29 Aralık 2015 Salı

TARİH MİLLETLERİN KADERİDİR

Sultan Abdülhamid Hindistan ve Afrika’dan sonra Mezopotamya’yı da sömürmeye gelen İngilizlere karşı direndiği için bir kahramandır. 1909’da İngiliz tezgâhı olan bir darbeyle tahttan indirilen Abdülhamid’in Yıldız Sarayı’nda geçirdiği son güne kadar dünya üzerindeki petrol arazilerinin yüzde yetmişi Devlet-i Aliyye’nin sınırları içindeydi. Yeni Devlet kurulduktan sonra ve Lozan’ın ardından ise dünya üzerindeki mevcut petrol sahalarının yüzde sıfırı.
Musul’un yüz yıl önceki sahipleri; Türkler, Kürtler, Araplar düşünsünler bakalım bugün Musul kimin? Amerikan ve İngiliz petrol şirketlerinin…
Bu gün yine Musul konuşuluyor. Çünkü yeniden paylaşılıyor. Musul’u teslim ederseniz ne Üsküp’ün, ne Kosova’nın, ne İstanbul’un, ne Diyarbakır’ın bağımsızlığını koruyabilirsiniz. Çünkü devletinizi bağımsız ve güçlü kılmak, son iki yüzyılın en güçlü silahı “petrol”ü düşmana teslim ederek gerçekleşmez. Bu gün PKK terörünün, Suriye ve Irak savaşlarının Musul’la ilgili olmadığını kim söyleyebilir? Türkiye’nin gözünü açmasının sürekli engellenmesinin, yaşadığı askeri darbelerin, idam edilen ilk seçilmiş Başbakanımız Menderes, katledilen ilk sivil Cumhurbaşkanımız Özal cinayetlerinin perde arkasında yine Musul vardır.
Nedir Musul’u bu kadar önemli kılan şey? Petroldür. Petrol zenginliktir. Zenginlik silahtır. Silah güçtür. Güç ise bağımsızlıktır.
Birinci Cihan Savaşı’ndan önce veya sonra Devlet-i Aliyye topraklarından ayrılmış veya O’na isyan etmiş hangi millet halinden memnundur? Hiçbiri. Halinden memnun olanlar: İngilizler-Almanlar-Fransızlar. Peki, bu devletler nasıl oldu da uzaklardan gelip bu coğrafyanın maden ve petrol yataklarının işletmesini kendi şirketlerine verdiler, bölgenin bütün halklarını birbirine düşman ettiler, her bir sorunu ayrı ayrı körüklediler.
Bu savaş Hindistan’ı, Amerika’yı ve Afrika’yı sömürgeleştiren devletlerin yani İngilizlerin ve Avrupalıların sonraki yüzyıllarda petrol sebebiyle bizim coğrafyamıza gelmeleri sebebiyle ilgilidir. Aynı devletler önceki iki yüz yıl boyunca Hindistan’da, Afrika’da ve Amerika’da en acımasız bir şekilde zulüm, savaş ve kıyımlarla o topraklardaki zenginlikleri gasp etmişler; direnen yerli halka ve örgütlere kıyımlar uygulamışlar, diline-dinine-sosyal/kültürel yapısına-günlük yaşamına kadar her kimliğini yok etmişlerdir.
Sömürgecilerin talanları-gaspları önce Devlet-i Aliyye’nin uzak çevresinde başlamış sonraki yüz yıllarda sınırlarına kadar gelmiştir. Batı sömürgeciliğinin ilk dönemlerinde, ekonomisi, ordusu ve devlet yapısı ile güçlü olan Devlet-i Aliyye’ye bu yağmacılar yaklaşmaya cesaret edememişlerdir. Batılı sömürgeciler Afrika, Hindistan ve Amerika’da milyonlarca yerli halkı katlederek yağmaladıkları zenginliklerle aşırı bir güç kazanmışlar bu arada devletimiz onların karşısında başta ekonomide geri kalmış, güç kaybetmiştir. Altın ve gümüş için Afrika’ya, afyon ve ipek için Hindistan’a musallat olan sömürgeciler, bizim topraklarımıza petrol için göz dikmişlerdir. Bunu anlayan Sultan Abdülhamid 1888’de Musul ve Bağdat Vilayetlerimizdeki petrol sahalarını Padişahın özel mülkü haline getirmiş böylece sömürgeci hırsızlara kaptırmamak için tedbir almıştı.
11 Temmuz 1912’de İngiliz Hükümeti şöyle bir açıklama yaptı: “ Donanmamızın ihtiyacı olan yakıtın, sürekli ve bağımsız olarak sağlanabilmesi geleceğimiz için hayati bir önem taşımaktadır. “ Bu diplomatik cümleyi şöyle anlamlandırabiliriz: ‘Hindistan’dan, Afrika’dan Londra’ya para taşıyan gemilerle, bu gemilerin güvenliğini sağlayan korsan orduların en çok ihtiyacı olan şey petroldür. Bu hırsızlığa-yağmaya devam etmek için petrolü kontrol etmemiz gerekiyor.’
1900’lü yıllardan itibaren Devlet-i Aliyye’de başlayan hürriyet-özgürlük-liberalizm eksenli yapılanmalar ideolojik değil tamamen siyasi projelerdir. Devlet-i Aliyye’ye karşı oluşturulan bütün muhalif yapılarda, 31 Mart olayında, Meşrutiyetin ilanında, isyan ve suikastlarda, darbelerde işte bu ‘siyasi projeler’ etken olmuştur. Yani, Alman ve İngiliz sömürgeciliği. Devletimizin yıkımı sürecinde kimse petrolden-madenden bahsetmiyordu. Sultan arka planda petrol için devriliyor ama perdenin önünde istibdat-baskı rejimi-irtica-hürriyet-meşrutiyet lafazanlığı yapılıyordu.( 28 Şubat sürecinde devletin hazinesi ve bankaları yağmalanırken kopartılan irtica fırtınalarına-işlenen yargısız infaz cinayetlerine-darbelere ne kadar da benziyor!) Almanlarla İngilizler arasındaki rekabet Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesine kadar devam etti. Ardından Balkan Savaşları bittikten, kurumları İngilizlerin atadığı kişiler yönetmeye başladıktan sonra maden ve petrol politikalarımız değişti. Alman ve İngiliz petrol şirketleri birleşirlerse petrol imtiyazı verileceği bildirildi. Bağdat demiryolu projeleri, petrol sahaları kısacası bölgedeki bütün imtiyazlar sömürgecilere verildi. Artık, bizim olan Mezopotamya petrolleri İngilizler eliyle paylaştırılıyor, demiryolu projelerinde İngilizler ve Almanlar söz sahibi oluyorlardı.
Anlaşmalarına göre, gelecekteki savaşın sonunda devletler mağlup olursa imtiyazlar özel şirketlerde bulunduğundan petrol yine onların elinde kalacaktı. Şayet galip gelirlerse devletimiz yıkıldığında yerine kuracakları küçük devletçikler bu imtiyaza müdahale edemeyeceklerdi.
28 Haziran 1914. İşte bu tarihte Mezopotamya petrol imtiyazları İngiliz ve Alman sömürgecilere verildi. Artık Birinci Cihan Harbi başlatılabilirdi. Gavrilo Princip, Avusturya-Macaristan Veliahtı Franz Ferdinand’ı vurdu. Bu işaret fişeğinden sonra Cihan Savaşı başlatıldı, bu savaş devletimizi / topraklarımızı paylaşma savaşıydı. İşte o yıllarda bölgede yeni bir aktör daha boy göstermeye başladı. Sessiz ve derinden kendini hazırlayan bu güç Amerika idi. Bu süreçte bizim sözde vatansever İttihatçılarımız sadece İngiliz ve Alman yanlısı değildi, Amerika yanlıları da derinden derine çalışmaya başlamışlardı. Artık bölgemizdeki petrolün Alman ve İngiliz şirketleri tarafından yağmasına Amerikan şirketleri de katıldılar.
Birinci Cihan Harbi İngiliz ve Alman petrol tröstlerinin Mezopotamya petrollerine göz dikmesi sebebiyle başlamıştı. Musul bu savaşın en kilit noktasıydı. Devlet-i Aliyye çökerken İngiliz ve Alman petrol şirketlerinin temsilcisi gibi davranan İttihatçılar on yıl sonra 1919-1925 tarihleri arasında Millet Meclisi’nde yine İngiltere’nin çıkarlarını savunuyorlardı. 5 Haziran 1926’da Ankara Anlaşması’yla Musul bizden koparılıp Kraliçe’nin Sömürgeler Bakanlığına bağlandı.
Amerika ise, İngilizler Birinci Cihan Harbi’ni kazanınca; Alman ve Amerikan petrol tröstleri Musul’un tek başına British Petroleum’a (BP) ye kalmaması için direnç oluşturdular. Her iki devlette kendine bağlı kumandan ve aydınları harekete geçirdiler. Plana göre Anadolu, Musul ve Süleymaniye direnecek İngilizler pazarlık masasına çekilecekti. Amerika Başkanı Wilson Türklerin yoğun yaşadığı yerlerin Türklere bağlı kalacağını ilan etti. Wilson Prensipleri denilen bu maddeleri başta Robert Kolej mezunu Halide Edip Hanım Wilson Prensipleri Cemiyeti’ni kurarak uygulamaya hazırladı. Cemiyete Refik Halid, Yunus Nadi gibi isimler de katıldılar. Bu cemiyet 9 maddelik bir muhtıra ile resmen Amerikan Mandası’nı Başkan Wilson’dan talep etti. Amaç Musul ve Süleymaniye’yi sadece British Petroleum’a bırakmamaktı. Mustafa Kemal’in yanı başındaki Halide Edip Lozan-Musul tartışılırken muhalif olur. 1926’da Takrir-i Sükȗn gelince Mustafa Kemal karşıtları ve konuşanlar devlet düşmanı ilan edilmiş, Halide Edip’te Musul’un BP’ye terk edildiği yıl ülkeyi terk etmiştir. Ancak 1939’da Mustafa Kemal’in ölümünden sonra İsmet Bey tarafından davet edilmiş,1942’de CHP roman ödülü “Sinekli Bakkal” romanına verilmiştir.
Türkler, Kürtler, Araplar, Musul’un yüz yıl önce sahibi olanlar; bu gün topraklarımız kimin? Amerikan ve İngiliz petrol şirketlerinin… Dün kavgalarımız, çatışmalarımız ne uğruna- kimin uğruna yapıldıysa bugünde aynı şey için yapılıyor. Yüz yıl önce Türk milliyetçiliği yoktu, Kürt Milliyetçiliği de yoktu,Arap milliyetçiliği de. Bin beş yüz yıl önce İslamcılık da yoktu. Şimdi halklarımız yine Türkçülük – Kürtçülük - İslâmcılık adına kamplaşıyor, kendi devletine saldırıyor, birbirlerini öldürüyor, birbirini dinlemiyor, anlamak bile istemiyor. İnsanlarımız mankurtlaşıyor, belhumadallaşıyorlar. Tabi bu arada Amerikan ve İngiliz şirketleri petrol ve doğal gazımızı yağmalamaya devam ediyorlar. Bu şirketlerin kârını kendi milletinin çıkarından üstün gören ve varlığını da bu kiralanmışlığına borçlu olan onursuz insanlar var. Bunlar kafanızı kaldırıp bir şeyler söylemek istediğinizde, düşüncelerinizi-sesinizi duyurmaya çalıştığınızda, Kraliçe’nin bu misyonerlerine bir şeyler söylemeye direnmeye çalıştığınızda size; “hilafetçi, gerici, yobaz, Atatürk düşmanı, şeriatçı vs. diyorlar.” Yüz yıl önce nasıl kendi gazeteleri, yazarları varsa ve Amerikan petrol şirketlerinin çıkarlarını nasıl “Türkçülük-Turancılık” diye anlattılarsa; İngiliz petrol şirketleri adına “İslamcılık” üretip perde önünde oyun oynadılarsa bu günde aynı senaryoları bize oynatıyorlar, bizi zehirliyorlar, tasfiye etmeye çalışıyorlar.
1944 Haziranından sonra İngilizler ülkemiz üstündeki haklarını artık dünyanın birinci sömürgeci gücü olan ABD’ye devrettiler. Devralan yapı yine Türkleri Kürtlere, Kürtleri Türklere karşı kışkırtmaya, milleti sağcı-solcu-alevi-sünni diye saflara ayırıp birbirine kırdırmaya, hasılı Anadolu’nun kendi enerjisini Lozan’da belirlenen sınırlar içerisinde harcatmaya devam etti.
Turgut Özal’ın “Anavatan’dan önceki bütün partiler İttihat ve Terakki’den doğmuştu” sözü soğuk savaşın bitimine kadar neredeyse yüz yıllık bir süreçte Türkiye’yi kimlerin yönettiğini anlatıyordu. Ayrıca Özal dünyada bir dönemin kapanmaya başladığının haberini veriyordu ve yeni dönemin imkânlarından en çok Türkiye’nin yararlanacağını söylüyordu. Dünyada ve Türkiye’de dengeler değişmeye başlamıştı artık. Bu dönemde İngiliz-Amerikan-Alman petrol şirketleri adına çalışan, onların çıkarlarını her şeyden üstün tutan İttihatçı grupların dışında “gerçekten ve sadece vatanını ve milletini düşünen bir grup asker ve aydın” milli bir yapı ortaya çıkmaya başladı. Devlet- Aliyye’nin bütün kalelerini zapt etmesi sebebiyle ses çıkaramayan, dünyadaki sömürgeci siyaset dengesini bozmaya çalışan, günü geldiğinde bağımsızlığı için mücadele edecek olan bu yapı soğuk savaşın bitmesiyle birlikte harekete geçti. Bunlar sadece Anadolu’da değil Rumeli’de, Musul’da, Halep’te, Bağdat’ta, Basra’da, Filistin’de Devlet- Aliyye’nin bütün milletlerini bağımsız kılmak için mücadele edeceklerdi. Farklı siyasi partilerde kendileriyle irtibatlı siyasetçilerle “millileşme” projesini yürütmek istiyorlardı. Bölgeyi talana devam etmek isteyen İngiliz ve Amerikan petrol şirketleriyle en ciddi mücadelelerinden birini 1 Mart Tezkeresi’nde verdiler. Bu tezkere döneminde ne olduğunu bilir ve anlarsak Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlık mücadelesini de anlamış oluruz.
Son yüzyıldır İran dahil bölgemizde yaşanan bütün askeri darbeler ve yönetim değişiklikleri İngiltere-ABD paylaşım savaşlarının sonuçlarıdır. ABD’nin 2003 yılındaki Irak işgali de İngiltere ile savaşından başka bir şey değildir. İngiltere ve ABD Irak’a anlaşarak değil savaşarak girmişlerdir. İngiltere bu bölgedeki birçok örgütle, aşiretle, hanedanla ABD’nin sahip olduğundan çok daha derin bağlara zaten sahipti. Bölgeyi ele geçirmesi için silah kullanması, savaş çıkarması gerekmiyordu. Diplomasi kâfiydi. Irak Savaşı 1909’dan beri Musul petrollerini yönetmek isteyen iki devletin şirketlerinin savaşıdır. Bu savaşta taraf tutan “Kahrolsun Amerika” sloganları atıp, “ ABD Go Home” pankartları taşıyan sağ-sol gruplar işin esasında İngiliz petrol şirketlerinin; İngiliz istihbaratının Türkiye’deki bazı siyasilerle ilişkilerini deşifre eden veya başka yollarla karizmasını çizmeye çalışan gazeteci ve siyasetçilerde ABD petrol şirketlerine çıkar bağlarıyla hizmet eden sömürge köleleridir. İngilizlerin Anadolu’yu işgal ettiği günlerde Türk Ocaklarına gidip Türkçülük ve milliyetçilik nutukları söyleyen Halide Edip Hanım’ın hedefi ne olabilirdi? Amerikan Mandasına girmek.
1 Mart Tezkeresine dönecek olursak; artık birçoğumuzun gördüğü bir gerçek var ki o da ABD imparatorluğunun gerilemeye başladığıdır. İkinci Cihan Savaşı’ndan sonra dünyayı süper güç olarak yöneten ABD artık tek başına hüküm sürecek kadar güçlü değil. Onunla en fazla mücadele eden devlet ise emperyalist tecrübesi, askeri ve ekonomik gücü olan İngiltere’dir.
1 Mart Tezkeresi dönemindeki refleksleri dört gruba ayırabiliriz. Bu dört grubun ikisi millȋ, diğer ikisi gayri millȋ idi.
ABD, Rusya-Çin-Hindistan bölgesinde asker ve üs bulundurmak amacıyla Afganistan’a savaş açmış sonra da Irak’ta Saddam’ı devirmek bahanesiyle Orta Doğu’yu kontrol edeceğini planlamıştı. Çünkü gerileyen imparatorluğunun yerini hemen ve hızla İngiliz ‘sömürge unsurları’ dolduruyordu. İngiltere, Irak Savaşı için kurabileceği en iyi tezgahı kurdu. ABD ile birlikte Irak’a girdi. Fakat ABD’nin verebileceği en büyük kayıp nasıl gerçekleşecekse ona göre plan yapması gerekiyordu. Savaş başlamadan önceki en önemli adım Türkiye’nin tezkereyi reddetmesi, savaştan sonraki hamle ise yerel direniş örgütlerini desteklemesiydi. Türkiye sınırlarını ABD askerlerine açmaz ve Amerikan ordusu kuzeyden bir cephe oluşturamazsa Irak’ın işgali zorlaşacaktı. Sonraki aşama işgal başarıya ulaşırken Irak’taki yerel direniş örgütlerinin ortaya çıkması ve Amerikan ordusuna karşı savaşmasıydı. Böylece Londra, ABD’ye askeri-ekonomik-sosyal birçok kayıp verdirecekti. ABD İngilizlerin bu stratejileri sonucu büyük sıkıntılar yaşadı. Bütün bu plan içinde İngiltere bir şeyden korkuyordu. Türkiye’den…
Londra’ya göre plan tıkır tıkır işleyecek, 2.Cihan Harbi’nden sonra kısmen kaybettiği devletleri tekrar ele geçirecekti. İsmet İnönü’nün Adnan Menderes’e iktidarı devri ne ise şimdi tam tersi bir durum yaşanacaktı. İngilizler bölgede ABD petrol şirketlerinin elinden yönetimi devralmaya hazırlanıyorlardı. Belki askeri darbelerle, belki ekonomik krizlerle, belki seçimlerle…
İngiltere gerek halkı örgütleyerek gerek kendisinin oluşturduğu teşkilatları organize ederek, gerek askeri darbelerle Irak’ta, Suriye’de, Lübnan’da, Mısır’da, Libya’da hakimiyetini kurmaya çalışıyordu.
“İngiltere sadece Türkiye’den korkuyordu.” cümlesi önümüzdeki yüzyılın okunması için anlaşılması şart olan gerçeği ifade ediyor. 1 Mart Tezkeresi sürecinde, İngiltere tezkerenin meclisten geçmemesi için çok çalıştı. Kendisine bağlı basın-medya, lobiler-localar aracılığıyla Amerikan düşmanlığını körükledi. Tezkereye “hayır” diyenlerin bir kısmı elbette bunu dini-milli-ekonomik veya askeri sebeplere dayandırdı. Bu süreçte dört grubun ortaya çıktığını söylemiştik, 1.Grup: ABD ile hiçbir şekilde pazarlık yapılmaması gerektiğini savunuyor, Müslüman bir ülkenin Müslüman bir ülkeye savaş açamayacağını söylüyordu. Onlara göre Türk Ordusu hiçbir şart altında kışlasından çıkmamalıydı. İşte bu grup İngiltere ile ilişkiliydi. Gayri Millȋydi. 2.Grup: ABD ile pazarlıksız ittifak yapılmasını savunuyor ve her şart altında kuzeyden cephenin açılmasını savunuyordu. Yoksa ABD ekonomimizi batırır, kuzey Irak’ta Kürt Devleti kurar hatta Kürt vatandaşlarımızın yaşadığı toprakları da alıp bir büyük Kürdistan kurardı. İşte bu grup ABD ile irtibatlıydı. Gayri Millȋydi. 3.Grup: ABD ile savaş şartlarının görüşülmesi gerektiği savunuyordu. Musul-Kerkük-Süleymaniye’nin kumandası bize verilir, ABD askerleri topraklarımızda uzun süreli konaklamamak üzere transfer edilebilirse Türk Ordusunun da kuzeyden yapılacak harekâta katılabileceğini söylüyordu. Bu grup Millȋ idi. 4.Grup: ABD ile savaş şartlarının görüşülmesine, pazarlık yapılmasına karşıydı. Amerikalıları güvenilmez buluyor, Amerikan askerlerinin Güneydoğu bölgesinden tek bir emirle transferinin çok zor olacağını düşünüyordu. 60 bin ABD askerinin bu sınıra getirilmesi her türlü operasyona açık bir durum olabilirdi. Onlara göre ABD ile Irak’a girilmemeli fakat Türk Ordusu kendi kararı ve zamanlamasıyla sınır ötesine geçmek ve Musul-Kerkük’e inmek üzere her an hazır bekletilmeliydi. Bu grup da Millȋ idi. Sonunda 3. ve 4.gruptaki isimler İngiliz kartını bir koz olarak kullanıp ABD’yi taviz vermeye zorladılar. Kimi zaman bazı bakanların dilinden, kimi zaman muhalefet liderleri aracılığıyla, kimi zaman üst düzey komutanların sözleriyle tezkerenin geçmeyeceğini kamuoyuna açıkladılar. Amaç masada pazarlık yapan heyetin elini güçlendirmekti. Fakat alınan bazı tavizlere rağmen istenilen noktaya varılamamış ve tezkerenin reddedilmesi kararlaştırılmıştı. Washington oyalandı ve sonunda meclisten “hayır” kararı çıktı. Karar devlet kararıydı.
Yine bölgede iki denge vardı. ABD ve İngiltere. ABD, artık Türk Ordusunu sınırın güneyinde her ne şartla olursa olsun istemediğini söyledi. Süleymaniye’de askerimizin başına çuval geçirilmesi de bunun ilk mesajıydı. İngiltere ise Türkiye’ye çok farklı yaklaşıyordu. ABD’yi bölgeden tasfiye edeceğini biliyor fakat İstanbul’u yani Türkiye’yi kontrol edemeden bölgeyi yönetemeyeceğini biliyordu. Irak’ta direniş örgütleriyle ABD’yi mağlup etmekten daha zor ve daha önemli olan Türkiye’yi tekrar ele geçirmekti. Bunu başaramazsa Suriye’de, Mısır’da, Lübnan’da, Ürdün’de, Libya’da, Makedonya’da, Gürcistan’da, Saraybosna’da, Kosova’da, Ukrayna’da, Kıbrıs’ta kurulacak yeni denklemde İstanbul’un bir oyun kurucu olarak yer alması yeni yüzyılın en ciddi problemiydi. ABD’nin bu bölgede kullanabileceği tek kuvvet ordusu iken bölgede Devlet- Aliyye’nin çok derin ilişkilerle bağlı olduğu yüzlerce grup, aşiret ve teşkilat vardı. Londra işte bu yüzden İstanbul’u kontrol ederse bütün bir coğrafyayı elinde tutacağını yoksa Türkiye bağımsız hareket etmeye devam ederse ABD’nin Irak’ta yaşadığı direniş gibi bütün bölgede bir direnişle karşılaşacağını biliyordu. İngiltere gelecek yüzyıl için bir kadro yetiştirmişti elbet. Onlar yukarıda söz konusu ettiğimiz 1. gruptu, işlevlerini yerine getiriyorlardı. Bunlar sadece Türkiye’de değil çevremizdeki birçok ülkede bekliyordu. Bunların yetersiz olduğunu gören Londra tezkereden sonra milli yapıdaki sivil ve asker isimlerden birkaç ismi devşirmezse Türk Ordusu’nun güneye ineceğini biliyordu. Yeni yönetimde hâkim olmak için bu yapıdaki bazı kişilere tekliflerde bulundular.
Tezkerenin reddinden sonra birleşen 3. ve 4. grup bir devlet kararı almıştı. Gerekirse Kuzey Irak’a sınır ötesi operasyon yapılacaktı. Bu operasyonlar gerçekte Kürtlere ve Araplara karşı değil Amerikan ve İngiliz şirketlerineydi. Türk Ordusunun sınırlarından aşağılara inmesi İngiliz-İsrail ekseni ile ABD’yi rahatsız ediyordu. ABD’deki bazı lobiler, orduyu ellerinde tuttuklarını, bir yere kadar ve İngilizler ile rekabet adına Türkiye’nin güneye inmesine göz yumulmasını söylemişlerse de Amerikan petrol şirketlerini ikna edemediler. Bu şirketler artık Türkiye’de ciddi bir değişim yaşandığını, ordunun tamamıyla kontrol altında tutulamadığını biliyorlardı. 2005-2006 yıllarında ‘ortak istihbarat paylaşımı, terör örgütleriyle ortak mücadele’ gibi konularda ABD’nin yaşadığı gelgitler işte bu tartışma sebebiyle yaşandı.
2006 yılından sonraki süreci yeniden gözden geçirecek olduğumuzda çok büyük sıkıntılar yaşadığımızı, sanki Lozan öncesi kurulan tezgâhın aynısını yaşadığımızı, suikastları, kutuplaşmaları, yoğun terör saldırılarını görürüz. Ermenistan’la görüşmelerin sürdüğü sıralarda Hrant Dink’in öldürülmesi, 2006’da Cumhuriyet gazetesine bomba atılması, 2003 yılında İstanbul’daki İngiliz Konsolosluğuna ve dev İngiliz bankasına, Neve Şalom ve Beth İsrael sinagoguna yapılan bombalama ve saldırılar İngiliz-ABD savaşının Türkiye’mizdeki yansımalarıdır. Enerji kaynakları ve bunların taşınacağı hat üzerinde paylaşım yaşanıyordu ve Türkiye bu savaşın tam ortasında söz sahibi olmak istiyordu. (Bu günlerde; güneydoğudaki ilçelerde birden terörün artması, barış sürecindeyken kanlı terör eylemlerinin sudan sebeplerle yeniden başlatılması, Suriye ve Irakta iç savaşın yoğunlaşması bu kavganın devam ettiğini; bölge insanımızın, Türklerin-Kürtlerin ve Arapların bu savaşın yine mağduru olduğunu acıyla yaşıyoruz.) Çuval hadisesiyle verilen ABD mesajının kabul edilmemesiyle Dağlıca-Aktütün-33 askerimizin Bingöl yolunda katledilmesi ve Uludere olayı benzeri saldırılara muhatap kılındık. Bunlar bize ‘sınırlarınızdan dışarı çıkmayın’ mesajıydı…
"Yukarıdaki bilgilerin çoğu bir ‘Yakın Plan’ yayını olan ve tarihçi-yazar Selman Kayabaşı ile O.Ertuğrul Bozok’un hazırladığı “ Muhsin Yazıcıoğlu Suikastı” adlı araştırma kitabından alıntılanmıştır. Daha geniş ve ayrıntılı bilgi için ilgili kaynağı okumanızı tavsiye ederim."
Türkiye’mizin iç-dış siyasetindeki bağımsız ve onurlu duruşu halen devam ediyor. Bu duruş millȋdir. Tabi, Türkiye’mize ve bölge halkına dışarıda ve içeride saldırılar da devam ediyor. Ne ilginçtir ki birçok aydınımız, Anadolu’muza ve Ortadoğu’ya asıl saldırıyı yapan, paylaşım projeleri uygulayan, kavgayı körükleyen sömürgecileri ve onların petrol şirketlerini görmezden geliyorlar. Türkiye’nin onlara direnişini de görmezden gelerek millȋ siyasetimizi acımasızca eleştiriyorlar ve suçluyorlar. Batı kaynaklı algı operasyonlarının etkisiyle ve eğitimiyle beslenmiş sömürge ülke aydınının güdük-köle ruhlu iddialarını ise hararetle savunuyorlar.
Dış politikamızda değişiklik yapılamasını, bugüne kadarki uygulamaların yanlış olduğunu söyleyenler ise ya konu hakkında gerçek bilgi sahibi değiller ya da bağımsız/tarihi/milli politikamızı bırakıp yine eskisi gibi İngiliz-ABD aklıyla düşünerek, yeniden sömürgecilere diz çökmemizi istiyorlar.
***

24 Aralık 2015 Perşembe

YENİ YÜZYIL PAYLAŞIMI ÜZERİNE

2015 yılında Gap Gündemindeki farklı yazılarımızda şöyle demiştik:
"Türkiye'mizin muhalefet sorunu hâlâ devam ediyor. CHP- HDP ve MHP ne yazık ki ‘Türkiyeli’ olamıyorlar, bir türlü değişen dünyayı, bölgeyi görmek ve anlamak istemiyorlar. ‘Türkiyelileşemiyorlar.’ AK Parti gitsin de isterse dünya yıkılsın, isterse Türkiye parçalansın, kan gövdeyi götürsün hiç umursamıyorlar. Yani "ya benimsin ya kara toprağın" anlayışından kurtulamıyorlar… "Türkiye'nin en büyük şanssızlığı, muhalefetin bahtsızlığı yani akıllı, yerli ve milli olamamasıdır. Şu, muhalefetçe kabul edilmeli, eski dönem kapanmıştır. Yeni Türkiye bütün bölge halklarının küresel sömürgecilere birlikte karşı durduğu, adalet ve özgürlüğün hâkim olduğu bir projesi olan, bölgesel özgüveni yüksek ve güçlü bir ülkedir artık. Muhalefet partilerimizin temel sorunu Yeni Türkiye'ye bir batılının/sömürgecinin gözlüğüyle bakmaları, anlamak istememeleri yani "milli" olamamalarıdır”
Türkiye’nin son dönemdeki bölgesel ve ulusal “milli” sorunları hepimizin malumu. ABD-İngiltere-Almanya ve diğer sömürgeci emperyalist devletlerin bölgemizi yeniden düzenlemesi ve bölgemizdeki petrol sahalarının yeni yüzyılımızda da yeniden paylaşımı projelerini uygulanmaya devam ediyorlar.
Bütün bu sıkıntılar hat safhadayken TBMM’deki muhalefete bakınız. Bir ayakları ABD’de, bir ayakları Rusya’da diğerleri İran’da – Suriye’de… ABD ile Rusya ve İran’la problemli bir dönemdeyken bir muhalefet milletvekili Rusya’ya gidip onların televizyonlarında yalan söylüyor, Türkiye’ye iftira atıyor. Bir diğeri İran’la savaşılsa ben İran saflarında olurum diyor. Bir genel başkanları teröristlere ‘arkadaşlar’ diyor. Bir genel başkanları önce sömürgecilerin önde gideni olan ABD’ye gidiyor, ardından ezeli düşmanımız Rusya’ya gidiyor. Bu gezilerin sonrası yaptığı açıklamalar ise kendi halkıyla, devletiyle savaş üzerine. “Kurtarılmış bölgede özerk yönetim kurduklarını sananları destekliyor, onların hafif silahlı olduklarını söylüyor” Yani sömürgeci batıdan ağır silahlar tank-top-füze falan mı istiyor? Yoksa askeri müdahaleye mi çağırıyor? Bunlar TBMM’de milletvekili ve maaş alıyorlar bu devletten. Bunlara oy verenler hiç duydular mı acaba bir ülkede devletin silahlı güvenlik güçlerinin dışında bir silahlı güce izin verdiğini, bir tane örnek veriniz. Yok. Bunlara oy verenler kimin ve neyin kavgası-savaşı veriliyor bunu biliyorlar mı? Ses yok. Yeni Türkiye’ye yapılan bütün saldırılar bölgenin sahibi Müslüman ümmetin; Türk’ün-Kürt’ün-Arap’ın özgürlüğü-adaletle ve şerefle yönetimi için mi; yoksa batılı sömürgecilerin şirketlerinin başta Musul’daki olmak üzere petrol yataklarının paylaşılmasının figüranlığı mı?
***
Bir mümin aynı yerden iki kere ısırılmazmış. Bizde iki yüz kere de olsa hiçbirimizde tık yok. Bu nasıl bir müminlik? Ya batıl saflarda milliyetçilik bataklığında debeleniyoruz ya da taraf olmak zorunda değilim garabetiyle oynaşıyoruz, ağız dolusu lafazanlık yapıyoruz. Taraf olmadıklarını sananlar öyle sansınlar bakalım. “Hak-batıl mücadelesinde taraf olamamak batılın-küfrün yanında yer almaktır; hesap günü hangi safta olacaklarını görürler onlar.”
Bir yanlışı mümin eliyle düzeltir. Gücü yetmiyorsa diliyle söyler. Yine yetmiyorsa kalbiyle zalime-yanlışa kalbiyle muhalefet eder, onu kötüler. Bu da imanın en zayıf noktasıdır.
Günümüzde ümmete yapılan saldırıya kalbiyle bile bugz edemeyenlereydi sözüm. Zalimin-kafirin yanında saf tutanlar ise yazık ediyorlar hem dünyalarına hem ahiretlerine. Önceki yazımda boşuna imanımızı sorgulayalım dememiştim. “Bu gün Suriye’yi, Irak’ı, Yeni Türkiye’mizin Güneydoğusunu ve bütün İslâm coğrafyasındaki sıkıntıları, acı, kan ve gözyaşını, savaşı bu çerçevede değerlendireceksin. Emperyalistlere, alçak sömürgecilere ve onların yerli işbirlikçi taşeronlarına ufak bir sempati bile duyuyorsan imanını sorgulayacaksın. Zalimlere, emperyalist sömürgeci katillere ve onların yerli işbirlikçi taşeronlarına düşman olmanın da imandan olduğunu bileceksin.” demiştim. Zorlarına gitmiş… Mezheplerini-hiziplerini-cemaatlerini-siyasi örgütlerini din sananlar, deve kuşunu örnek alanlar anlamak istemezler tabi. Ne yazık ki başta bölge insanımız sürekli aynı kısır döngüde, aynı hatalarla, aynı unutkanlıkla gezinip duruyor, Tih çölündeki gibi…
Uyanmak mı? : Kur’an, Peygamberimizin sünneti ve gerçek tarihimizi öğrenip ders almakla olur.
***
erkam90@gmail.com

14 Aralık 2015 Pazartesi

BİLECEKSİN GENCİM!

İki şeyi bileceksin gencim.
Kendini ve düşmanını.
Kendini iki şekilde bileceksin.
Birincisi: Niçin yaratıldığını, nasıl yaşaman gerektiğini, ahiret bilinci çerçevesinde dünya sınavın bittikten sonra öleceğini; sınavı başardıysan cennete yoksa cehenneme gideceğini bileceksin.
İkincisi: Atanı bileceksin. İlk atan Hz. Adem’den bu yana Yüce Yaratan’ın gönderdiği peygamberler, senin için gönderilen ‘kulun kullanma kılavuzunu’ öğretmişlerdir. Buna uyanların insan, uymayanların ise hayvandan aşağı belhumadallar olduğunu bileceksin. Atan Selçuklu’dan ve Osmanlı’dan bu yana “Anadolu’ya hâkim olmanın/ Anadolu’da birlik olmanın” dört bir iklime adalet götürmenin kapısı olduğunu da bileceksin.
Düşmanını bileceksin gencim. İki önemli düşmanın vardır.
Birincisi, nefsin ve şeytandır. İkisi de seni yoldan çıkarmaya çalışırlar, kötülüğe meylettirirler. Onlardan korunma zırhın/kılavuzun; Kur’an ve Peygamberimizin Sünnetidir.
İkinci düşmanın ise dünyada kötülüğü hâkim kılmak isteyen sömürgecilerdir. Onları tanımak için önce tarihini doğru bileceksin. Sömürgeci batının dayattığı, sulandırdığı tarihi değil gerçek tarihini öğreneceksin.
Unutma “Tarih milletlerin kaderidir.”
Batılıların, atamız Osmanlı’ya ilişmeye cesaret edemedikleri dönemlerde; Afrika ve Amerika kıtalarını zapt eden, milyonlarca yerli halkı katleden, köleleştiren, mallarını ve ürünlerini yağmalayan, kadınlarına tecavüz eden ve o kıtalardaki nesilleri yok ederek, topraklarını işgal ederek zenginleşen, zenginleştikçe daha da azan sömürgecileri bileceksin. Yağmalarla zenginleşip güçlendikçe insan öldürme ve doğayı tahrip etme teknolojilerini de geliştiren batılı sömürgecilerin sonraları bundan cesaret alarak atamız Osmanlı’ya da musallat olmaya başladıklarını bileceksin.
“ Baltanın sapı ağaçtan olmazsa ağaç devrilmez”
Batılı yağmacıların eğitimiyle ve kültür emperyalizmiyle kendilerine taşeronluk yapacak aşağılık kompleksiyle donanmış ‘yerli aydıncıklar’ devşirdiklerini bileceksin.
“ Kiralanmış kafanın köleliktir kirası; köleler yağmalattı o mukaddes mirası.”
Bu hainlerin içerden, sömürgeci batının ise dışarıdan sürekli saldırılarla yıprattıkları Osmanlı’yı bin bir türlü hile ve alçaklıkla dağıtıklarını ve paylaştıklarını bileceksin. Şimdi ise bu sömürgeci haydutların; İngilizi, Almanı, Fransızı ve Amerikalısı ile bugün yine Anadolu’ya sıkışıp kalmış olan sana tahammül edemediklerini, yine bin türlü hile ve tuzakla; doğrudan ve yerli devşirmeleriyle ülkene ve senin devletinin Yeni Türkiye’nin önderliğini bekleyen İslam Ümmeti’ne yeniden saldırdıklarını bileceksin.
Bu gün Suriye’yi, Irak’ı, Yeni Türkiye’mizin Güneydoğusunu ve bütün İslâm coğrafyasındaki sıkıntıları, acı, kan ve gözyaşını, savaşı bu çerçevede değerlendireceksin. Emperyalistlere, alçak sömürgecilere ve onların yerli işbirlikçi taşeronlarına ufak bir sempati bile duyuyorsan imanını sorgulayacaksın.
Zalimlere, emperyalist sömürgeci katillere ve onların yerli işbirlikçi taşeronlarına düşman olmanın da imandan olduğunu bileceksin.
Gencim, sen kendini bil ve yürü. Kendini bilen Rabbini bilir. Allah yar ve yardımcındır.
“ İnsan/genç merkezli olmak yerine ‘bina/eşya’ merkezli olununca gençlik tehlikeye giriyor. Bu hatayı görüyoruz, yaşıyoruz. ‘Müslüman aynı delikten iki kere ısırılmaz!’ Bütün Türkiye’de ve özellikle bölgemizde acilen yeni bir ihya hareketi seferberliği başlatılmalıdır. Çocuklara ve gençlere yönelik İslâmi ve milli programlar her vesile ile uygulanmalı ve çoğaltılmalıdır. İslam karşıtlığını şiar edinmiş gençlere de İslâm hakikatleri ehl-i sünnet çizgisinde anlatılmalı ve öğretilmelidir. Bu çalışmalarda şia ve vehhabi grupların olmamasına dikkat edilmelidir. Bütün Müslümanların, İslâmi grupların bu konuda seferberlik ilan etmesi ve gençliğimizin de bunu ısrarla talep etmesi gerekmektedir.“ Bu konuda da birbirimize dua edelim.

30 Ekim 2015 Cuma

HEPİMİZ AYNI GEMİDEYİZ

Bir hadisinde şöyle buyuruyor Efendimiz: “ Biriniz beni çocuklarından, anasından, babasından, ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe gerçek mü’min olamaz.” (1)
Bir mü’min Peygamberini sadece anasından, babasından, insanlardan değil; kendi ailesinden, çocuklarından ve servetinden (2) Hz. Ömer olayında olduğu gibi de canından daha çok sevmelidir. (3)
Hatırlayalım: Bir gün Resul-i Ekrem Efendimiz Hz. Ömer’in elini tutmuştu, bu sevgi karşısında çok mutlu olan Hz. Ömer : -“Ya Resulallah! Seni canım dışında her şeyden daha çok seviyorum ” dedi. Resul-i Ekrem : -“ Yoo işte bu olmadı. Canımı kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, beni canından da çok sevmelisin” buyurdu. Bunun üzerine Hz.Ömer: -“Ya Resulallah! Ben de Allah’a yemin ederim ki, şu anda sen bana canımdan daha ilerisin.” deyince Resulallah Efendimiz: -“ Ömer, işte şimdi oldu” buyurdu.(4)
Günümüzden bir hatırlatma yapalım: Peygamberinin yukarıdaki veya bir başka hadisi aktarıldığında veya adı geçtiğinde kendinden geçen, seyha atan bir kardeşimiz, geçenlerde Peygamberine ve O’nun eşine dil uzatıldığına ne kadar tepki gösterebildi? Kendi eşine, anasına, babasına veya kendisine sövüldüğünde cinayetler işlenen bir çevre, Peygamberine ve O’nun eşine dil uzatıldığına nasıl bir duruş gösterebildi? Eliyle ? Diliyle? Kalbiyle ?
Birkaç yerde soracak oldum bu tepkisizliğimizi. Ne ilgisi varsa siyaset yapmayalım dediler. Kısa ve öz söyleyelim: “Benim partim, örgütüm, cemaatim veya siyasetim, menfaatim; Allah’ın dininden ve O’na imanımdan; Resulünden ve O’na sevgimden önde geliyorsa bunu adı şirktir.” Böyle biline, kimse kendini aldatmasın!
Siyaset yapmıyorum ben. Bir Müslüman olarak hatırlatıyorum. Peygamberimiz : “ Müslümanların dertleriyle dertlenmeyen onlardan değildir.”(5) “…Bir toplum, kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah onlarda bulunanı değiştirmez.” (6) buyuruyor.
Siyaset yapmıyorum ben. Biliyorum, kıyamet kopana kadar imanla küfür kavgası devam edecek! Ve hangi taraf daha çok gayret ederse, o kazanacak! Bazen küfür, bazen de hak sahipleri… Bizim görevimiz; elimizle, gücümüz yetmiyorsa dilimizle, ona da gücümüz yetmiyorsa kalbimizle kötülüğe/batıla/küfre karşı mücadelemizi devam ettirmektir, uyarmaktır, taraf olmaktır. Mutlaka iyiliği emretmeli-kötülüğü engellemeliyiz… Elimizle-dilimizle-kalbimizle… Kalbimizle bile taraf olamıyor muyuz batıla karşı. (O zaman ilk Cuma gecesi camiye gitmeli ve iman yenilemeli, yeniden kelime-i şahadet getirmeli…) Yeniden iman etmeli !
Siyaset yapmıyorum ben. Hepimiz aynı gemide yaşıyoruz. Yoksa, Allah korusun hep beraber boğuluruz. Afganistan, Irak, Suriye, ve diğerlerinde olduğu gibi… Allah Resulü bizi uyarıyor: “Allah’ın yasaklarıyla ilgili sınırları aşmayanlarla, bu sınırlara tecavüz edenlerin durumu şuna benzer. Bir geminin yolcuları kur’a çekerler. Kur’a neticesinde bazıları geminin üst bölümüne,bazıları da alt bölümüne yerleşirler.Ancak altta yolculuk edenler,su almak gerektiğinde yukarıda yolculuk edenler arasından geçip onları rahatsız ediyorlardı. Bunun üzerine ‘Biz geminin kur’a sonucu bize düşen alt bölümünde bir delik açsak da, yukarıdakileri rahatsız etmesek!’ dediler. Eğer üstte yolculuk edenler, onların bu isteklerine rıza gösterip de gemide delik açmalarına müsaade ederlerse, hepsi birlikte boğulup helak olurlar. Fakat onlara engel olacak olurlarsa hem kendileri kurtulur, hem de kendileri kurtulmuş olurlar.” (7)
Ya birbirimize yardım edecek ve kurtulacağız ya da hep beraber helak olacağız. Rabbim hepimizi iman bağı ve kardeşliği ile kurtulanlardan, feraset sahibi kullarından, Peygamberi Hz.Muhammed’i (as) canından daha çok seven mü’minlerden eylesin.
………………………
1-( Buhari İman, 70 – Buhari İman 8 )
2-(Müslim İman,69-70 )
3-(Buhari,Eyman 3 )
4-( Buhari Eyman ve’n nüzur 3 )
5-(Taberani- El Mucemm’us-Sagir 11, 131/907 )
6-(er-rad 11 )
7-(Buhari,Şehadat 30 )

19 Ekim 2015 Pazartesi

YENİ BİR SEÇİME DOĞRU

Kuruluşundan 1944’lere kadar İngiltere ile ardından 2006’lara kadar da ABD ile kolonyalist ilişkilerimizin olduğunu ve sonrasında ise Yeni Türkiye’nin özgür / bağımsız bir yapı oluşturmaya başladığını, sömürgeci batının hazımsızlığının sonucu olarak (Danıştay Saldırısından beri) sürekli saldırı ve provokasyonlara uğradığımızı önceki yazılarımızda konu etmiştik.
Anadolu’nun ve onunla birlikte bütün ümmetin, özgür-bağımsız ve birlikte olması Allahın izniyle engellenemeyecektir. Yeni Türkiye, gelecek yüzyılın hedeflerine doğru azimle ilerliyor. Batılın/batının saldırılarıda devam ediyor. Edecekte; hak-batıl mücadelesi kıyamete kadar devam edecektir, başta terör olmak üzere bütün yaşadıklarımız da bu mücadelenin bir parçasıdır. Bizim için önemli olan doğru/hak safta yer almaktır.
Duygularımızla-düşüncelerimizle ve eylemlerimizle kimin tarafındayız? Aklımız-yüreğimiz-bileğimiz kimin davası için çalışıyor ve mücadele veriyor? Kıyamet gününde kimlerle haşir olunacağımızı bilmek gerek…
1. ve 2. Dünya Savaşlarından sonra küresel sömürgecilerce yeni baştan sınırları çizilen ve yeniden dizayn edilen dünyaya/bölgemize içinde bulunduğumuz yeni yüzyılda bir daha şekil verilmek isteniyor. Bu yeniden şekillenme başta Türkiye olmak üzere bütün coğrafyamızın yani ümmetin yeni savaşlara, terör saldırılarına, kana, gözyaşına ve göçlere muhatap olmasıdır. Son yıllarda yaşadıklarımız da budur aslında. Ülkemize yapılan saldırılarda başrol oynayanlardan biri olan ABD’nin ‘son dönemde bize’ yaptıklarını hep hatırlayacağız. Geçmişte yaptıklarını da bu millet/bu ümmet zaten unutmayacaktır.
CIA’nın 1988’de hazırladığı ‘çok gizli’ dereceli 32 sayfalık raporu 2002 yılında Bilgi Edinme Yasası kapsamında kamuoyuna açıklanmıştı. Bu raporun İran-Türkiye-Irak Kürt ayaklandırmaları bölümünde bu yönlendirmenin kuruluşu, gelişimi ve geleceği hakkında yapılan analizlerde İran ve Irak bölümünde PKK’nın kuruluşu ve gelişimi detaylarıyla yer alırken Türkiye’yi ilgilendiren üç sayfalık bölümü “ABD’nin ulusal çıkarlarına aykırı” görülüp karartılmıştı. 1980’lerden beri, özellikle de son dönemde bu örgütçe Türkiye’ye yapılan saldırılar, işte karartılan bu üç sayfadaki projelerdir/analizlerdir. Bir zamanlar ‘sözde’ savunma-güvenlik-istihbarat alanlarında üst düzey stratejik ortağımız ve halen NATO müttefikimiz olan ABD’nin bir terör örgütü olan PKK ile olan ilişkilerini anlamamız bu gün bölgemizde olup bitenleri daha objektif değerlendirmemize yardımcı olur.
ABD, Almanya, İngiltere’nin yeni yüzyıl paylaşım projeleri; İsrail, İran, Yunanistan ve Suriye’nin kendi ulusal çıkarları ve idealleri uğruna Türkiye’yi istikrarsızlaştırmak-Suriyelileştirmek adına bu ve diğer terör örgütlerine verdikleri destek artık alenileşmiştir.
ABD’nin PKK terör örgütünün Suriye şubesi olan PYD’ye yardım ettiğini açıklaması resmen açıklaması ve terör örgütünün çözüm sürecini sudan sebeplerle bozması, kanton sisteminin Türkiye’mizde başta Cizre olmak üzere 3 il ve 13 ilçede HDP’li belediyelerce ilan edilmesiyle buraların da Kobanileştirilme gayretleri, Pentagon’un özel kuvvetlerinin savaş eğitmenlerinin başta [son 2-3 ayda onlarca polisimizi ve askerimizi şehit eden EYP ] yani el yapımı patlayıcılar ile yeni saldırı taktikleri eğitimi ve öğretimi, istikrarsızlaştırma ve kaos oluşturacak yeni stratejiler Pentagon ile yapılan yeni gizli anlaşmalarının bir açılımı olsa gerek. Türkiye’mizin zarar görmesi için ABD’nin dışında, başta İngiliz ve Alman ajanları bütün güçlerini harcıyorlar tabi belalarını da buluyorlar. Bu arada Şemdinli’de PKK’lılarla birlikte savaşan ayaklanmayı organize eden İsrailli 26 MOSSAD mensubunun da öldürülüp adrese teslim edildiğini bilmek gerek.
Yerel bilgilendirme ile tespit edilen noktalardaki terör örgütü kamplarına yapılan Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı hava harekâtı sonucunda 2 binden fazla örgüt elemanın etkisiz hale getirilmesi, en büyük silah depolarının imhası, lojistik desteğinin kesilmesi sonucunda örgüt ve dış destekçileri yeniden “ateşkes, barış ve çözüm süreci” taleplerinde bulunma sürecine girmişlerdir.
10 Eylül 2015’teki kapsamlı hava harekâtında ABD’li yetkililerin “harekâtı durdurun, o bölgede unsurlarımız var” demesine rağmen “ABD unsurlarının orada ne işi var? Unsurlarınız derhal çekilsin biz vuracağız” cevabı verilmiş ve PKK’nın en büyük cephaneliği vurulmuştu… ABD dışişleri sözcülerinin ardı ardınca; “tekrar çözüm sürecine girilmesi, terör örgütünün muhatap alınarak barış masasına oturulması” açıklamaları olup bitenleri daha kolay anlamamıza yardımcı oluyor.
Artık iyice deşifre olan ve halkımızın gerçek yüzlerini tanıdığı ‘sözde demokratik ve barışçı’ şubelerinin de “Bu ateş her yeri yakar, Bodrum, güneydoğuya uzak değil” sözleriyle hedef göstermeleri ucuzluğu; küresel şebekelerden ihale alan teröristlerce Başkentimizdeki bir miting öncesi alçakça bomba patlattırılması sonucu yüze yakın insanımızın katledilmesi ve barış çığlıklarıyla askerimize-polisimize ve sivillere yapılan bombalı saldırılara devam edilmesi aslında sömürgecilerin taşeron terör örgütlerinin iflas noktasına gelmesi ve aldıkları ihaleleri yapamamanın sonucu oluşan paniğin sonucudur.
ABD’nin hesabına Türkiye karşıtlığı yapan FETÖ’de apayrı bir problemdir. Bunların; Oslo’daki MİT-PKK görüşmelerinin sızdırılması, sokakta, devlet yok algısı oluşturmak için kasten Kobani eylemlerinin büyümesinin sağlanması, PKK içine sızmış 329 ajanın deşifre edilerek devletin acz içinde gösterilmesi için çaba gösterilmesi ve güvenlik güçlerinin içine sızmış cemaat mensuplarınca devletin PKK ile mücadelesini zaafa uğratma gayretleri ile bu yolda basın yoluyla da algı operasyonları gibi çalışmalar yaptığı görülmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Türkü-Kürdü-Arabı ile bütün Anadolu halkı, ülkenin bölünmesi ve toprak bütünlüğünün parçalanması anlamına gelen bu ihanetlere asla ve asla izin vermeyecektir. Bunu, terör örgütü ve türevleri ile Pentagon aldığı darbelerle anlamıştır. Bunların derslerini devletimizin güvenlik güçleri en sert bir şekilde vermektedir, bu operasyonlar sonuna kadar da devam edecektir. Halkımız da bunlara ‘yasal çerçevede’ seçim sandığında derslerini verecektir.
Sahi siz kime oy vereceksiniz? Ben, küresel sömürgecilere ve onların çeşitli renklerdeki yerli taşeronlarına karşı, yeni yüzyılda özgür ve bağımsız olma yolunda mücadele veren, bütün İslam Ümmetinin umudu, Yeni Türkiye’ye oy vereceğim.
Şu anda tek seçeneğimiz olan Ahmet Davutoğlu’nun Genel Başkanı olduğu AK Parti’ye oy vereceğim!
***
erkam90@gmail.com

27 Eylül 2015 Pazar

TÜRKİYE’NİN MiLLi MUHALEFET SORUNU

7 Haziran seçimlerine hazırlandığımız gunlerde, 12 Şubat 2015’tarihli Gap Gündemi yazımızı şu şekilde tamamlamıştık: “Türkiye’nin en büyük şanssızlığı, muhalefetin bahtsızlığı yani akıllı, yerli ve milli olamamasıdır. Şu, muhalefetçe kabul edilmeli, eski dönem kapanmıştır. Yeni Türkiye bütün bölge halklarının küresel sömürgecilere birlikte karşı durduğu, adalet ve özgürlüğün hakim olduğu bir projesi olan, bölgesel özgüveni yüksek ve güçlü bir ülkedir artık.”
26 Mart 2015’te ise yine Gap Gundeminde: “Türkiye'mizin muhalefet sorunu ise hâlâ devam ediyor. CHP ve MHP ne yazık ki Yeni Türkiyeli olamıyorlar, bir türlü değişen dünyayı, bölgeyi görmek ve anlamak istemiyorlar. AK Parti gitsin de isterse dünya yıkılsın, isterse Türkiye parçalansın, kan gövdeyi götürsün hiç umursamıyorlar. Yani "ya benimsin ya kara toprağın" anlayışından kurtulamıyorlar…HDP ise samimi olarak Turkiyelilesmelidir…” demistik.
Seçim sonrası Türkiye siyasetinde yaşadıklarımız bu sorunumuzu daha bir görünür kıldı. Üç muhalefet partimiz koalisyon beklentileri karşısında oy verenlerinin beklentisini karşılayamadılar, hükümet sorununun daha bir artması için gayret gösterdiler.
Muhalefet partilerimizin temel sorunu Yeni Türkiye’ye bir batılının/sömürgecinin gözlüğüyle bakmaları, anlamak istememeleri yani “milli” olamamalarıdır, gerisi sadece teferruattır.
CHP’nin koalisyon oluşturabilme çalışmalarındaki “reform” söylemleri apaçık statükocu eski Türkiye özlemi; HDP’nin seksen milletvekili ile TBMM’e girmişken kendilerinden beklenen barış sürecine destek vermek ve kalan sorunları birlikte çözmek yerine PKK’nın savaş çağrısı söylemine katılması ve terörden yana kavgacı bir dil kullanması,Turkiyeli olamamalari ; MHP’nin ise hiç kimsenin anlayamadığı her şeye karşı bir tavır takınması, diğer küçük partiler BBP ve SP partilerinin ‘muhafazakar tabanlarının inadına’ Yeni Türkiye karşıtı cephede yer almaları sadece ve sadece “milli” olamamalarıdır.
Anadolu insanımız bir türlü “yerli ve milli” olamayan Yeni Türkiye karşıtlarını tanımıştır. Batılı sömürgecilerin projelerine göre konuşan, onların istediği şekilde savaş çağrıları yapan terör destekçilerini de tanımıştır.
Anadolu insanımız, son günlerde “milli” kelimesini geveleyerek deforme etmeye çalışan, asıl anlamını laf cambazlığıyla değiştirmek isteyen; bir türlü “Yeni, Türkiye’yi” hazmedemeyen, batının sesi/yüzü kızarmaz gazete ve tv’lerin fitneci ve yalan söylemlerini de tanımıştır…
Anadolu insanımızın siyasi hayatımızdaki ihtiyacı; Yeni Türkiye’yi gerçek manasıyla anlayan, 2023-2071 milli gelecek misyonumuzu ilke edinen, ülkesindeki ve çevresindeki halklarla ilişkilerinde saygılı olan, barışı ve birliği esas alan, kendi devletinin milli politikalarında kendi ülkesine düşmanca muhalefet edebilecek kadar alçalmayan bağımsız-özgür ve her şeyiyle “milli” olan muhalefet partileridir.
Geleceğin Büyük Türkiye’sinde; sadece ülkesine hizmeti esas alan, ahlakın öncelendiği, misyon sahibi olan, birbirleriyle kavgacı değil barışçı,hayırda yarışan, birbirine saygılı, bütün kaygısı Anadolu insanımıza ve ümmete daha iyi hizmet etmek olan muhalefet partilerimiz olacaktır.
Yeni Türkiye’ye ayak uyduramayan partiler sonunda tarihe karışacaklardır.
***

13 Ağustos 2015 Perşembe

STK’LAR ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

Anayasa Hukukuna göre, bir toplum içinde siyasi faaliyetlerde bulunan kuruluşlar sadece siyasi partiler değildir. Bugünkü demokrasilerde devleti sevk ve idare eden siyasi partileri ve siyasileri, onların oluşturduğu hükümetleri etkilemek ve baskı grupları oluşturmak için kurulan bir sürü sivil toplum örgütleri vardır. Bu sivil toplum örgütleri zaman zaman siyasi hayatı derinden etkiler ve yönetirler.
Siyasi partiler ile dışarıdan onları etki altına almak isteyen sivil toplum kuruluşları arasındaki en önemli fark hükümet olma veya olabilme sonucundan kaynaklanır. Siyasi partiler iktidar olup devleti sevk ve idare etmek için gayret ederler. Sivil toplum kuruluşları ise güçlerini siyasi partiler üzerinde baskı unsuru olarak kullanarak onların asli görevlerini daha iyi ve daha sağlıklı yapması için çalışmalar yaparlar.
Bazı sivil toplum örgütleri ise var olan ideolojilerini menfaatleri için değiştirdikleri gibi zaman zaman ulusal veya uluslararası karanlık güçlerin elinde oyuncak olmaktan da kurtulamazlar. Bunların paralel devlet yapılanması oluşturanlarına, asıl görev ve sorumluluklarını vitrin olarak kullananlarına son yıllarda şahit olduk.
İçinde bulunduğumuz sıkıntılı günlerde bunların ihanetlerinin örneklerini sıkça görmekteyiz. STK vitrinli bu örgütler ülkemizin milli çıkarlarına karşı alenen çalışabilmekte; küresel sömürgecilerin taşeronluğunu utanıp sıkılmadan yapabilmekte, aynı zamanda batı hesabına silahlı örgütlerin saldırılarına açıkça destek bile verebilmektedirler. Kendine sivil toplum kuruluşu adını veren bu cemaat/vakıf/dernek gibi örgütlenmelerin karanlık iç ve dış odakların figüranlığını nasıl yaptıkları apaçık görülmektedir..
Yine son dönemlerde görüldüğü üzere her türlü antidemokratik safta yer alan, halkın çıkarlarını göz ardı edip eski Türkiye özlemcisi statükonun tetikçiliğini yapan, sivil toplumla hiçbir ilgisi olmayan, neredeyse bir çeşit dukalık konumunda olan kuruluşların yeniden tanımlaması yapılmalıdır. Bu anlamda bazı kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının sivil toplum kuruluşu olarak gösterilmesine son verilmeli; gerçek sivil toplum kuruluşlarının önlerini açacak yasal düzenlemeler yapılmalıdır.
Bu arada tabelalarından başka hiçbir şeyleri olmayan, STK’ yı siyaset kurumuna atlama taşı olarak kullanan veya bazı açıkgözlerin sekiz onunu bir araya getirip ortak karar alıyormuş gibi kamuoyunun gözünü boyayan; ayrıca art niyetli kişi veya kurumların kara propaganda organizelerini, onların asıl niyetlerini bile sorgulamaktan aciz bir durumda, tuzluğu kapıp koşan sözde sivil kuruluşlara da artık itibar edilmemelidir.
Son yıllarda/aylarda ülkemizde ve bölgemizde olup bitenleri doğru analiz edemeyen, Allah’ın ipine mi yoksa batı istihbarat örgütlerinin ipine mi tutunduğu ise hiç belli olmayan bir kısım muhafazakar sözde sivil örgütlenmelere ne demeli? Hakla batılı ayırmak bu kadar zor mu olmuştur? Milletiyle beraber onun hak mücadelesinin yanında yer almak varken, ırzına geçen zorbaya aşık olma psikolojik sapkınlığıyla milletinin düşmanı terör örgütlerine yanaşmak nasıl bir akıl fukaralığıdır?
Küresel sömürgecilerin Türkiye’ye, dolayısıyla ümmete saldırılarını her geçen gün arttırdığı günleri yaşıyoruz. Bireysel veya kurumsal olarak saflar seçilmeli artık. Ya önümüzdeki yüzyılda batı emperyalizmine karşı mücadele eden, İslam ümmetinin birlik ve beraberliğini sağlayacak Yeni Türkiye’nin safındasınız/tarafındasınız/yanındasınız; ya da insanlık düşmanı zalim/katil küresel güçlerin ve onların taşeronluğunu yapan örgütlerin.

30 Temmuz 2015 Perşembe

İŞİN ASLI

Küresel sömürgeciler yağmacı kurallarının gereği 1900’lü yılların başında hem dünya hem de Ortadoğu coğrafyasını yeniden belirlediler, sınırları yeniden çizdiler. Osmanlı’yı da kendi güdümlerindeki parçacıklara böldüler. Yüz yıl boyunca kan ve gözyaşlarıyla sulanan topraklarımızda sömürülerine devam ederlerken bir yandan da bu devletçikleri birbirlerine düşürdüler ve ‘kültür emperyalizmi’ yoluyla da milletlerimizin ruhlarını esir aldılar.
Şimdi yeni bir yüzyıldayız. Küresel sömürgeciler iki binli yılların başında dünyaya yeni bir şekil verme projelerini daha devreye koydular. Bu yeniden paylaşımın parçası olarak Ortadoğu’da da sınırları yeniden düzenleme projelerini uygulamanın alt yapısını oluşturma çabasındalar.
Küresel sömürgeciler geçen yüzyıldaki kanlı işgallerinde Müslüman yerli halkların direnişlerinden oldukça zahmet çekmişlerdi. Müslümanların hilafet merkezli direnişleri, ümmet bilinci ile dinlerine bağlı olmaları nedeniyle birçok cephelerdeki kayıpları batının en büyük korkusu olmuştu. Bu yüzden kurdurdukları devletçiklerde sömürüye; başta petrol olmak üzere bütün yer altı ve yerüstü kaynaklarını yağmaya devam ederken, Müslümanların İslâm dininden uzaklaşmaları, batı aklını benimseyip ideolojilerini benimsemeleri ve ırkçı/milliyetçilik hastalığına yakalanmaları için çalışmalar yaptılar. Önce Türkler ve Araplar şimdilerde de Kürtler bu hastalıktan oldukça etkilendiler. İslâm’ın ümmet kardeşliği, Müslümanların ‘İbrahim milletindeniz’ kavramları unutturulmak istendi. Sömürgeci Batılca bu şekilde hem Müslümanların birlik ve beraberliği engellenmiş oldu hem de yeni yüzyıl projelerinde devşirilmiş yerli unsurları(!) kullanma imkânına sahip olunmuş oldu. Sömürgeci Batılın onun stratejisini ve kültürünü savunacak, onlar için savaşacak, ideolojisini sürdürecek yerli savaşçıları oluştu. Sömürgecilerin Türkiye’ye karşı görev verdiklerine örnek olarak PKK-İSİD-THKP(C) gibi silahlı mücadele veren terör örgütlerini gösterebiliriz.
2006’larda Türkiye; önce İngiltere’nin, 1944’lerden sonra da ABD’nin kontrol ettikleri sistemi reddetti. Yeni Türkiye, her türlü sömürgeciliği, batının yeni yüzyıl projeleri kapsamında yeni sınırlar oluşturmaya çalışmasını ve kendi halkına karşı savaşmayı reddeden ayrıca halkına hizmet etmeyi görev bilen, halkının inanç ve değerlerini yaşamasını savunan, hem ülkenin hem de bölgenin birlik ve beraberliğini önceleyen bir temel üzerinde kuruldu. Tabi hemen sömürgecilerin hazımsız emirleri ile saldırılar başladı. 2006’lardan itibaren bütün sabotaj-darbe girişimi-suikastlar ve toplu sivil veya silahlı gösterilerin,seçimlerde siyasi blok oluşturma gayretlerinin hepsini bu çerçevede değerlendirebilirsiniz. Bu saldırılar Anadolu halkının direnişi, birlik ve beraberliği ile atlatılınca devreye FETÖ konuldu. Halkımızın samimi dini duygularını istismar ederek güçlenen, devletin birçok kademesine sızan bu örgütün saldırıları da halkımızın ve devletimizin tepkisiyle zayıflayınca yine bildik taşeron figüranlar (PKK-İSİD-THKP(C) sahneye konuldular, Anadolu halkına ve devletine saldırmaya başladılar.
Bu kavga içeride kendi halkına Kürt-Türk-Arap demeden hizmet etmeyi görev bilen, bölgedeki Müslümanların da zulme ve sömürüye uğramadan bir arada yaşamalarını teşvik eden “Yeni Türkiye“ ile tekrar iki binli yılların öncesindeki sömürgeci batının güdümünde statükocu düzeni isteyenlerin arasındaki kavgadır.
Bu kavga yeni Türkiye’nin Batılı sömürgecilere ve onun (silahlı-silahsız) yerli-devşirilmiş taşeronlarına karşı verdiği mücadeledir.
Statükoya ve İslam düşmanlığına karşı Anadolu’nun ezilmiş Müslümanlarının başlatmış olduğu iktidar mücadelesinin sonucunda bu topraklarda yaşayan bütün unsurlarımıza İslam inancımızın gereği olumlu yaklaşılmış, geçmişten gelen bütün inkâr politikaları ortadan kaldırılmış, başta Kürt kardeşlerimiz olmak üzere her kesime el uzatılmıştır. Değişim sürecine büyük ölçüde destek olan Kürt vatandaşlarımızı istismar eden silahlı gruplar bu iyi niyeti hep zora koymuşlar ve süreci sürekli baltalamışlardır… Bunun yanında Müslüman halkımızı istismar eden kesimlerde bu kanlı örgütle işbirliği yapacak kadar hainleşebilmişlerdir. Kimisi iyi niyetli olsalar da bu ortaklıklar sonucunda ülke düşmanlarıyla omuz omuza eylem birliği kurabilecek kadar şerefsizleşmişler insanlıktan çıkmışlardır. Kimse Anadolu insanımızın güvenliğini ve özgürlüğünü sömürgeci batı hesabına yok etmeye çalışmamalıdır.
Müslüman halkımız yüz yıllık esaretinden son on yılda kurtuldu. Anadolu insanımız bağımsız Yeni Türkiye’yi, batı güdümündeki işbirlikçi örgütlere asla ve asla yedirmeyecektir. 7 Haziran seçimleri sonrasında biz Müslümanlar arasındaki ayrışmayı, güç kaybını fırsat bilerek saldırıya geçen Türkiye ve insanlık düşmanlarına dersleri en ağır bir şekilde verilecektir. Şimdi gördüğümüz kadarıyla devlet-iktidar-siyaset ortak bir hamle ile bu alçaklığa en ağır darbeyi vurmak üzere harekete geçmiştir.
Biz Türkiyeli Müslümanlara düşen görev; küçük-bireysel-ucuz hesaplar yapmadan 2002 ruhuyla tekrar kenetlenip, vatan-millet ve ümmet düşmanlarına karşı bir arada durmaktır. En başta Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’a, Başbakanımız Ahmet Davutoğlu’na, hükümetimize velhasıl devletimize sahip çıkılmalıdır.
Bu sahip çıkılma, gerçek bir Kurtuluş Savaşı içinde olmanın bilinciyle; duygu-düşünce-eylem birliği içinde olmalıdır.
Allah yardımcımız olsun…

3 Temmuz 2015 Cuma

ALGI OPERASYONLARI

26 HAZİRAN 2015
Gelecekte, içinde bulunduğumuz zaman dilimini anlatacak tarih kitapları Türkiye'ye karşı uygulanan Psikolojik Savaşa ayrı bir yer ayıracaklardır.
General Eisenhover, 2.Dünya Savaşı'nın ardından "Askeri bilimlerde yaşadığımız en büyük değişim, psikolojik savaşın belirli ve tesirli bir silah olarak gelişmesidir." demiştir. Nükleer gücün varlığı, asrımızda yapılabilecek büyük savaşın dünyanın sonu olabileceği korkusunu oluşturmuştur. Bu yüzden sömürgeciler bölgesel küçük savaşları/kargaşaları ve psikolojik savaşları kendilerine daha uygun bulmuşlardır. Artık büyük savaşların yerini yoğun propaganda yöntemlerini uygulayarak tasarlanan planlı bilgi savaşları vardır.
1991'de; Fransa'da tanker kazası ile petrole bulanan karabatak; ABD'nin 'Çöl Fırtınası' operasyonu öncesinde sanki bölgeden bir görüntüymüş gibi CNN'de sürekli yayınlanarak dünya halkları savaşa inandırılmıştı. 2002'de Irak Operasyonunda yeterli kamuoyu desteğinin bulunamamasında bu kara propagandanın ortaya çıkmasının oluşturduğu güven kaybının rolü önemlidir.
Mücadelenin kazanılmasında veya kaybedilmesinde; toplumların ruh halini etkilemek ilk çağlardan beri vardır. Bu 2500 yıl önce ilk defa Çinli bir komutan olan Sun-tzu tarafından "Harp Sanatı" adlı eserde dile getirilmiştir. Bu kitaptaki öğütlerle Çinliler, Göktürk ve Moğol İmparatorluklarını parçalamışlar ve 'iç kavgaları' kullanarak kendilerini korumuşlardır. Bu metotlar İslam Ümmetine ve Onun lideri olma yolunda olan Türkiye'ye hâlâ arkası kesilmeden uygulanmaktadır.
Psikolojik Savaşın en belirgin yöntemi olan propagandanın, yazılı ve sözlü basın yoluyla uygulandığı bilinmektedir. Psikolojik Savaşın saldırı ve savunma silahı; propaganda, eğitim ve provokasyondur. Kullandığı araçlar yazı, söz, resim, e-posta, broşür tarzındaki bilgidir. Bu savaşta birinci amaç beyin yıkama yöntemini kullanarak toplumun fertlerini ikna etmek, onları değiştirmektir.
Bu yöntemlerle savaşılan ülkede; iyi/güzel olan her şey gözden düşürülür, ülkenin yönetenlerinin (Cumhurbaşkanı-Başbakan-Bakanlar vb.) başarıları küçük gösterilir ve etkilenmesi istenen halkın onları hor görmesi sağlanır, adi ve aşağılık kişilerden bile yararlanılır, halkın kendi aralarındaki farklılıkları/uyuşmazlıkları yayılır, halkın gelenekleri küçük görülür. Bu savaşın ana amacı; halkı kendi içinden çıkardığı liderden soğutmak, devlete olan geleneksel güveni sarsmak, sosyal dayanışmayı yaralamaktır. Yani yerleşik inanç yok edilerek halkın mutsuz, kafası karışık, şüpheci ve kaygılı olması sağlanır.
Yakın tarihte en çok algı operasyonuna uğrayan liderlerimiz Merhum Necmettin Erbakan ve Merhum Turgut Özal olmuştur.
Örnekleri başlı başına kitap konusu olabilecek yoğunluktadır. Örneğin; Cumhurbaşkanı Özal'ın bazı sözleri bu operasyonlarda kullanılarak siyasi etkisi azaltılmak istenmişti. Bakan M.Keçeciler'in, akşamları taksi şoförlüğü yaparak bütçesine katkıda bulunan bir öğretmeni anlatması üzerine Özal'ın bu davranışı onaylayarak "Benim memurum işini bilir" sözü çok daha farklı bir anlama çekilerek rüşvete göz yumma, teşvik etme olarak sunulması bir kara propagandanın sonucudur.
Günümüzde ise en yoğun algı operasyonu Ülkemize,Cumhurbaşkanımıza, Başbakanımıza ve AK Parti'ye karşı yapılmaktadır.
Yakın geçmişimizden sadece bir-ikisini örnekleyelim: Suriye sınırımızdaki Ayn-el Arap'da, yani bugün Köbani denilen coğrafyada; sömürgeci ülkelerin projesi olan nüfus değişimi ve kanton oluşturulması operasyonuyla, sınırlarımız içine yoğun bölge halkı göçü başlatılmadan hemen önce Cumhurbaşkanımız Sayın R.Tayyip Erdoğan'ın "Köbani düştü, düşecek" sözü ısrarla sanki olayların birinci sebebi gibi gösterilmiştir. Bu propagandayla bir çok kişi etki altında kalmıştır. Ardından da yine yoğun bir propaganda ile İŞİD denilen örgütün Türkiye tarafından desteklendiği iddia edilmiştir. Bu baskın propagandaya bölgedeki halk kesimleri inandırılmış,"kobani" kelimesi adeta kutsanmıştı. Geçen haftalarda Akçakale sınırımızda aynı projenin yeni bir sahnesi uygulanmıştı ama görüldüğü gibi kara propaganda yapanlardan en ufak bir kelime bile duymadık. Senaryo aynı,figüranlar aynı; İŞİD vuruyor, ABD havadan bombalıyor,teröristlerden ve yerli halktan boşaltılan yerlere batı destekli PYD hakim oluyor... Kobani Olaylarının ilk gününde Suruç'ta sınırda şehrin üst düzey bürokratları, AK Parti Milletvekilleri, AK Parti İl ve ilçe başkanıyla teşkilatları, başta Büyükşehir olmak üzere ilçelerimizin belediye başkanları sınırdan ilk geçiş anından itibaren olay yerinde bulunarak sınıra yığılan kardeşlerimizin geçişlerine bizzat yardım etmişler, onlara kucak açmışlar, yeme-içme, barınma, sağlık, güvenlik sorunlarının çözümüne yardımcı olmuşlardı.
İkinci gün ise sınır geçişlerinin devamında örgütün yoğun propagandasına bizzat şahit olduk. Yardımlar için bölgeye gelen bakanlar ve vekiller örgüt mensuplarınca taşlanıyordu. Özellikle bölge illerinin belediyelerinin getirdikleri elemanlar devletin ve yardım kurumlarının gelen misafirlerle iletişim kurmalarını anında engelliyorlardı. Sonuçta hükümetin-milletin-sivil toplumun aylarca yaptığı hizmetler/yardımlar inkar edildi,yok sayıldı, kör olundu, aynı ezberlenmiş slogan cümleler aleyhte söylenmeye ve örgüt propagandası yapılmaya devam edildi. Kara propagandanın etkisi seçimlerde de kendini gösterdi.
Yeni yüzyılda, başta Ortadoğu'nun sınırlarını yeniden düzenlemeye çalışan sömürgeci batının oyun kurucuları bir yandan başta İngiltere olmak üzere Avrupa'daki devrimci ruha sahip Müslümanlarını bölgede oluşturdukları İŞİD terör örgütüne yönlendirerek binlercesini program dahilinde katlettiler. Bölgenin cihat ruhu taşıyan gençlerini de kamyonlarla savaşa diye götürüp topluca imha ederken, 'sarıklı-sakallı-İslâm? kuralların ayrıntılı olarak öğretildiği Yahudi timler' Irak-Suriye'de toplu sivil kıyım yapma yarışına girdiler, para karşılığı kelle avcılığı yaptılar. Güneydoğu bölgemizde 2012'de öldürülen teröristler içinden 32'sinin İsrail vatandaşı Yahudiler olduğu ortaya çıkmıştı ve İsrail devleti vatandaşlarının cesetlerini Türkiye'den aldı götürdü. Bu Yahudiler neden Türkiye'deydiler?
Sömürgeciler, İŞİD terör örgütü karşısında oluşturdukları cepheyle de savaş deneyimi olmayan Kürt asıllı gençlerimiz çok sayıda katledilmektedirler. Böylece kendi ülkelerindeki Müslümanlar sindirilip azaltılırken yine PYD/PKK'ya çekilen / öldürülen yüzlerce Kürt gencin ailesi/aşireti önce duygusal olarak kendi istediklerinin saflarına çekilmiştir bile. Batının yeni yüzyıl oyunlarına karşı çıkan AK Parti ne kadar "Barış Süreci" deyip seksen yıllık Kürtlerin ret ve inkâr edilmesi politikalarından dönüş yaptırıp onların haklarını verse de, bölgeye yüksek yatırımlar yapsa da yoğun algı operasyonuna tutulanlardan bir tek oy bile beklemenin bir anlamı olamamaktadır.
Coğrafyamızda nasıl algı operasyonları yapılıyor, toplumsal hipnotize nasıl oluşturuluyor hepimiz yakından izliyoruz. Firavunun gözbağcı sihirbazlarının günümüz temsilcileri olan uluslararası medyanın ve onun yerli temsilcilerinin kendilerine verilen görevi azimle yaptıklarını hepimiz izliyoruz. Bunlardan sadece bir bölümü olan "okyanus medyası" diye adlandırılanların yaptıkları yoğun kara propaganda ile etkilenen polis-subay lojmanlarında oturan güvenlik güçlerinin birçok arkadaşlarını şehit eden terör örgütünün yönlendirdiklerine oy verebilmeleri, kendi devletlerine düşman cemaat yığınları oluşturabilmeleri üniversitelerde tez konusu olacak olaylardır. Bu medya gruplarının yalanda sınır ve ahlâk tanımayan propagandaları hâlâ devam ediyor.
Seçimden önce batı medyasının söylemi :
"ABD ve Türkiye'nin NATO müttefikleri Erdoğan'ı içinde bulunduğu bu yıkıcı yolda durdursun!" (New York Times)
"Tam Batılılaşmamış, yoksul Müslümanların kendi ülkelerini yönetmelerine izin verilemez!" (The Guardian)
"HDP meclise girdiği taktirde bunun ikili yararı var. Erdoğan'ın başkanlık planları bitecek, Kürt Barış sürecine ivme kazandıracak. Türkler oylarını HDP'ye vermelidir. (The Economist)
Seçimden sonra batı medyasının neşeli söylemi :
"Erdoğan gitti artık daha güçlüyüz, İstanbul'a dönüyoruz." Israel Today "Erdoğan'ın başkanlık hayalinin sonu. (El Pais)
"Halk Erdoğan'a büyük darbe vurdu. AKP tek parti iktidarını yitirdi. Erdoğan kaybetti, sultanın sonu…"( New York Times)
"Seçim sonuçları bomba etkisi yapan bir sürpriz. Kürt Obama'sı ülkenin yeni parlayan yıldızı…" (The Guardian)
"Kürt partisi yükseldi. Erdoğan'a ağır darbe." (Financial Times)
Bütün bunlar kimlerin ve neyin uluslararası bir proje olarak tasarlandığını ve kimler tarafından algı operasyonlarının uygulandığını apaçık gösteriyor. Seçim sonuçlarına sevinenler: Batılı sömürgecilerin sözcüsü medyaları, İsrail, Pensilvanya. Seçim Sonuçlarına üzülenler: İslam dünyası en önce, Suriye, Filistin, Irak, Bosna, Arakan, Yemen, Lübnan, Ürdün ve Doğu Türkistan'da yaşayan Müslümanlar.
2015 Genel seçim sürecinde Yeni Türkiye'nin şahsında AK Parti'ye karşı yapılan psikolojik savaş saldırıları yakın tarihimizin en yoğunudur. Başta AK Parti, genel merkezinden bütün teşkilatlarına kadar herkesin kendine bir ders çıkarması gerekmektedir. Dava şuuru olmayan AKP'liler ayıklanmalı; AK Parti yeniden milli ve manevi davasının ışığına kavuşma reformları yapmalıdır. Bölgemizin muhafazakârlarına sahip çıkılmalıdır.
Aydınlarımızın başta asabiyet olmak üzere bütün algı operasyonları hipnozundan kurtulmaları elzemdir. Velhasıl "yeniden iman edilmelidir" Bu yürüyüşte darbe almışızdır. Türkiye zaman kaybedebilir ancak Allah'ın izniyle Yeni Türkiye yolundan, Yeni Ortadoğu, Yeni İslam Dünyası yolundan asla geri dönmeyecek;
"İstikbalde en gür seda İslâm'ın olacaktır!"
***

25 Mart 2015 Çarşamba

SEÇİME DOĞRU

7 Haziranda bir demokrasi sınavımız daha var. Bu seçimde de Anadolu insanımız yine her zamanki aklıselimiyle AK Parti’yi tek başına iktidara getirecektir. Bu sınavın sonunda: Ülkemizin Yeni Anayasa iradesi daha bir netleşecek. Türkiye’mizin hayali Başkanlık Sistemi oylanacak/onaylanacak. Çözüm sürecinin kaderi belli olacak. Derin ve paralel yapı ile onun kurumlarına son tavırlar konulacak. Yeni Türkiye tescillenerek meşruiyetini kabul ettirecek. Yeni Türkiye vizyonu bu seçime bağlı, Başkanlık Sistemini içeren Yeni Anayasa ile misyonunu tam anlamıyla şekillendirecektir. Özgür, bağımsız Türkiye bölgesel gücünü pekiştirecek,2071’lerin küresel güç olma hedefine devam edecektir.
Seçim sonu tahminlerine bakacak olursak, en büyük ihtimal AK Parti 367 ile 400 arasında milletvekili çıkararak 2023 hedefine Yeni Anayasa ve Başkanlık sistemi ile güç katarak tek başına azimle halkına hizmet etmek için yürümeye devam edecektir. AK Parti sorunların çözümünü bu güne kadar devam ettirmiş ve imkânsız gibi görünen birçok şeyi başarıyla sonuçlandırmıştır. Bu Sessiz Devrimi Cumhurbaşkanımız Sayın R.Tayyip Erdoğan başarıyla götürmüş; şimdi de Başbakanımız Sayın Ahmet Davutoğlu başarıyla aynı çizgide devam ettirmektedir. AK Parti köhnemiş statükoyu yıkmak üzerinden demokratik değişimi, istikrar üzerinden devamlılığı simgeliyor. Ülkenin ihtiyaçlarına siyaseten olumlu tekabül ediyor.
Türkiye’mizin muhalefet sorunu ise hâlâ devam ediyor. CHP ve MHP ne yazık ki Yeni Türkiyeli olamıyorlar, bir türlü değişen dünyayı, bölgeyi görmek ve anlamak istemiyorlar. AK Parti gitsin de isterse dünya yıkılsın, isterse Türkiye parçalansın, kan gövdeyi götürsün hiç umursamıyorlar. Yani “ya benimsin ya kara toprağın” anlayışından kurtulamıyorlar. Bu yüzden de eski Türkiye hayalinde olan statükocu kesim dışından oy alamayacaklar, belki baraja bile takılacaklardır... Halkımız hiçbir zaman izin vermeyecektir ama diyelim ki bunlar 2015’te uluslar arası derin komplolarla, darbeyle alternatif bir hükümet kurdular ve milliyetçi-kemalist bir iktidar oluşturdular, ne olur? Türkler ve Kürtler barış içinde bir arada yaşamak istiyorlar ve bölünmeye karşılar ama bunun tam tersini isteyen güçlerin olduğu da ortadadır. Böyle statükocu bir koalisyon onların arayıp da bulamayacakları bir ortam olacaktır. Sonucunda Türkiye komşularından beter olur. Çözüm/barış süreci biter, savaş yeniden başlar…
Çözüm süreci devam ediyor. Geçen yıl olduğu gibi bu yılda nevruzda Öcalan tarafından silahların gömülmesi talebi vurgulandı. Silahların gömülmesi tartışılmamalıdır bile. Kürtlerin enselerinden PKK’nın namlusunun gölgesi kalkmadan hiçbir şey tam anlamıyla konuşulamaz, çözülemez, demokrasinin ve barışın adı bile okunamaz. Bu arada her iki taraf mutlaka “kendi geçmişleriyle yüzleşmelidir.” Bugüne kadar bunlar hiç konuşulmaya yanaşılmadı, hele hele “özeleştiri” kelimesinin yanına bile yaklaşılmadı. Eğer gerçekten barış ve demokrasi ile bir arada yaşamak isteniyorsa; hükümet 90’lı yıllarda doğuda yapılan ihlâlleri ve hataları mutlaka kurcalamalıdır… PKK kendi geçmişiyle yüzleşerek son 30 yılının özeleştirisini ne zaman yapacaktır? Hakkari’de sivil insanlarımızın, pazara eşiyle alışverişe giden askerimizin katledilmeleri, çok sayıda HÜDA PAR’lının 6-8 Ekimde öldürülmeleri, yine 6-8 Ekim’de güvenlik kuvvetlerinin ‘barış sürecine zarar gelmesin inceliğini ve dikkatini’ istismar ederek günlerce sokakları yakma-yıkma-işgal etme ve cinayetlerin işlenmesi, şantiyelerin basılması, işadamlarının kaçırılmaları, mahkemelerin kurulması, vergi toplanması, son yerel seçimlerde AK Partiye oy veren köylülerden ceza parası alınması, ilçe başkanlarının ve sandık görevlilerinin silahla tehdit edilmeleri, AK Parti ilçe binalarının defalarca silahlı saldırıya uğraması ve yakılması, seçimi kazanan belediye başkanlarına bombalı ve silahlı saldırıların yapılması ve bunlar gibi demokratik tahammül sınırları dışına taşan eylemler “Barış Sürecine” ne katkı sağlamıştır? HDP önümüzdeki seçimde de ‘halka güven vermeyen silahlı örgüt’ mantığıyla şimdiye kadar sürdürdüğü davranışlarına devam edecek olursa % 10 barajını muhtemelen aşamayacak ve meclise bile giremeyecektir. Akabinde HDP, PKK desteğinde Kürt milliyetçisi hareketi sokaklara kaydırarak kargaşaya yol açmaya kalkarsa da yine Kürt milletinden ciddi bir destek alamayacaklardır. Çünkü Kürtler şimdiye kadar olduğu gibi çözüm süreci hedefine şaşmaz bir sağduyu ile yürüyecek; ülkenin, milletin, devletin bekasından yana tavır koyacaklardır. Yok eğer barış ve çözüm sürecine köstek değil de destek olunacaksa (yani, geçen nevruzda İmralı’nın PKK’ya silahları gömün ve ülke dışına çıkın çağrısının göz ardı edilerek gürültüye getirilmesi gözlerden kaçmamıştır. Tam bir yıl sonra bu nevruzda da aynı çağrı yeniden yapılmıştır. Nisandan itibaren en kısa zamanda bu eylem planı uygulamaya konulacaksa), mutlaka barış isteyen halkımız da kendi geleceğine güven duymaya başlayacak HDP’ye barajı aştıracaktır. %10 barajını aşılırsa; HDP Türkiyelileşecek, gerçek olarak siyasalaşacak, Türkiye siyaseti için yeni bir güç olacaktır… ***

1 Mart 2015 Pazar

SESSİZ DEVRİME DEVAM

Son bin yılda en kritik dönemlerde kader birliği yapan Ortadoğu’nun köklü halklarından Türkler ve Kürtler; 1071’de Malazgirt’te Alparslan’nın komutasında Haçlılara karşı, 1187’de Selahattin’in komutasında Hittin Savaşında Haçlı Kudüs Krallığı’na karşı zaferler kazanan birlikteliklerini Yavuz Sultan Selim ile Kürt önder İdris-i Bitlisi arasında 1514’te yapılan antlaşma ile, Osmanlı doğu sınırlarını garanti altına alırken Kürtlerde güvenlik ortamına kavuşmuşlar, bilim-kültür ve dini alanlarda çok önemli ilerlemelerde bulunarak bunu pekiştirmişlerdir. Birinci Dünya Savaşında ve Çanakkale’de bu birliktelik devam etmiştir. Osmanlı Devletimizin yıkılmasının ardından 1916’da batının Sykes-Picot düzeni ile tarihsel hafızamız medeniyet perspektifimiz yok edilmiş; ulus devlet modelinin inşasının getirdiği laikçi ve etnik Türkçülük sürecinin travmaları sonucundaki doğal uyuşmazlık “Kürt Sorunu”nu doğurmuştur. Aralıklarla yapılan barış çağrıları yapılan provokasyonlarla engellenmiştir. En son olarak 2009’da hükümet tarafından bugünkü barış çağrılarının benzeri yapılmış Kandil’in “Habur Provokasyonu” sonucu barış için verilen bütün emekler boşa çıkarılmıştı.
Otuz seneden beri devam eden bu çatışma ortamı sonucu 40 binden fazla insanımız hayatını kaybetmiştir.
TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu’nun bünyesinde kurulan “Terör ve Şiddet Olayları Kapsamında Yaşam Hakkı İhlallerinin İncelenmesine Yönelik Alt Komisyon” raporu 2013 yılının Ocak ayında yayımlanmıştı.
1984 yılı ile 2013 yılı arasında terörün Türkiye’deki acı bilançosu şöyledir: Terör nedeniyle son 30 yılda 7 bin 918 kamu görevlisi şehit oldu. 1984-2012 yılları arası 22 bin 101 PKK’lı öldü. 1984-2012 arasında 5 bin 557 sivil öldü. PKK’nın iç infazlarının sayısı ise bilinmiyor. Faili meçhul cinayetlerin sayısı da tam olarak bilinmiyor. Ancak 17 bin kişinin faili meçhul kurbanı olduğu tahmin ediliyor. İstatistiklere geçmeyen ölümler hariç, 35 bin 576 kişinin terör nedeniyle yaşamını yitirdiği biliniyor. 14 ilde 62 bin 448 hanede 386 bin 360 kişi köylerinden göç etmek zorunda kaldı. Geri dönmeleri için 128 milyon 360 bin TL ödenek aktarıldı. Uzmanlar son 30 yılda teröre harcanan yaklaşık 350 milyar dolarla; Sinop Nükleer Santrali’nden 16 tane yapılabileceğini, 87 Atatürk Barajı, 100 Yavuz Sultan Selim Köprüsü, 70 Marmaray’ın hayata geçirilebileceğini belirtiyor.
Türkiye 40 yıl kaybetti. Kürt ile Türk’ü düşman etmeye kalkıştılar. Başaramadılar. Dolmabahçe’den yapılan silahlara veda çağrısı bölgemizin geleceği için yepyeni bir adımdır. Artık Türkler ve Kürtler Ortadoğu halklarıyla yeni bir düzen kurmak için yola koyulmuşlardır,süreç kararlılıkla sonuçlanacaktır.
2023’ün,2050’nin,2071’in Yeni Türkiye’si hep birlikte inşa edilecektir.
Yeni Türkiye’nin Sessiz Devrimi devam ediyor. Barış Sürecinin barış çağrısını şöyle anlıyoruz:
“PKK Türkiye’ye karşı silah bırakacak ve dağdaki silahlı eylemcileri ile cadde, sokak ve yolda kamu düzenini bozan tüm elemanlar çekilecektir.
Bağımsızlık ve özerklik gibi aşırı talepler olmadan, güçlendirilmiş yerel yönetimler oluşturulacaktır.
Vatandaşlık hakları ve kültürel talepler Yeni Anayasa’da yer alacak şekilde yeniden tanımlanacaktır.
Herhangi bir suça karışmamış PKK’lıların eve dönüşü için gerekli adımlar atılacak ve bunlar için siyaset yapma imkânları sağlanacaktır.
PKK’nın bir an evvel kongresi toplanacak ve Öcalan’ın çağrısı üzerine Türkiye'ye karşı silah bıraktığını açıklayacaktır.
Bu mutabakatın ve silah bırakma çağrısının tam yerine getirilmesi için PKK’nın bahar kongresinde karar alması, mutabakatla alınan kararlara uymayanlara karşı ortak mücadele edilmesi gerekiyor.
Silah bırakarak Yeni Türkiye’yi benimsemiş, içine sindirmiş olan PKK ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti artık çok daha farklı bir noktaya geliyor.
Kuzey Irak yönetimini de yanına alan Yeni Türkiye, Ortadoğu’daki sorunların çözümünde çok daha etkin ve daha güçlü bir aşamaya ulaşacaktır.”
Silahların devre dışı kalması, demokratik gelişime hız katacaktır. Yeni Anayasa birçok köklü ve kronik sorunun çözümünde önemli bir fırsattır.
Temel sorunlarını geride bırakan Türkiye, bölgesel ve küresel bir güç haline gelecektir.
Çözüm sürecinin zor, meşakkatli, hemen bitmeyecek bir süreç olduğunu biliyoruz. Ancak samimiyet, cesaret ve kararlılıkla sonuca ulaşacağımıza da inanıyoruz.
Tarihi kararların ülkemize ve bölgemize hayırlar getirmesini diliyoruz.
‘Biz birlikte Türkiye’yiz’

13 Şubat 2015 Cuma

FİLİSTİNDE İKİ ÇOCUK

KASIM-2005
Müslümanların başına bela olmuş İsrail devletinin işgal ettiği Filistin’de her türlü zalimliği kendisine mübah görerek yaptığı katillikler yıllardır hiç durmadı. Tabi oradaki Filistinli kardeşlerimizin yiğit direnişleri de…
Aşağıya iki Filistinli çocuk şehidin çocuk katillerine karşı direniş öykülerini aldım.Bu iki öykü dünyanın öbür ucunda ayağına diken batan müslümanın acısını yüreğinde hissetmesi kardeşliği istenen bizlerin , katılaşan kalbimizi yumuşatır mı bilmem. Onlar için tasalanalım, dualarımıza oradaki kardeşlerimize de katalım.
Adı Faris Udah. Filistinli. İlk fotoğrafı çekildiğinde henüz 13 yaşındaydı. Gazze Şeridi'ndeki Karni köyünde yaşıyordu. İsrail tankları ve askerleri köyünden hiç eksik olmuyordu. Okula dünyadaki diğer çocuklar gibi rahat rahat gidip gelemiyordu. 29 Ekim 2000'de AP muhabiri Laurent Rebours'un yolu Karni köyüne düştüğünde Filistinli Faris, İsrail tankına taş atıyordu. O taş attıkça, tankın namlusu onu izliyordu. Muhabir deklanşöre bastı ve o anı ölümsüzleştirdi. O günlerde çocuğun ismi belli değildi. İsimsiz bir kahramandı. Fotoğrafı dünya medyasında bol bol yer aldı. Filistin halkı için fotoğraf, direnişin sembolü haline geldi. Arafat 'Bu çocuk benden bile iyi. 55 yıllık mücadelem onun cesareti yanında sönük kalır' dedi. 'Tanka karşı çocuğun' fotoğrafları poster oldu. Sembolleşmesi ise şehadetine sebep oldu. İsrail, Filistin halkının moral kaynağı olan fotoğraftaki çocuğun kimliğini hızla belirledi. Bir hafta sonra 8 Kasım 2000'de küçük Faris Udah, amcaoğlu Sayed Udah ve arkadaşı Wayil Emad ile birlikte evinin yakınındaki meydanda İsrail askerleri tarafından vurularak öldürüldüler.
İkinci mücahid çocuğumuzu Amerikalı gazeteci Keti’nin yaşadığı bir öyküden tanıyoruz. İsrail askerlerine karşı tüm öfke ve kinlerini yalnız ve yalnız minik avuçlarında gizledikleri taşları fırlatarak gösteren Filistinli çocukları gören Amerikalı gazeteci Keti'nin yaşadıkları Filistinli Cihad er-Recbi'nin tarafından ‘Direniş Öyküleri’ adlı kitabında kaleme alınmış. Keti'nin öyküsü şöyle:
"Yiğitlik hayallerini arayan bir çocuk, askerlerden birine yanaştı ve elindeki küçük taşı fırlattı üzerine. Gözleri parlıyordu çocuğun. Korkuya yer yoktu gözünün kıvrımlarında. Asker, çocuktan intikamını almak istediyse de çocuğun tezcanlılığı, askeri, kanını dökme ve nazenin kemiklerini kırma zevkinden mahrum bırakmıştı. Keti küçüğün bu cesur görüntüsünü kamerasına almış; vücudunu kurtarabilmesine de sevinmişti. Artık kafa derisini sadece Kızılderililer'in yüzmediğini anlıyordu Keti... Keti direnişçi çocuklara yetişip kendisini şaşkın bir şekilde izleyen çocuğun gözlerine baktı. Yavaşça yanına yaklaştı. Bir an olsun korkak veya tedirgin olduğunu hissetmemişti bile. Kana ve toz-toprağa bulanmış o küçük ellerinden tuttu ve bir öpücük kondurdu alnına... Küçük direnişçinin huzurunda ne kadar zayıf kaldığını hissettiren bir öpücüktü bu. Daima taktığı ve sahip olduğu en değerli şeyi olduğuna inandığı gerdanlığını çıkarıp küçüğün boynuna astı ve hüzünle baktı ona. Çocuk da, kendini Keti'nin gözlerinden kaçırdı, yere doğru eğildi, küçük bir taş alıp ona verdi. Onun da en değerli hediyesi buydu işte! Bu Batılı gazetecinin ne yapmak istediğini anlayamamıştı belki ama kendisine kırık taşların çokça bulunduğu mekanları gösteren annesinden çok farklı olmadığını hissetmişti. Keti taşı tuttu ve uzunca inceledi. Sonra elindeki değerli hediye ile tek başına uzaklaştı oradan. Çocuk gözleriyle onu izledi ve ardından o da taşlarına ve kanını arayan askerlere döndü. Öylece bakakaldı küçüğe, sanki gözlerinde saklamak ister gibiydi. Ok gibi koştu küçük. Küçük taşını attı ve diğer arkadaşları gibi Keti'nin anlayamadığı kelimelerle bağırdı. Anlayamıyordu ama, bu kelimelerin, onların gözlerinde ve ellerinde devrimler yaratan kelimelerin ta kendisi olduğunu biliyordu. Küçük "Allahu Ekber, Allahu Ekber" diye bağırırken, askerlerden biri zırhlı aracıyla üzerine doğru yürüyordu. Kaçmaya çalıştı, küçük, annesinin kucağını bulmaya çalıştı... Deli gibi koştu Keti. Ve dehşetle bağırdı: "Hayır... hayır... hayır". Fakat çığlıkları hiç kimsenin kulağına ulaşmamıştı. Zırhlı araç o küçük bedeni ezerek, bir türlü gerçekleşmeyen bir hayali gerçekleştirmişti; asker için... Keti kırgın vücudunu yere attı ve kanlara boyanmış cesedi kucaklayıverdi. Gerdanlık hâlâ boynundaydı ve çocuklar gibi gülümsüyordu. Bu bir çocuk yüzü. Niçin kanlara bulanır ki? Bu silahlı insanlara şu küçüğün taşından ne gibi bir tehlike gelirdi ki? Uyandırmaya çalıştı, yumuşacıktı küçük, niçin ölsündü? Mutlaka daha altı yaşını bile doldurmamıştı, niçin ölsündü ha? Keti önce, öfkeyle yere dökülen kanlara, daha sonra da hâlâ o değerli hediyeyi tutan eline baktı, bir an hüzün ve öfkeden aklını yitirmişçesine durdu. İşgal edilmiş topraklardaki çocukların taşıdığı o güçle bağırdı sonra:"Hayır... hayır... hayır." Ardından, küçüğün hediyesini fırlattı askere doğru. Bağırıyordu Keti, küçüklerle beraber yerden taş alıp askerlere atıyordu. Kocasının kanı ve küçüğün bedeni için intikam almaya başlıyordu artık...
O da artık bir Filistinliydi !
***

GÜZEL AHLAK

İyi müslüman olmak için güzel ahlaklı olmak gerekir.
Güzel ahlaka nasıl sahip olunur?
İyi bir müslüman olmak için güzel ahlaka sahip olmak, kötü ahlaktan uzak durmak gerekir. Ancak bununla dünya ve ahiret saadeti elde edilir.
Güzel ahlak, ilim ve edep öğrenmekle, iyi insanlarla arkadaşlık etmekle elde edilir. Kötü ahlak da bunun tersidir. Yani cahil kalmak, edepsiz olmak, kötü insanlarla arkadaşlık etmekten hasıl olur. Cenab-ı Hak, Peygamber efendimizi överken (Gerçekte sen büyük bir ahlak üzeresin) buyuruyor. (Kalem 4)
İyi insan, iyi ahlaklı insan demektir. Dinimiz iyi huylar edinmemizi, kötü huylardan kaçınmamızı emretmektedir.Güzel ahlaka sahip kimselere gıpta etmek, onlar gibi olmaya gayret etmek gerekir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Nimete kavuşmuş olanlardan, tevazu gösterene ve kendini hep kusurlu bilene, helalden kazanıp, hayırlı yerde sarf edene, fıkıh bilgileri ile hikmeti [tasavvufu] birleştirene, helale harama dikkat edene, fakirlere acıyana, işlerini Allah rızası için yapana, huyu güzel olana, kimseye kötülük yapmayana, ilmi ile amel edene ve malının fazlasını dağıtıp, lafının fazlasını saklayana müjdeler olsun) [Taberani]
Ahlak hakkında İslam âlimleri buyuruyor ki:
"Kötü ahlaklı, parçalanmış testiye benzer. Ne yamanır, ne de eskisi gibi çamur olur."
"Her binanın bir temeli vardır. İslamın temeli de güzel ahlaktır."
"Kötü ahlak, öyle bir fenalıktır ki, onunla yapılan birçok iyilikler fayda vermez. Güzel ahlak, öyle bir iyiliktir ki, onunla yapılan günahlar affa uğrar."
"Yükselen bütün insanlar ancak güzel ahlakları sayesinde yükselmişlerdir."
"Güzel ahlak güler yüzlülük, cömertlik ve kimseyi üzmemek demektir."
"Güzel ahlak, kimseyle çekişmemek ve kimseyi çekiştirmemektir."
"Güzel ahlak, eziyet vermemek ve meşakkatlere katlanmaktır."
"Güzel ahlak, genişlikte ve darlıkta insanları razı etmeye çalışmak demektir."
"Güzel ahlak, Allah’tan razı olmak demektir. Yani hayrı ve şerri Allah’tan bilmek, nimetlere şükür, belalara sabretmektir."
"Güzel ahlakın en azı, meşakkatlere göğüs germek, yaptığı iyiliklerden karşılık beklememek, bütün insanlara karşı şefkatli olmaktır."
"Güzel ahlak, haramlardan kaçıp helalı aramak, diğer insanlarla olduğu gibi aile efradıyla da iyi geçinip onların maişetlerini temin etmektir."
"Güzel ahlak, Yaratanı düşünerek, yaratılanları hoş görmek, onların eziyetlerine sabretmektir."
Bir Müslüman herkese karşı güler yüzlü olmalıdır.Hadis-i şerifte, Allah’a ve ahiret gününe iman edenin, misafirine ve komşusuna ikram etmesi, ya hayır söylemesi veya susması emredilmiştir. (Buhari Başkasının kötü ahlakından şikayet eden kimsenin kendisi kötü ahlaklıdır. Başkalarının kötülüklerinden bahsediyorsak, bu kendimizin kötü olduğunun alametidir. Güzel ahlak, eziyetleri sineye çekmektir.
Güzel ahlaklı olmanın alameti şunlardır:
İnsaflı olmak, arkadaşlarının hatasını görmemek, hüsnü zan etmek, suizandan [kötü zandan] kaçınmak, arkadaşlarının eziyetlerine göğüs germek, onlardan şikayetçi olmamak, hep kendi ayıp ve kusurlarıyla meşgul olmak, kendi nefsini kınamak, güler yüzlü olup, herkesle yumuşak konuşmaktır.
Güzel ahlaklı kimse, edeplidir az konuşur, hatası azdır, gıybet etmez, Allah için sever, Allah için buğzeder, emanete riayet eder, komşu ve arkadaşını korur. Bütün hasletlerin başı ise hayadır.
Güzel ahlaklı bir kimsenin kötü huylu bir hanımı vardı. Gayet iyi geçiniyorlardı. Kötü huylu hanımla nasıl iyi geçindiği sorulunca, iyi ahlaklı kimse şöyle cevap verdi. İyilerle herkes geçinir. Marifet kötü ile geçinebilmektir. Onun kötü huyuna sabredemezsem benim iyi huylu olduğum nereden belli olacaktır?

Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmak
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: (Bir kimse, bir zat ile konuşunca, eğer kalbinde, dünya sevgisi azalıp, Allahü teâlâya bağlılığı artarsa, onun keramet sahibi, evliyadan bir zat olduğu anlaşılır. Eğer böyle olmazsa, o zatın istidrac gösteren bir yalancı olduğu meydana çıkar. (Evliya olmak için Allahü teâlânın ahlakı ile ahlaklanmak gerek) buyurulmuştur. Yani Allahü teâlânın sıfatlarına uygun sıfatlar, evliyada hasıl olur. Fakat bu benzerlik sadece isimdedir. Yoksa sıfatların özelliğinde beraberlik olmaz. (Allahü teâlânın ahlakı ile ahlaklanın) emrini anlatırken Hace M. Parisa hazretleri, Tahkikat kitabında buyuruyor ki:
"Allahü teâlânın bir sıfatı Basirdir. Yani Allahü teâlâ her şeyi görür. Bir kimsenin kalb gözü açılır, firaset ışığı ile, kendi ayıplarını ve başkalarının iyi huylarını görürse, yani başkalarını kendinden üstün görürse ve Allahü teâlânın her an gördüğünü göz önünde bulundurarak hep Onun beğendiği şeyleri yaparsa, bu sıfatla huylanmış olur.
Allah’ın bir sıfatı da Mümittir. Yani öldürücü demektir. Bir kimse, sünnetler yerine yerleşmiş olan bid'atleri yok ederse, bu sıfatla sıfatlanmış olur. Bütün sıfatlar, bunlar gibidir."
Allahü teâlânın sıfatlarından biri Settardır. Yani günahları örtücüdür. Müslüman da, din kardeşinin kusurunu örtmelidir.
Allahü teâlâ Kerimdir. Rahimdir. Yani lütfu, ihsanı bol ve merhameti çoktur. Müslüman da, cömert ve merhametli olmalıdır!
Allahü teâlâ, Gaffardır, yani kullarının günahlarını affedicidir. Müslümanlar da birbirlerinin kusurlarını affetmelidir! Af, hak ettiği bir şeyi almayıp sahibine bağışlamak demektir. Allahü teâlâ affedicidir, affedenleri sever. Kur'an-ı kerimde mealen, (Affet, marufu emret ve cahillerden yüz çevir!) buyuruluyor. (Araf 199)
Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki: (Affedin ki, Allah da sizi affetsin ve şerefinizi yükseltsin!) [İsfehani] (Allah için affedeni Allah yükseltir, aziz eder.) [Berika] (Kendinden uzaklaşanlara yaklaşmak, zulmedenleri affetmek, kendini mahrum edenlere ihsan etmek, güzel huylu olmaktır.) [İ.Ebiddünya] (Sana zulmedeni affet, sana gelmeyene git, sana kötülük edene sen iyilik et, aleyhine de olsa mutlaka doğru konuş.) [Ruzeyn]
(Musa aleyhisselam, "Ya Rabbi, senin indinde en aziz kimdir?" diye sordu. Allahü teâlâ da, "İntikam almaya gücü yeterken affedendir" buyurdu.) [Harâiti] (Allah, merhameti olmayana merhamet etmez, affetmeyeni affetmez.) [İ.Ahmed] (Affedin ki affa kavuşasınız!) [İ.Ahmed]
En makbul amel nedir?
Peygamber efendimiz, en makbul amelin güzel ahlak olduğunu bildirmiş, (İman yönünden müminlerin en faziletlisi, ahlakı güzel olanlardır) buyurmuştur. (Hakim) Bir kimse Peygamber efendimizden nasihat istedi. Dedi ki: - Ya Resulallah bana öğüt ver! - Nerede olursa olsun Allah’tan kork! - Yine buyur ya Resulallah! - Her kötülüğün akabinde bir iyilik yap! İyilikler günahları giderir. - Yine buyur! - Herkesle güzel geçin! (Tirmizi)
Oğlu, Lokman aleyhisselama sorar:
- En iyi haslet nedir? - Dindar olmaktır.
- Peki babacığım, bu haslet iki olursa? - Dindarlık ve mal sahibi olmak.
- Üç olursa? - Dindarlık, mal ve haya.
- Dört olursa? - Dindarlık, mal, haya ve güzel ahlak.
- Beş olursa? - Dindarlık, mal, haya, güzel ahlak ve cömertliktir.
- Altı olursa? - Oğlum bu beş haslet kimde olursa, o kimse takva ehli, temiz bir kimsedir, Allahü teâlânın dostudur, şeytandan uzaktır.
Kur'an-ı kerimde ise mealen buyuruluyor ki: (Allah indinde en şerefliniz, takva ehli olanınızdır.) [Hücurat 13]
Bir kimse, asil bir aileye mensup olmasa da, güzel huylu ise, onun için güzel huyu, iyi bir asalettir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Güzel huy gibi asalet, tedbirli olmak gibi akıllılık olmaz.) [İbni Mace]
Güzel huylu kimse, insanların takdirini kazanır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Mallarınızla herkesi memnun edemezsiniz. Güler yüz ve tatlı dil ile, güzel ahlakla memnun etmeye çalışınız!) [Hakim]

Güzel ahlaka sahip olmak için ne yapmak gerekir?
Güzel ahlaka sahip olmak için iyi ve kötü huyları bilmek gerekir. Ayrıca kendi kötü huylarını teşhis etmek gerekir. Bu teşhisi kendi yapar. Yahut bir âlimin, rehberin bildirmesi ile anlar. İnsan kendi kusurlarını zor anlar. Güvendiği arkadaşına sorarak da, kusurunu öğrenir. Sadık olan dost onu tehlikelerden, korkulardan koruyan kimsedir. Düşmanlarının kendisine karşı kullandıkları kelimeler de, insana ayıplarını tanıtmaya yarar. Çünkü düşman, insanın ayıplarını arayıp, yüzüne çarpar. Arkadaş ise, insanın ayıplarını pek görmez.
Birisi İbrahim Ethem hazretlerine, aybını, kusurunu bildirmesi için yalvarınca, seni dost edindim. Her halin bana güzel görünüyor. Aybını başkasına sor, dedi.
Başkasında bir ayıp görünce, bunu kendinde aramak, kendinde bulursa, bundan kurtulmaya çalışmak gerekir. (Mümin müminin aynasıdır) hadis-i şerifinin manası budur. Yani, başkasının ayıplarında, kendi ayıplarını görür. Isa aleyhisselama, bu güzel ahlakını kimden öğrendin, dediklerinde, (Birinden öğrenmedim. İnsanlara baktım. Hoşuma gitmeyen şeylerinden sakındım. Beğendiğimi ben de yaptım) buyurdu. Hz. Lokmana, (Edebi kimden öğrendin) denince, (Edepsizden) dedi.
Selef-i salihinin, Eshab-ı kiramın, evliyanın menkıbelerini okumak da, iyi huylu olmaya sebep olur. Kendinde kötü huy bulunan kimse, buna yakalanmanın sebebini araştırmalı, bu sebebi yok etmeye, bunun zıddını yapmaya çalışmalıdır. Kötü huydan kurtulmak, bunun zıddını yapmak için çok uğraşmak gerekir. Çünkü, insanın alıştığı şeyden kurtulması güçtür. Kötü şeyler nefse tatlı gelir.
Çocukları ihmal etmeyelim
Bugün, bütün hıristiyan ülkelerinde, bir çocuk dünyaya gelir gelmez, buna bozuk dinlerinin icaplarını yapıyorlar. Her yaştaki insanlara, yahudiliği ve hıristiyanlığı titizlikle aşılıyorlar. Müslümanların imanlarını, dinlerini çalmak ve yok etmek ve onları da, hıristiyan yapmak için, İslam ülkelerine paket paket kitap, broşür ve sinema filmleri gönderiyorlar. O halde müslümanlar, din cahillerinin hilelerine, yalanlarına aldanmamalı, bize emanet edilen çocuklarımıza sahip olmalıyız. Onlara sahip olmak da, dinimizin emirlerine uygun olarak yetiştirmekle olur.
Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Ahlakınızı güzelleştirin!) [İbni Lal]
En vahşi hayvan bile terbiye ile ehlileştiriliyor. Hiçbir zaman elma çekirdeğinden portakal olmaz. Fakat elma fidanını büyüterek, lüzumlu aşı ve kültürel tedbirlerle kaliteli elma veren bir ağaç olarak yetiştirmek mümkündür. Bunun gibi insan tabiatında bulunan bazı arzular yok edilemez, fakat terbiye edilebilir.Her şeyi, zıddı kırar. Kötü huyları, iyi huylar yok eder. Bu bakımdan kendini zorla da olsa iyi işler yapmaya alıştırmalı, onları âdet haline getirmelidir.
Çocuk, işleri ve ahlakı iyi olan insanlarla arkadaşlık ettirilirse, güzel huylar kendiliğinden onun tabiatı olur. Bu esaslar dahilinde çocuklar yetiştirilirse dünya ve ahiret saadeti elde edilir. Kıyamet günü, ana-baba, çocuğuna öğretmesi gereken ilimlerden mesul olacak, vazifesini yapmamış ise, yahut kusur etmiş ise cezaya çaptırılacaktır. Çocuklarını İslam terbiyesi üzerine yetiştirmeyenler, dünya ve ahiret felaketine maruz kalacaklardır.
Ne mutlu çocuğunu İslam ahlakı ile yetiştirenlere.
İyi huylu olmak ve bunu muhafaza edebilmek için ne yapmalı?
İyi huylu olmak için ve iyi ahlakını muhafaza edebilmek için, salih kimselerle, iyi huylularla arkadaşlık etmelidir. İnsanın ahlakı, arkadaşının huyu gibi olur. Hadis-i şerifte, (İnsanın dini, arkadaşının dini gibi olur) buyuruldu. Ahlakı bozan, şehveti harekete getiren kitapları okumamalı, böyle radyo ve TVden sakınmalıdır. İyi huyların faydaları ve haramların zararları ve Cehennemdeki azapları, hep hatırlanmalıdır. Mal, mevki arkasında koşanlardan hiçbiri muradına kavuşamamıştır. Malı, mevkii hayır için arayan ve hayır işlerde kullanan, rahata, huzura kavuşmuştur. Allahü teâlâdan korkmak, bu deryanın gemisidir. Hadis-i şerifte, (Dünyada, kalıcı değil, yolcu gibi yaşa! Öleceğini hiç unutma) buyuruldu. Faydasız şeylerden, oyunlardan, zararlı şakalaşmak ve münakaşa etmekten sakınmalıdır. İlim öğrenmeli ve faydalı işler yapmalıdır. Vaktin kıymetini bilip gece-gündüz ilim öğrenmelidir! İlim, ibadet içindir. Kıyamette işten, ibadetten sorulur, çok ilim öğrendin mi diye sorulmaz. İş ve ibadet de ihlas elde etmek içindir. (İslam Ahlakı)
Tatlı dil ve güler yüzün önemi
Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki:Müslüman güler yüzlü, münafık asık suratlı olur.
Tebessüm, bedavadır, alanı mutlu eder, vereni üzmez. Huzurun anahtarı tebessümdür.
Tebessüm edemeyen zavallıdır.
Tebessüm ateşinde erimeyen maden bulunmaz.
Gülümsemesini bilmek, iki cihan mutluluğuna sebep olur.
İslamiyet, sevgi, güler yüz, tatlı söz, dürüstlük ve iyilik dinidir.
Dostlara doğru söylemeli, düşmanları güler yüzle ve tatlı dil ile idare etmelidir.
Başarının sırrı, güler yüz, tatlı dil ve güzel siyasettir. Güzel siyaset, herkesin memnun olması demektir.
Düşmanınıza iyilik edin, hediye verin. Kırıldığınız arkadaşınıza iyilik edin, sıkıldığınız insana güler yüz gösterin. Bunları yaparsanız rahat edersiniz.
Bir kimsenin veli olduğu; tatlı dili, güzel ahlakı, güler yüzü, cömertliği, münakaşa etmemesi, özürleri kabul etmesi ve herkese merhamet etmesi ile anlaşılır.
Güzel ahlaklı kimse, edeplidir, az konuşur, hatası azdır, gıybet etmez, Allah için sever, Allah için buğzeder, emanete riayet eder, komşu ve arkadaşını korur. Güzel ahlaklı bir zata, kötü huylu hanımı ile nasıl iyi geçindiği sorulunca, (İyi huylu ile herkes geçinir. Marifet kötü huylu ile geçinebilmektir. Onun kötü huyuna sabredemezsem benim iyi huylu olduğum nereden belli olacaktır) dedi.
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Mümin kardeşinin yanında suratı asık durana melekler lanet eder.) [Hatib]
(İyiliği, güzel yüzlü kimselerden talep ediniz.) [Beyheki]
(Mümin kardeşinin yüzüne tebessüm etmek sadakadır.) [C. Sagir]
(Mallarınızla herkesi memnun edemezsiniz. Güler yüz ve tatlı dil ile, güzel ahlakla memnun etmeye çalışınız!) [Hakim]
(Din kardeşine güler yüz göstermek, iyi şeyler öğretmek, kötülük yapmasını önlemek birer sadakadır.) [Tirmizi]
(Selam verirken gülümseyen, sadaka sevabına kavuşur.) [İ.E.dünya]
(Hayrı, iyiliği, güzel yüzlülerin yanında arayınız!) [Buhari]
(Huyu ve yüzü güzel olan dünya, ahiret iyiliğine kavuşur.) [İbni Şahin]
Karşılaştığımız insanların kimisi iyi, kimisi kötüdür. Herkesle iyi geçinebilmek için ne yapmak gerekir?
İnsanlarla iyi geçinebilmenin iki şartı vardır:
1- İyi bir insan olmak,
2- İnsanları iyi tanımak. Bu iki şarta malik olan, herkesle iyi geçinir. İyi insan olmak için, dinimizin emir ve yasaklarına riayet etmek kâfidir. İnsanları tanımak için de şunları bilmek gerekir: İnsanlar üç kısımdır: Birinci kısımdakiler, gıda gibidir, her zaman gerekir. İkinci kısımdakiler, ilaç gibidir, bazen gerekir. Üçüncü gruptakiler hastalık gibidir, istenmez, fakat musallat olur. Bunlara müdara edilir.Kendisine veya başkalarına zarar gelme korkusundan dolayı iyiliği emretmek ve haramı men etmek mümkün olmazsa, böyle durumlarda fitneye mani olmak için susmaya, müdara etmek denir. Müdara, dini veya dünyayı zarardan kurtarmak için, dünya menfaatinden vermektir. Kalben nefret edip, haramı men etmek istediği halde, müdara yapmak caizdir. Hatta sadaka sevabı hasıl olur. Ancak akıllı kimse, iyi geçinir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(İyi geçinmek aklın başıdır.) [Beyheki]
(İyi geçinmek aklın yarısıdır.) [Deylemi]
(Allahü, farzları emrettiği gibi, müdara etmemi de emretti.) [Deylemi]
Müdara ederken tatlı dilli ve güler yüzlü olmak gerekir. Herkesle müdara ederek sohbet etmelidir! Yani, hep tatlı dilli ve güler yüzlü olmalıdır. İyi ve kötü, herkes ile karşılaşınca, böyle olmalıdır. Fakat, kötülere ve sapıklara müdahene etmemeli, onun sapık yolundan razı olduğunu zan ettirmemelidir. (Hindiyye)

[Müdara, İslamiyet’in dışına çıkmadan, gönlünü almaktır. Müdahene, birinin gönlünü alırken, İslamiyet’in dışına çıkmak, günaha girmektir.]
(İyi geçinmek aklın başıdır) hadis-i şerifi, ancak akıllı kimsenin insanlarla iyi geçineceğini bildirmektedir. (Beyheki) İbrahim Hakkı hazretleri buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, insanlarla iyi geçinmemizi emrederek hadis-i kudside, (Kötülük edene iyilik eden, gelmeyene giden, uzak durana yaklaşan, yemek vermeyene yemek veren, en üstün olandır. Affedin, ayıp örtün, merhamet edin ki merhamete kavuşun! İnsanlara karşı iyi huylu olanı severim ve insanlara onu sevdiririm) buyurdu.
Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki:
(Selam verirken gülümseyen, sadaka sevabına kavuşur. ) [İ.E.dünya]
(Kim, bir müslümanın sıkıntısını giderip, onu sevindirse, Allahü teâlâ, kıyamette en sıkıntılı anlarda, onu sıkıntılardan kurtarır.) [Buhari]
(İmanı en kuvvetli olan, ahlakı en güzel ve hanımına karşı en yumuşak olandır.) [Tirmizi]
(Söz veriyorum, tartışmayan, haklı da olsa, kimseyi incitmeyen Cennete girer.) [Tirmizi]

11 Şubat 2015 Çarşamba

PROPAGANDA AHLȂKI

Prof.Dr. Nevzat Tarhan “Psikolojik Savaşın saldırı ve savunma silahı; propaganda, eğitim ve provokasyondur. Cephanesi ise söz, yazı, resim broşür ve e-posta şeklindeki bilgidir. (Gezi olaylarında ve sonraki darbe teşebbüsleri sürecinde sosyal medyanın, twitterın yoğun ve etkili bir şekilde kullanıldığını hatırlayalım.) Bu savaş tarzının amacı, insanları ikna etmek ve onları değiştirmektir. Yöntemi de beyin yıkamaktır.” diyor Psikolojik Savaş-Gri Propaganda kitabında. (1)
Çinli general Sun-tzu’nun 2500 yıl önce TürkÎ devletlere karşı yürütülen savaşlarda uyguladığı Psikolojik Savaş yöntemlerinin hâlâ geçerliliğini sürdürdüğü görülüyor. Sun-tzu’nun önerilerine bakalım. “Hasımlarınızda iyi olan şeyleri gözden düşürünüz. Önderlerinin başarılarını küçük göstererek şöhretlerine gölge düşürünüz, zamanı geldiğinde de kendi halkının onları hor görmesini sağlayınız. Adi ve aşağılık kişilerin işbirliğinden yararlanınız. Halkın kendi aralarındaki uyuşmazlık ve kavgaları yayınız. Geleneklerini gülünç hale getiriniz.”
Propaganda, toplulukların düşüncelerini, duygularını, davranışlarını, tavır ve hareketlerini etki altında tutmak ve onları değiştirmek amacıyla hasımları politik ve ekonomik yalnızlığa itmek amacı güden yayınlardır. Beyaz propaganda, gri propaganda, kara propaganda, silahlı propaganda ve karşı propaganda gibi türleri vardır. Genellikle ülkelerin birbirleri ile savaşlarında kullandıkları bu yöntemleri yüzyıllık statüko artıklarına ve onların siyasi güçlerine de ısrarla uygulatmaya çalışıyorlar. Psikolojik savaş ve propaganda türleri birbirine hasım olan ülkeler arasındaki savaş ortamlarında uygulanır. Kendi devletine, hükümetine, halkına, milli birlik ve beraberliğine, barışa ve demokrasiye karşı uygulanması söz konusu olmamalıdır. Bunları yapanların ise ihanet içinde oldukları aşikardır.
Yapay bir psikolojik savaş atmosferinde propaganda adına her türlü yalan ve yanlışın ısrarla tekrarlanması ahlâkimidir? Konumuzu örnekleyecek olursak; Suriye’nin kuzeyinde Kobani olarak adlandırılan bölgede terör örgütü IŞİD saldırısının öncesinde ve binlerce insanımızın Türkiye’ye göç etmesi sonrasında hiçbir insani yardımı esirgemeyen hükümetimizin bu terör örgütünün destekçisi olarak gösterilmesi ve yoğun bir şekilde yalan propaganda yapılması kimin işine yaramıştır? Göç sonrasında bu propagandanın etkisinde kalanların 6-7 Ekim’de sokaklarda PKK-Paralel Örgüt (PDY) birlikteliğiyle terör estirmeleri; PKK’nın katliamları, halkın ev ve işyerlerini ve kamu bina ve araçlarını yakıp yıkmaları kimin işine yaramıştır? 2009 yılında devlet tarafından başlatılan o zamanki adıyla ‘Milli Kardeşlik Projesi’nde eve dönüş sürecini çözüm sürecinin bir parçası olarak görmek yerine savaşın yeni bir aşaması olarak gösterilmesi propagandası yani ‘Habur Provokasyonu’ ülkeye iki buçuk yıl kaybettirdiği ortadayken; 6-7 Ekim olaylarının yoğun propaganda ve psikolojik savaş sonucunda Çözüm Sürecine yapılan alçakça bir sabotaj olması kimlerin işine yaramıştır? Son yerel seçimde, özellikle güney doğuda silahlı örgütlerce sandık güvenliğinin ortadan kaldırılması, örgüt dışındaki sandık görevlilerinin kendilerine ve ailelerine yapılan tehditler, parti binalarının yakılması ve silahlı saldırılar yapılması, yine silahlı teröristlerce kırsalda kendileri dışındaki partilere verilen oyların sayısınca ceza kesilmesi, vergi toplanması gibi provokasyonların çözüm sürecine ne yararı olmuştur?
Devlet otoritesi sahada görünür olmazsa sahte iktidar alanları oluşabilir. Çözüm sürecinde güvenlik güçlerince özellikle kırsalda ‘dikkatlice’ davranılmasının dış güdümlü örgütler tarafından istismar edildiği ortadadır. Bu istismarların çözüm sürecine olumsuz etki yaptığı ve geciktirdiği de ortadadır. Son günlerde TBMM’de AK Parti tarafından hazırlanan ‘Güvenlik Paketi’, çözüm sürecini hızlandıracak demokratik barış ortamının sağlanması ve seçimlerin demokratik bir şekilde, insanımızın kendini özgürce ifade edebildiği, silahların ve teröristlerin olmadığı güvenli ve şeffaf bir ortamda yapılmasını amaçladığı halde bütün muhalefet kesimlerinin bir araya toplanarak ülke menfaatlerini düşünmeden yoğun bir karşı propagandaya girişmelerinin, halkı sokağa dökeriz tehditlerinin çözüm sürecine, Türkiye’nin özgürleşmesine ve demokratikleşmesine ne kadar katkısı olmaktadır?
Eski sömürgeci günlerini ısrarla arayan küresel güçler hamlelerini yerli işbirlikçileri ile yapmaya devam ediyorlar. Geçmişin kanlı bıçaklı düşmanları AK Parti iktidarı karşısında birlikten kuvvet doğar deyip sarmaş dolaş oluyorlar. PKK, kemalistler, komünistler, paralel örgüt[PDY], sözde halkçı ve sözde milliyetçiler hep bir aradalar. Bunlar elbirliği ile Türkiye’nin tek milli ve siyasi projesi olan AK Parti iktidarını alaşağı etmeye çalışıyorlar. On yıldır pkk saldırıları, ergenekon darbe teşebbüsleri ve suikastları, paralel örgüt saldırıları ve darbe teşebbüsleri Anadolu insanımız tarafından sürekli takip edildi ve dikkatle değerlendirildi. Bu akıllıca değerlendirmelerin sonuçlarını AK Parti’nin seçimlerde ve referandumlarda sürekli artan başarı grafiğinde görmekteyiz. Önümüzdeki genel seçimlerde de halkımız coşkuyla AK Parti’nin başarı grafiğini yükseltecektir.
Türkiye’nin en büyük şanssızlığı, muhalefetin bahtsızlığı yani akıllı, yerli ve milli olamamasıdır. Şu muhalefetçe kabul edilmeli; bir dönem kapandı ve Yeni Türkiye soğuk savaş yıllarının psikolojik savaş ve propagandalarının içinden sıyrılarak bütün bölge halklarının küresel sömürgecilere birlikte karşı durduğu, adalet ve özgürlüğün hakim olduğu bir projesi olan, bölgesel özgüveni yüksek ve güçlü bir ülkedir artık.
Batılın psikolojik savaş propagandalarının etkisinde kalmadan bulunduğumuz her ortamda Yeni Türkiye ve Çözüm Sürecinin önemini anlatmalı ve sürecin bir parçası olunmalıdır.
“Bulunduğu toplum için fikir üretipte söylemeyen; ya tembel ya bencil ya da korkaktır” (2)
“Kim bir meseleyi daha çok anlamışsa onun benzi daha sarıdır…”(3)
***
(1) Psikolojik Savaş-Gri Propaganda/Prof.Dr. Nevzat Tarhan
(2) Seneca
(3) Mevlana