20 Ekim 2010 Çarşamba

SDE’den “Değişen Küresel Güç Dengeleri ve Türkiye” konferansı


Stratejik Düşünce Enstitüsü (SDE) tarafından, İstanbul Dolmabahçe Sarayı’nda düzenlenen “Değişen Küresel Güç Dengeleri ve Türkiye” konulu konferans gerçekleştirildi. Çok sayıda katılımcının olduğu iki gün süren toplantı altı oturum olarak gerçekleşti.

“Türkiye’nin Değişen Dünya Vizyonu” konulu ilk oturumda şu sorulara cevap arandı: Küresel sistemdeki tarihsel değişimlerin ışığında, bugünkü dünya sisteminde dönüşümü sağlayacak yapısal ekonomi-politik şartlar ne derecede oluşmuştur? Tarihsel perspektiften incelendiğinde, geleceğin dünyasının “nasıl” şekilleneceğini öngörebilir miyiz? Dünyanın askeri-politik merkezi başka bir noktaya mı kayacaktır, yoksa çoğullaşacak mıdır? Muhtemel jeopolitik senaryolara göre, Türkiye’nin dünyadaki konumu ne olacaktır? Bölgesel bir güç, küresel bir bağımsız aktör veya kendi ekseninde yeni bir ağırlık merkezi (kutup) olma senaryolarının gerçekleşme şartları ve şansı nedir?

İlk oturumun açılış konuşmasını SDE Başkanı Prof. Dr. Yasin Aktay gerçekleştirdi. Aktay konuşmasında, güç dengelerinin değişimi, İslam fobisi, din savaşları, küreselleşme konularına değindi. “Hedefimiz Afro-Avrasya’nın merkezinde bulunan bölgesel ve küresel barışı sağlamak doğrultusunda Türkiye’nin etkili hale gelmesi ve elindeki tüm imkanları bu doğrultuda kullanmasıdır.”dedi.

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu telekonferans sistemiyle yaptığı konuşmada,”Küresel ölçekli siyasi ve politik dengelerin, bölgesel aktörlerin pozisyonlarının değiştiğini, Bölgesel krizleri yönetemeyen bir küresel düzenin, küresel alanda birçok açmazla karşı karşıya kalması son derece doğal. Şimdi bizim karşımızda, Birleşmiş Milletler (BM) başta olmak üzere küresel siyasal düzeni yeniden tanımlama ihtiyacı var. Modern dönemde büyük savaşlar sonrasında yapılan düzenlemelerin, yeni düzen arayışlarının, sağlam bir zemin üzerine oturamadığını ifade eden Davutoğlu, sözlerini şöyle sürdürdü: Bunun ortaya çıkardığı birçok belirsizlik ortamı söz konusu oldu. Bunu üç ana başlık altında ele alabiliriz. Birincisi, küresel siyasal düzen ve küresel siyasal düzenlemelerde yapılması gerekenler, ikincisi, küresel ekonomik düzen, üçüncüsü, küresel kültürel düzen. Küresel siyasal düzende, yeni, şeffaf, katılımcı ve bütün küresel ve bölgesel aktörlerin ciddi roller üstlendiği yeni bir düzene ihtiyaç var. Küresel ekonomik düzende yine katılımcı, küresel anlamda kuzey-güney geriliminin yumuşatılarak, gelişen ve gelişmekte olan ekonomiler arasındaki uçurumun daraltıldığı daha adil, paylaşımcı bir ekonomik düzene ihtiyaç var. Küresel kültürel düzende ise iç içe etkileşim içinde olan ve artık sadece coğrafi hatlar üzerinde değil, büyük şehirlerin tümünde bir arada yaşayan, değişik dini ve etnik kimliklerin bir arada yaşamasını sağlayacak yeni bir anlayışa ihtiyaç var. Bu üç açıdan bakıldığında Türkiye, son derece önemli bir konumda bulunuyor. Son iki yıl içinde BM Güvenlik Konseyi`ndeki performansına bakıldığında, Türkiye`nin hemen hemen tüm siyasal konularla ilgili çok ciddi roller üstlendiğini söyleyebiliriz. Türkiye’nin, Kafkaslar, Balkanlar, Ortadoğu, Orta Asya`da yeni bir vizyon geliştirdiğine işaret eden Davutoğlu, Türkiye`nin yakın komşularıyla geliştirdiği sıfır problem ilişkisi doğrudan üst düzey siyasi diyaloglarla sağlanıyor” diye konuştu.
İlk toplantının moderatörlüğünü SDE Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Beril Dedeoğlu gerçekleştirdi. Müzakereciler ise Princeton Üniversitesi, Uluslararası Hukuk Bölümü’nden Prof. Dr. Richard Falk ve Bahçeşehir Üniversitesi’nden Dr. Şahin Alpay oldu.

“Türkiye’nin Değişen Dünya Vizyonu” konulu ikinci oturumda ise şu sorulara cevap arandı: Küresel sistemdeki tarihsel değişimlerin ışığında, bugünkü dünya sisteminde dönüşümü sağlayacak yapısal ekonomi-politik şartlar ne derecede oluşmuştur? Tarihsel perspektiften incelendiğinde, geleceğin dünyasının “nasıl” şekilleneceğini öngörebilir miyiz? Dünyanın askeri-politik merkezi başka bir noktaya mı kayacaktır, yoksa çoğullaşacak mıdır? Muhtemel jeopolitik senaryolara göre, Türkiye’nin dünyadaki konumu ne olacaktır? Bölgesel bir güç, küresel bir bağımsız aktör veya kendi ekseninde yeni bir ağırlık merkezi (kutup) olma senaryolarının gerçekleşme şartları ve şansı nedir? İkinci oturumun konuşmacısı Wisconsin Üniversitesi Tarih Bölümü’nden Prof. Dr. Kemal Karpat oldu. Karpat Türkiye tarihinde önemli, demokratik gelişmemize katkı sağlamış önemli noktalara değindi. Karpat’ın konuşmasının ardından SDE Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Büyükelçi (E) Nüzhet Kandemir oturumun moderatörlüğünü gerçekleştirdi. Bu oturumun müzakerecileri ise USAK Başkanı Büyükelçi (E) Özdem Sanberk, RAND Corporation Avrupa Güvenliği bölümünden Stephen Larrabee oldu.

“AB - Türkiye İlişkilerinde Sorunlar ve Fırsatlar” konulu 3. oturumda şu sorulara cevap arandı: Türkiye-AB ilişkileri nasıl ve hangi vizyonla yeniden daha sağlıklı ve gerçekçi bir perspektife oturtulabilir? Ekonomisi güçlenen, dış politikası çeşitlenen ve kendisine güven duygusu artan bir Türkiye, belirsizliklerle dolu AB sürecine olan bağlılığını ne kadar sürdürebilir? Türkiye-AB ilişkileri yeniden nasıl güçlendirilebilir?
Bu oturumun konuşmacısı Sabancı Üniversitesi, İstanbul Politikalar Merkezi Başdanışmanı Joost Lagendjik oldu. ODTÜ, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Prof. Dr. Ahmet Nuri Yurdusev’in moderatörlüğünü gerçekleştirdiği oturumun müzakerecileri ise Sabancı Üniversitesi, İstanbul Politikalar Merkezi Başkanı Prof. Dr. Fuat Keyman, California Üniversitesi, Hukuk Bölümü’nden Prof. Dr. Hilal Elver, La Trobe Üniversitesi, Diyalog Merkezi’nden Dr. Michalis Michael oldu.

Uluslararası konferansın ikinci gününün ilk oturumunda (4. Oturum) “İKÖ – İslam Dünyası ve Türkiye” ilişkileri tartışıldı. Bu oturumda şu sorulara cevap arandı: . İKÖ yeni uluslararası ilişkilerde bu aktif rolünü daha güçlü bir temsil organı olarak sürdürebilecek midir? Geleceğin dünyasında İKÖ’nün rolü ne olabilir? Medeniyetler ittifakı tezlerinin daha fazla konuşulduğu bir dönemde İKÖ’nün Doğu-Batı yakınlaşmasındaki rolü ne olabilir? Bu çerçevede, İKÖ içinde Türkiye’nin rolü ne olabilir? Günün açılış konuşmasını SDE Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Hasan Köni gerçekleştirdi. “İKÖ – İslam Dünyası ve Türkiye” başlıklı oturumun konuşmacıları Leeds Üniversitesi, Sosyal Siyaset ve Sosyoloji Bölümü’nden Salman Sayyid ve El-Shorouk Gazetesi’nden M. Fahmy Howeidy oldu. Bu oturumun moderatörlüğünü SDE Başkanı Prof. Dr. Yasin Aktay gerçekleştirirken, oturumun müzakerecileri, Suriye Büyükelçiliği Siyasi İşler Müşaviri Dr. Muhammed Velid Rıdvan, El Ahram Siyasi ve Stratejik Çalışmalar Merkezi’nden Dr. Hassan Abou Taleb, TC Vatikan Büyükelçisi Prof. Dr. Kenan Gürsoy ve Arap Birliği’nden Büyükelçi Mohamed El Fatah Naciri oldu.

Uluslararası konferansın beşinci oturumunda “Demokrasi ve Savaş Arasında Küresel Güvenlik Sorunları” değerlendirildi. Bu oturumda genel olarak Türkiye-AB ilişkileri nasıl ve hangi vizyonla yeniden daha sağlıklı ve gerçekçi bir perspektife oturtulabilir, sorusunun cevabı arandı. Oturumun konuşmacıları Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarı Muammer Güler ve Bilkent Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ali Karaosmanoğlu oldu. “Demokrasi ve Savaş Arasında Küresel Güvenlik Sorunları” başlıklı oturumun moderatörlüğünü SDE Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Hasan Köni gerçekleştirirken, İstanbul Bilgi Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Prof. Dr. İlter Turan, ODTÜ, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Prof. Dr. İhsan Dağı ve IMPACT Dijital Ekonomi Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Michaela Ulieru oturumun müzakerecileri oldular.

“Krizlere Rağmen Gelişmeyi Sürdürmek” başlıklı altıncı oturumda ise şu sorulara cevap arandı: Krize yol açan sebep liberal ekonomik sistemin doğasından mı kaynaklanmaktadır, yoksa piyasa aktörlerinin yanlış ve sorumsuz davranışlarının mı bir sonucudur? Eğer sorun sistemde değil de aktörlerde ve kurumlarda ise, bunların yapısı ve davranışı nasıl düzenlenmelidir? Aşırı küreselleşmiş bir ekonomi yönetiminde istikrar sağlayacak politik tercihler nelerdir? Türkiye’nin de içinde yer aldığı yükselen piyasa ekonomileri, istikrarlı bir büyüme ve sürdürülebilir kalkınma politikaları için diğer ülkelere ne kadar örnek oluşturabilir? Yakın ve orta vadede Türkiye ekonomisinin istikrar içinde büyüme ve gelişme potansiyeli nedir? Bu oturumun ilk konuşmasını TC Merkez Bankası Başkan Yardımcısı Doç. Dr. Erdem Başçı gerçekleştirdi. “Krizlere Rağmen Gelişmeyi Sürdürmek” başlıklı oturumun moderatörlüğünü Marmara Üniversitesi, İşletme Bölümünden Prof. Dr. Burak Arzova yaparken, müzakereciler SDE Danışma Kurulu Üyesi Doç. Dr. Yaşar Akgün, Sermaye Piyasası Kurumu (SPK) Başkanı Prof. Dr. Vedat Akgiray, Hak-İş Başkan Danışmanı Dr. Osman Yıldız, Maine Farmington Üniversitesi’nden Prof. Dr. Shahrokh Waleck Dalpour ve TMSF Başkanı Şakir Ercan Gül oldular. Konuşmaların ardından soru cevap kısmı ile “Değişen Küresel Güç Dengeleri Ve Türkiye” başlıklı uluslararası konferans “Sonuç bildirisi “ son buldu.

“İki gün süren konferanstan çok yararlandım; Değişen küresel güç dengelerinde, Türkiye’nin bölgesinde lider ülke olarak yer aldığına yeniden inandım, ufkum genişledi”

30 Ağustos 2010 Pazartesi

UNUTMAYALIM !


12 Eylül’de bir referandum yapılacak. Bu referandumda “Özgürlük ve Demokrasi başlığı altında Anayasadaki 26 maddede değişiklikler yapılacak. Bu maddelerin neleri içerdiği çeşitli yayın organlarıyla; broşür, bildiri, pankart ve afişlerle farklı ortamlarda açıklanıyor.

Bugünkü yazımızda referandumla değiştirilmesini istediğimiz bu maddelerden sadece birini; ‘darbecilerin niye yargılanması gerektiğini’ hatırlamaya çalışacağız. Hatırlamaya çalışacağız diyorum çünkü birçok insanımız o günleri unutmuş görünüyor. Gençler de yakın tarihimizi sağlıklı kaynaklardan yeterince okumamışlar anlaşılan.

Anayasa’nın geçici 15. maddesi; 12 Eylül darbecilerini, onların istediği gibi oluşturduğu Danışma Meclisi üyelerini ve Milli Güvenlik Konseyi’nin işbaşına getirdiği hükümetleri yargılanmaz ve hesap vermez duruma getirmiştir. İşte verilecek “ EVET” oylarıyla bu madde de değişecektir. Çünkü hukukun üstünlüğüne dayalı devletlerde yapanın yanına kâr kalması söz konusu olmamaktadır.

12 Eylül’deki Referandum’da bütün darbecilere ve bundan sonra da teşebbüs edeceklere gereken ders; “EVET” oylarıyla demokratik olarak verilmelidir.

Tarih kendisinden ders almayanlar için tekerrürden ibarettir. Unutanlar Anadolu insanının neler çektiğini yeniden hatırlamak zorundadır. Halkını düşman olarak görenler ve sürekli onlarla savaşarak vesayet rejimini sürdürenler o günlerin artık bittiğini görmelidir 13 Eylül’de.

Halkının her nefes almaya çalıştığında bir darbeye başvuranlar,bu darbenin altyapısını hazırlamak için de halkını kendi organizasyonlarıyla sağcı-solcu,kürt-türk, alevi-sünni gibi parçalara bölerek kavga ettirenler artık bilmeliler ki o devir 12 Eylül’deki referandumda halkın iradesiyle noktalanacaktır.

1960’ta halkın hükümetini darbeyle yıkanlar, Anadolu’nun Başbakan ve Bakan evlatlarını asanlar; 12 Eylül 1980’deki darbenin olgunlaşması için 5 bin 500 kişinin ölmesini sağlayanlar halkı birbirine düşürüp kavga ettirenler, darbe yaptıktan sonra da 50 Anadolu evladını asanlar; 28 Şubat’ta infaz edilen 17.800 faili meçhulün müsebbipleri 12 Eylül 2010’da yapılacak referandumda “EVET” oylarıyla Anadolu insanından gereken cevabı alacaklardır.

Referanduma gitmemek veya olumsuz oy kullanmak sadece darbecileri sevindirecektir. Hepimiz yapacağımız tercihten sorumluyuz. Anadolu insanı, çektiği zulümü unutmamalıdır. Anadolu insanı başları örtülü oldukları için okullarına alınmayan kız çocuklarını; YAŞ kararlarıyla ordudan atılan binlerce evladını; fişlenen milyonlarca insanını, kısacası ‘kendisine, kendi yurdunda kuduz köpek muamelesi yapanları’ unutmayacaktır ve Ergenekoncu artıklarının yanında yer almayacaktır.

Bizi yaratan “Zalimlere meyletmekten bizleri sakındırmıştır; sonra ateşin bize de dokunacağı” uyarısını yapmıştır.

Unutmamalıdır ki, sadece “EVET“ oyu vermekle yetinmekte pasifliktir. Anadolu çocukları bu referandum fırsatını kullanarak bu toprakların en büyük problemi olan vesayetçilere, halkın iradesine ipotek koyanlara gereken tarihi cevabı demokratik yolla, 12 Eylül’de “EVET” oylarıyla sandıkta vermelidir.

Tabi ki bu değişecek maddeler demokratik değişim sürecinde yeterli olmayacaktır. Yeni Anayasa, önümüzdeki yıl yapılacak seçimlerden sonra kurulacak AK Parti hükümetinin çalışmalarıyla tamamlanacaktır. Bu referandumun ardından “Kendi halkıyla barışık; halkının hizmetinde ve halkı için var olan bir devlet; Orta Doğu’da, Orta Asya’da ve bölgesinde lider ve tam bağımsız bir ülke” olma yolunda azimle yürüyemeye devam edilecektir.

14 Ağustos 2010 Cumartesi

12 EYLÜL DEMOKRASİ BAYRAMI OLMALI


12 Eylül 2010'da yapılacak referandumda, bayram havasında sandığa gideceğiz ve "Anayasa Değişikliği Paketi"ni oylayacağız.


Anayasa Değişiklik Paketinin ne getirdiği, neleri kapsadığı, hayatımızı nasıl değiştireceği birçok yayın organında ele alınıyor. Bu günkü yazımda 12 Eylülün Anayasasına giden süreci hatırlatmak istiyorum.
Anadolu insanı, 12 Eylül darbe sonrası Anayasasının nasıl ve hangi şartlarda kabul edildiğini unutmadı. Hani oylamadan önce her türlü propagandasının serbestçe yapılabildiği ama aleyhinde konuşanların bile (uygun bir şekilde) uyarıldığı 12 Eylül Anayasası.


Her gün onlarca genç vatan evladının sağcı-solcu kamplaşmasıyla öldürüldüğü, bazı şehirlerimizdeki insanlarımızın ise Alevi-Sünni düşmanlığı körüklenerek statükonun projeleri doğrultusunda çatıştırıldığı, vuruşturulduğu günleri unutmadı. Tabi bu puslu ortamda gaza-çay şekerine-yemeklik yağa-mutfak tüpüne-bir paket sigaraya karaborsa uygulayarak, halkı soyarak köşe dönenleri ve insanlarımıza varlık içinde yokluk yaşatanları da unutmadı.


"Ülkeyi darbe ortamına hazırlamak için statükonun hazırladığı projeler sonucunda siyasal amaçla öldürülenlerin yıllara göre sayısı şöyleydi:
1974: 5 kişi,
1975: 27 kişi,
1976: 87 kişi,
1977: 265 kişi,
1978: 760 kişi,
1979: 993 kişi,
1980: 1.766 kişidir.
1974-1980 arasında (12 Eylüle kadar)
2.109'u sol,
1.286'sı sağ görüşlü,
268 diğer siyasi görüşlerden,
281 güvenlik görevlisi,
94 çocuk, 135 belirsiz,
toplam 5.388 kişi öldürülmüştü. "


12 Eylül darbesinden sonraki günlerde halkımıza reva görülenleri tekrar hatırlayalım:
* 650 bin kişi gözaltına alındı ve üç ay süren gözaltı süresinde ağır işkence gördü,
* 1 milyon 683 bin kişi fişlendi,
* Açılan 210 bin davada 230 bin kişi sıkıyönetim mahkemelerinde yargılandı,
* 7 bin kişi için idam cezası istendi,
* 517 kişiye idam cezası verildi,
* 124 kişinin idam cezası Askeri Yargıtay tarafından onaylandı,
* Haklarında idam cezası verilen 50 kişi asıldı.Bunların 19'u sol,8'i sağ,23'ü adi suçlu idi,
* İdamları istenen 259 kişinin dosyası meclise gönderildi,
* 71.500 kişi Türk Ceza kanunun 141-142 ve 163. maddelerinden yargılandılar,
* 98.404 kişi örgüt üyesi olmak suçlamasıyla yargılandı,
* 388 bin kişiye pasaport verilmedi,
* 30 bin kişi "sakıncalı" diye işten çıkarıldı,
* 18.525 kamu görevlisi hakkında soruşturma açıldı,
* 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı,
* 30 bin kişi mülteci olarak yurtdışına gitti,
* 366 kişi "kuşkulu bir şekilde" öldü,
* 644 cezaevindeki toplam hükümlü ve tutuklu sayısı:52 bin kişi idi,
* Cezaevlerinde 299 kişi yaşamını yitirdi,
* 171 kişinin "işkenceden öldüğü" belirlendi,
* 144 kişi " kuşkulu bir şekilde" öldü,
* 14 kişi açlık grevinde öldü,
* 16 kişi "kaçarken" vuruldu,
* 95 kişi " çatışmada" öldü,
* 73 kişiye "doğal ölüm raporu" verildi,
* 43 kişinin " intihar ettiği" bildirildi,
* 937 film " sakıncalı" diye yasaklandı,
* 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu,
* 3 bin 854 öğretmen,120 öğretim üyesi, ve 47 hakimin işine son verildi,
* 400 gazeteci için toplam olarak 4 bin yıl hapis cezası istedi,
* Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi,
* 31 gazeteci cezaevine girdi,
* 300 gazeteci saldırıya uğradı,
* 3 gazeteci öldürüldü,
* Gazeteler 300 gün yayın yapamadı,
* 13 büyük gazete için 303 dava açıldı,
* 39 ton gazete ve dergi imha edildi,
* Yüz binlerce yayına el konuldu ve imha edildi.


Yapılacak değişikliklerle12 Eylül darbecilerinin kendilerini korumak için getirdikleri dokunulmazlık zırhı kalkacak ve Cumhuriyet tarihinde ilk defa darbecilerden hesap sormanın yolu açılacak. Mağdur edilen milyonlarca vatandaş hakkını arayabilecek. Bundan sonrada darbe yapmak isteyen cuntacılar bu suçu işlemeyi göze alamayacaklar.


Özgürlüğün, Demokrasinin, Barış ve adaletin, hâkim olduğu yeni bir Türkiye için bir adım atalım, sandığa gidelim ve "EVET" oyu kullanalım.


Demokratikleşmeye ve Demokratik Değişim sürecine destek vermek için, sivil bir anayasal sistemin geliştirilmesine katkıda bulunmak için bir adım atalım, sandığa gidelim ve "EVET " oyu kullanalım.

16 Temmuz 2010 Cuma

FIRSAT BU FIRSATTIR !

İlkokulda bize “ Yurtta Sulh, Cihanda Sulh “ sözünü öğretenler; sonraki sınıflarda şu ihtarı yapıyorlardı: “Üç tarafımız denizlerle, dört tarafımızda düşmanlarla çevrilidir.” Sonraki yıllarda da bu iddiaya “İçimizde iç düşmanlarla doludur.” eki yapılıyordu. Yunanlılar, Bulgarlar, Ruslar, İranlılar, Iraklı/Suriyeli Araplar, Kıbrıslı Rumlar bizim en büyük dış düşmanlarımızdı. İçerde de yine herkes ama herkes düşmandı. Kimler mi? Müslümanlar, Kürtler, Ülkücüler, Solcular, Ermeniler, Rumlar, Çingeneler…

Saçımızda siyah kalmadı ama biz bu ülkede düşmansız ve kavgasız bir gün görmedik, hep insanımız birbirine vurduruldu. Derin mekanizmalar bunu, birilerini yanlarına alıp diğerine saldırtmakla yaptılar. Sonra onu da saf dışı etmenin yolunu buldular tabi. Bu arada, Anadolu insanımız bu bulanık suda bir koloni ülkesi halkının bütün ızdıraplarını yaşadı. On binlerle; öldük, işkence gördük, yargısız infazlarla kaybolduk, zindanlara tıkıldık, yurdumuzu terk edip iltica ettik elin memleketine de memleketimin bir yudum suyuna hasret kaldık, çocuklarımıza kutsal kitabımızın alfabesini öğretmek bile suç oldu, kızımızın örtüsüyle okuma hakkının gasp edildiği gibi…

Ama son dört yıldır bir şeyler değişti. Dokunulmazlara dokunulmaya ve yasal çerçevede hesap sorulmaya başlanıldı. Ergenekon Terör Örgütü davaları halkın kendi üstünde oynanan oyunu görmesine yol açtı. Ayrıca üstünlerin hukuku değil; hukukun üstünlüğü hissedilmeye başlandı. Vatandaşı artık senin için varım diyen devletine güven duymaya başladı. Anadolu insanının toplumsal bilinçlenme seviyesi hızla arttı.

Yasakçı statüko; son haftalarda görüldüğü gibi terör kanadı, siyasi kanadı ve dış destekli kanadıyla bir araya gelip, kan dökerek ve terörü azdırarak “Demokratik Sürecin “ önünü kesmeye çalışsa da, ülkemizin özgürlük ve demokrasi sevdalılarının gayretleriyle bu çabaları boşa çıkacaktır. Ayrıca Ankara artık sadece içerdeki piyonların değil onların efendilerinin de oyunlarını bozabilecek durumdadır.

Hangi partiden, milletten, dinden veya mezhepten olurlarsa olsunlar; insan hakları sevdalıları, demokratlar, barışseverler, yurtseverler, anti-sömürgeciler, bağımsızlık sevdalıları, hak-hukuk bekleyenler, darbe zedeler, imanlarını koruma mücadelesi verip inandığı gibi yaşamak isteyenler, bütün mazlumlar, gerçek STK lar bu fırsatı kaçırmamalıdır. Anayasa değişikliği paketinin ‘artık hesap sorulacağından’ darbeciliğin önünü keseceğini ve kısmen de olsa birçok hukuksal problemin azalacağını anlatmalıdırlar. Gece-gündüz-sıcak-uykusuzluk demeden insanlarımıza ulaşıp 12 Eylüldeki referandumun önemini anlatmalıdırlar.

Hukuk tanımaz statükonun elinden çekmediği kalmamış mazlum halkımızın eline geçen bu demokratik fırsat, 12 Eylül’de yapılacak olan referandumda “EVET” demektir.

12 Temmuz 2010 Pazartesi

SÜREÇ SÜRECEKTİR!


Anadolu insanı artık bu ülkede evlatlarının ölmesini, anaların babaların ağlamasını, ocakların sönmesini istemiyor.
Anadolu insanı artık; "Demokrasi" istiyor. "Milli Birlik" istiyor."Kardeşlik" istiyor." Barış" istiyor.
Hepimizin yakından izlediği "Demokratik Değişim Süreci" bütün halkımız tarafından sevinçle karşılanmaktadır. Ülkesini seven herkes süreci kolaylaştırmak için elinden geleni yapacaktır.
Türkiye'miz bu güce, bu iradeye, bu inanca, bu vizyona sahiptir.
Bundan böyle "üstünlerin hukuku" değil "hukukun üstünlüğü" söz konusu olacaktır. Çünkü, milletin devlet için değil; devletin millet için var olduğu devir başlamıştır. Bu devir "İnsanı yaşat ki devlet yaşasın" devridir.
Bu topraklarda Türklerle, Kürtlerle, Alevilerle ve diğer unsurlarla kavga devri bitmiştir artık. Bu devir hep birlikte var olma devridir.
Artık Anadolu insanı birinci sınıf vatandaştır.
Gençlerimiz düşüncelerini, enerjilerini ve terlerini kavga için değil; istikbalde lider ülke olacak Türkiye için harcayacaktır. Bunun için gereken imana, tarihi birikime ve ferasete sahibiz.
Ülkesini sevdiğini söyleyenler/düşünenler davranış ve söylemlerine daha da dikkat etmeli, süreci engellemeye yönelik provokasyonları doğru tahlil etmelidirler. Kardeşliğimizin önünde önceden beri duranlar, direnenler, statükonun devam etmesini, ölüm ve gözyaşının devam etmesini isteyenlerin bütün hesapları boşa çıkacaktır.
Ülkemiz insanının; başına çöreklenen, 'aynı merkezden' yönlendirilen, sağ-sol, alevi-sünni, laik-anti laik, Kürt-Türk bölücülüğü yaparak on binlerce insanımızın ölmesine, yüz binlerce insanımızın yaralanmasına/sakat kalmasına ve cezaevine girmesine sebep olan, terörden nemalanan bu çetelerden/örgütlerden kurtulacağımıza inanıyoruz.
Ortak akılla çözüm için gayret etmek yerine sivri çıkışlar yapanlar, milli birlik ve kardeşlik kelimelerine bile tahammül edemeyenler, bu projenin bittiğini söyleyenler, süreci küçümseyenler; neye hizmet ettiklerinin farkındalar mı?
Aziz milletimiz, yıllardır akan kardeş kanından kimlerin ekonomik, sosyal ve siyasal olarak beslendiğini yakından bilmektedir. Son Ergenekon davası iddianamelerinde görüldüğü gibi aynı güç merkezi, kardeşi kardeşe düşman etme projeleri uygulamışlardır. Anadolu insanımızın bir ömür beklediği "Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi", bedbahtların karşı çıkmalarına ve türlü engellemelerine rağmen devam edecektir. Sonunda, elimizden alınmak istenen kardeşliğimizin daha da pekiştiği görülecektir.
Halkımız artık birinci sınıf vatandaş olacağı bu olumlu gidişe olan desteklerini büyük bir sevinçle ve bütün ferasetiyle yansıtmaktadır. Bu değişim sürecinin sonuna kadar arkasında olacağını da bu şekilde göstermektedir.
Türkiye'nin yeniden yapılanmasında demokratik anayasaların vazgeçilmezlerinden olan, insan haklarına dayalı, temel hak ve özgürlükleri güvence altına alan, sosyal hukuk devleti ve hukukun üstünlüğünü gerçekleştirmek temel amaç olmalıdır. Referandum bunun için yapılmaktadır. Bu referandumda bunun için "EVET" diyeceğiz.
İçeride devlet-millet yakınlaşması, dışarıda ise yepyeni bir vizyon sahibi olan lider ülke olma adımlarımız birilerini telaşlandırsa da bu yeni süreç başarıyla devam edecektir.
"Biz birlikte Türkiye'yiz!"

12 Şubat 2010 Cuma

HARP OYUNU MU?

Balyoz Planına "Harp Oyunu" diyorlar. Doğrudur. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat gibi, Balyoz Harekâtı da bir harp oyunuydu.
ABD ile çok yakın olduğumuz 1944'lerden beri hep böyle oldu. Savaş oyunlarından/tatbikatlarından her zaman zarar gördük. Onlarla ilk ortak savaş oyunumuzu Kore'de yapmıştık. Tam da ABD'nin istediği gibiydik, onların sömürge hesapları için ölebiliyorduk. Kendimizi oralarda kanıtlayınca ülke dışındaki savaş oyunlarımız NATO'ya bırakıldı artık. Sonra da yine onlar asıl hedefi gösterdiler. Asıl hedef yine 'iç düşman'dı. Zaten evvelinden beri hedef belliydi ya.

İlk yıllarda dindar Müslümanlarla onlara, ticani-nurcu-nakşibendi vs. adları takılarak mücadele edildi. Sonra Türkçülerle, sonra Alevilerle, sonra Kürtlerle, ardından yine dindar Müslümanlarla kavga edildi. Anlayacağınız Anadolu'da yaşayan herkesle mücadele ediliyordu.

Onlara göre yolumuzu her şaşırdığımızda bir savaş oyunu daha oynamak gerekiyordu. 27 Mayıs 1960'daki savaş oyununda kontrollerinden çıkan Adnan Menderes, bakanları ve çok sayıda üst düzey bürokrat arkadaşı asıldılar.12 Mart zaten malumunuz, önce yönlendirdikleri üç genci astılar, sonra diğerlerini. 12 Eylül'deki savaş oyununda sağcı-solcu binlerce vatan evladının gözden çıkarılmasının ardından 51 kişi asılarak idam ediliyordu. 28 Şubat savaş oyununda ise binlerce infaz/faili meçhul. Fadime Şahin'ler, Ali Kalkancılar ve diğerleri 28 Şubat savaş oyununun meşhur figüranlarıydılar hatırlarsanız….

Bu planlardan sadece birine ayrılan zamanı Ergenekoncuların desteklediği pkk ya ayırsalardı işlerini 5 saatte bitirirlerdi. Ne demeli?
………
Ama köprülerin altından çok sular aktı.

Anadolu insanımız; Demokratik Değişim sürecine sonuna kadar, inançla destek veriyor.

Anadolu insanımız; dünyanın dört bir yanında bizi şerefle temsil eden "Ordumuzun bütün fertleri evlatlarımızdır" diyerek onu yürekten kucaklıyor ve sahip çıkıyor. Son yıllardaki olumlu değişimini büyük bir dikkatle ve sevinçle izliyor. Asıl sıkıntının NATO'dan kaynaklandığını biliyor artık. Darbe döneminin artık geçmişte kaldığını ve asıl görev alanı olan yurt savunmasına dönüldüğünü görüyor. Kısa zamanda; dışardan kendisine müdahale edilmeden, yine kendi içinde düzene gireceğine inanıyor.

3 Ocak 2010 Pazar

SİYASET NİÇİN YAPILIR?

Altı aydan beri dostlarım neredeyse aynı soruyu soruyorlar: “-Ne işin var siyasetle/partiyle?” Onlarla paylaştıklarımı sizlerle de paylaşayım istedim.
Muhterem Mustafa İslâmoğlu hocamız sorulduğunda, siyaset üç şey için yapılmıştır:1. Komisyon için. 2. Vizyon için. 3. Misyon için demişti. İçinde yaşadığımız ortamı bu üç maddeye göre analiz edelim.

Siyaset ne yazık ki “birkaç istisnanın dışında” genellikle vizyonu ve misyonu olmayanlarca yapılmıştır. Misyonu ve vizyonu olmayanların siyaseti niçin yaptıkları ise bellidir.

Siyaseti komisyon için yapanların her zaman tek ilahları olmuştur: Menfaat… “Bal tutan parmağını yalar” cümlesi bu tiplerin sürekli zikirleridir, yaşam felsefeleridir. Bunu o hale getirmişlerdir ki bırakın parmaklarını; bileklerine, dirseklerine, omuzlarına kadar, ellerinden gelse boylu boyunca bala batmak isterler. Bunu başarmak için her şeyi kendilerine mubah görürler. Helal-haram diye bir kaygıları zaten olmamıştır, bu yüzden her yere konar ve her ipte oynarlar. Bu tipler kendilerine rakip olabilecek veya dur diyebilecek dava sahibi temiz insanlara sataşacak, iftira/çamur atacak güvercin sıçratmalarını da arada bir yemlerler. Hiçbir değerleri olmadığından sık sık taraf değiştirirler. Bazen mazlum ve gariban maskesiyle, yaptıkları kuru gürültüyle saf kitleleri etkileyebilirler. Ama balonları çabuk söner, maskeleri çabuk düşer. Sinek karakterli olduklarından sürekli tüketirler. İkiyüzlüleri görülmüşlerse de, çoğunluğu iki yüz yüzlüdürler. Gündüz bir yerde, akşam bir başka yerde, gece yarılarında başka yerlerde olurlar. Her yere konduklarından temiz yerlere de mikroplarını taşırlar.Bunlardan bir fayda beklemek boşunadır. Hekimoğlu İsmail’in dediği gibi “Eğri cetvelle doğru çizgi çizilmez.”

Her bakımdan stratejik bir şehirde yaşamamıza rağmen, bu güne kadar çevre illerimize gıpta ile bakmamızın ve ülke siyasetine bir katkıda bulunamamamızın asıl sebebi budur.

Siyaseti “vizyon” olsun diye yapanlar onun ‘havasının’ tiryakisi olmuşlardır. Bunlar sadece vitrinden ibarettirler. Kendilerine ’efendim-vekilim-başkanım-müdürüm’ desinler ve el-pençe dursunlar da ne olursa olsun… Bu tipler bulundukları makama hiçbir değer katmadıkları gibi, bütün değerlerini oturdukları koltuktan, makamdan alırlar. Her şeyleri görüntü ve gösteriştir. Arkalarında sürekli kendilerinden nemalanmak isteyen kalabalıklar bulunur. Makamları ellerinden alındığında ise yüzlerine bakan, selamlarını alan bile olmaz. Bu yüzden siyaseti komisyon için yapanlar gibi siyaseti vizyon için yapanlar da işleri bitiğinde şehri ya terk ederler ya da pek ortalarda görünmezler.

Siyaseti “misyon” için yapanlar ise vizyona ve komisyona bakmayı akıllarından bile geçirmezler. Misyonlarını uygulayamıyorlarsa bir dakika bile beklemeden bulundukları yeri terk ederler. Bala değen parmaklarını, bir oruçlunun titizliğiyle defalarca yıkarlar. Siyasete katkı sağlarlar. Misyonu olanların her zaman bir ideali, bir davaları vardır. Allah’ın kendilerini sürekli gördüğünü ve duyduğunu, şah damarlarından bile daha yakınında olduğunu bilirler, unutmazlar. Hemşerilerinin emanet ettiği görevlerine ihaneti imanlarına ihanet olarak görürler. Siyaseti imanlarından bağımsız olarak algılamazlar. Ülkesindeki Demokratik Değişim süreci kapsamında; yurdunda ve coğrafi bölgesinde “adaleti sağlayan” lider ve örnek ülke olunması için atılan adımları ve reformları heyecanla takip ederler, bu konuda kendilerine verilen görevlerini bir ibadetmiş gibi yaparlar. Bu kutlu çizgiyi oluşturan noktalardan biri olmak en büyük emelleridir. Bu manada şehirlerine hizmeti de ülkelerine ve insanlığa hizmetin bir parçası olarak görürler.

Adalet ve Kalkınma Partisi, ülkemize yararlı olmak için, yeniden bir yapılanma çalışması yürütüyor. Başta Başbakanımız Sayın Recep Tayip Erdoğan; siyaseti, sadece ve sadece “Büyük Türkiye Misyonu” için yapma yolunda çaba sarf ediyor. “Demokratik Açılım” dediğimiz kardeşlik projesinin ana damarı budur.

Bu yolda başarılı olunması için geleneksel, kısır feodal alışkanlıklarımızı bir yana bırakmalı; Demokratik Açılım projelerine hem yardımcı ve katılımcı olmalı hem de dua etmeliyiz.

***