklere" ve "erkekleşenkadınlara" lanet okumuştur. Modernitenin yaptığı, işte bu lanetli iştir: Kadınları erkekleştirmek, erkekleri kadınlaştırmak. Bir şeyin doğasına yönelik her müdahale, mutlaka o şeyin "yabancılaşması"yla sonuçlanır.Aslında insanın en büyük sorunu olan "kendine yabancılaşmayı" modern kadın iki kat yaşamaktadır: hem" insanlığına", hem de "kadınlığına" yabancılaşarak.
………………..

Hiç yorum yok: