17 Ekim 2007 Çarşamba

YARINLAR İÇİN DÜŞÜNCE PLATFORMU 2.YAZ ÇALIŞMA KAMPI SONUÇ BİLDİRGESİ

02.10.2006

Yarınlar İçin Düşünce Platformu, 2. Yaz Çalışma Kampı çalışmalarını 22-24 Eylül 2006 tarihleri arasında Antalya-Dedeman Resort Otel’de gerçekleşti. Çalışma Kampında önce “Yeniden Düzeni İstenen Ortadoğu ve Türkiye” konusu çalışıldı. Platform Yönetim Kurulu sunumlarını yaptılar. Ardından Bosna Sarajevo Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Mehmet Can, Cumhuriyet Üniversitesinden Prof.Dr. Talip Özdeş, Selçuk Üniversitesinden Doç.Dr. Mustafa Aydın, Selçuk Üniversitesinden Yard.Doç.Dr. Caner Arabacı, Tarihçi-Yazar Veli Şirin, SHÇEK Başmüfettişi Kamu yönetimi Uzmanı Sedat Ergenç ve Alper Tan hazırladıkları raporları sundular.
“Siyasi Oluşumlar ve Cumhurbaşkanlığı Seçimi” konusu çalışmalarında; Platform Yönetim Kurulu sunumunun ardından (E) Cumhuriyet Başsavcısı-Yazar Reşat Petek, (E) Milletvekili-Eğitimci Mehmet Özutku, Şair-Yazar-Bürokrat Yetkin Dilek ve Alper Tan konu ile yaptıkları çalışmaları sundular. “Ülke Gündemleri ve Sonuç Bildirgesinin yayınlanmasının ardından gelecek sene buluşmak dileğiyle vedalaşma töreni yapıldı.
Genel Merkez ve diğer temsilciliklerimizde olduğu gibi Şanlıurfa Temsilciliğimizde; yarınlar için, Türkiye için, kültürel ve moral değerlerimizi yüceltmek, düşünce üretmek, projeler geliştirmek ve bunları hayata geçirmek, hayallerimizi ve ideallerimizi gerçekleştirmek, dünya dengelerinin sarsıldığı ve Türkiye’nin yeniden yapılandığı bir süreçte ülkemize hizmet edebilmek için; araştırma ve düşünce üretimi, düşüncelerden doğan proje ve önerilerin ilgili kurumlara ve kamuoyuna sunumu, uluslararası vizyon ve toplumsal misyon çalışmalarına devam edecektir.

YARINLAR İÇİN DÜŞÜNCE PLATFORMU 2. YAZ ÇALIŞMA KAMPI SONUÇ BİLDİRGESİ

“Yeniden Düzenlenmek İstenen Ortadoğu ve Türkiye “ ile “Siyasi Oluşumlar ve Cumhurbaşkanlığı Seçimi” konularında sunulan tebliğler ve yapılan müzakereler sonucunda, aşağıdaki noktalar üzerinde mutabakata varılmıştır.
1. ABD ve Batı öncülüğünde proje olarak ortaya konulan ve 11 Eylül ile harekete geçirilen “Yeni Yüzyıl Projesi”nin uygulama alanı daraltılmış olmakla beraber; kanlı ve acı dolu bir savaşın Filistin, Lübnan üzerinden devam ettirilerek Suriye ve İran’ı da kapsayacağı ihtimal dahilinde gözükmektedir. Bu proje ile Ortadoğu’da yeniden inşa edilmesi planlanan devletleri ve haritayı Türkiye olarak kesinlikle kabul etmediğimizi;
2. Lübnan’a gönderilecek barış gücüne Türk askerinin katılmasını doğru bulmamakla beraber bunun Lübnan halkının istek ve arzusuyla gönderildiğini düşündüğümüzü; buna karşılık kesinlikle sıcak bölgelerden, çatışmalardan ve Hizbullah’ın silahsızlandırılması gibi girişimlerden uzak durulması gerektiğini vurgulamak isteriz. Lübnan’daki barış gücüne Hizbullah’ı silahsızlandırma görevi verilecek olursa, askerimizin geri çekilmesini, askerlerimize karşı orada yapılacak her türlü provokasyona karşı uyanık olunması gerektiğini;
3. İran, Suriye ve Lübnan’a karşı girişilebilecek herhangi fiili bir hareket veya savaşta ABD ve onlara destek verecek koalisyon güçlerine siyasi, idari veya askeri hiçbir desteğin verilmemesini;
4. ABD’nin ve Batının bölgemiz ve İslam dünyasına yönelik hazırladığı planları, haritaları, uygulamaları ve savaşları tel’in ettiğimizi, bunların haksız ve art niyetli olduğunu;
5. Ortadoğu’da söz konusu gelişmeler yaşanırken, Türkiye’de de bir takım provokasyonların yapılabileceğini hatırlatır; millet ve devlet olarak bunlara karşı uyanık ve akl-ı selimle hareket edilmesi ve kısır siyasi çekişmelere girişilmemesi gerektiğini;
6. Birtakım batılı dini ve siyasi otoriteler tarafından İslam’ın terörle ilişkilendirilmesini ve İslam’ın kutsal değerlerine yönelik her türlü hakaret ve aşağılayıcı ifadelerin karşısında olduğumuzu, batılı güçlerin kendi çıkarlarını ve hegemonyalarını gerçekleştirip sürdürmede Hristiyanlığı araç olarak kullanmamaları gerektiğini;
7. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanından bu güne kadar bütün Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, milli iradeyi temsil eden TBMM’nin etki ve baskı altına alınmaya çalışıldığını hatırlatarak söz konusu iradenin özgürce kullanılması gerektiğini,
8. Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde milli iradeyi etkilemeye dönük dışardan ve içerden yapılacak her türlü olumsuz çıkış ve provokasyonlara karşı sonuna kadar direneceğimizi;
9. Cumhurbaşkanı seçimi sürecinde, dış güçlerin proje ve planları doğrultusunda kendi çıkarlarını Türkiye’nin çıkarlarına tercih eden bütün kişi, kurum ve kuruluşları deşifre ederek yüce milletimize şikayet edeceğimizi;
10. Türkiye’de siyaset dilinin ve siyasi söylemin yeniden inşa edilmesini; söz konusu siyasi dil ve söylem içinde her türlü ötekileştirici ifadeden uzak durulmasını; başta Cumhurbaşkanı olmak üzere bütün üst makamlarca suçlayıcı, aşağılayıcı, ayrımcı, tehdit edici söylemler yerine, cesaretlendirici, birleştirici ve ümit verici söylemlerin tercih edilmesini;
11. Anayasa tarafından her türlü inanç özgürlüğünün garanti altına alınmasına rağmen henüz tanımı konusunda ortak görüş sağlanamayan bir takım müphem kavramlarla vatandaşlar arasında ayrımcılık yapılmasına karşı olduğumuzu;
12. Genel seçimlerin mutlaka yasal süresi içerisinde yapılmasını, çeşitli çıkar guruplarının kendi ihtirasları uğruna, Türkiye’nin siyasi ve ekonomik istikrarı ile toplumsal dengelerini bozmaya dönük eylemlerine göz yumulmamasını;
13. Türkiye’nin varlığına ve geleceğine yönelik tehditlerle karşı karşıya olduğumuz bir zamanda, devletle vatandaş arasındaki bütünleşme çabalarını ve barışı tehdit eden her türlü eylem ve söylemden uzak durulması gerektiğini;
14. Anayasa gereği, Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil etmesi gerektiği halde inanç, düşünce, kılık ve kıyafetleri sebebi ile vatandaşlarımıza yönelik ayrımcı söylem ve uygulamaları ile bilinen Sayın Cumhurbaşkanı’nın, Papa 16.Benedict’in İslam dininin değerlerine dönük hakareti ile eş zamanlı olarak kutsal değerlerimizi rencide edici açıklamalarını tasvip etmediğimizi;
15. Genel seçimler öncesinde ve sonrasında her türlü seçim ekonomisi uygulamasının Türkiye’nin ekonomik ve siyasi istikrarını bozmaya dönük olacağını ve bunu onaylamadığımızı;
Milletimiz, devletimiz ve uluslararası kamuoyu ile paylaşır, saygılar sunarız.

SUNİ GÜNDEME ALDANMAMAK GEREK

Görüyor musunuz nasılda suni gündem oluşturuyorlar? Önce, bütün Türkiye’nin gönülden desteklediği Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olmasını engellemek için ABD uzantılı askeri darbe meraklıları kartel basını ile birlikte harekete geçtiler. 28 Şubat öncesindeki koro, yine aynı nakaratları söylemeye başladılar. Terörist gruplar eş zamanlı olarak şehirlerde bomba patlatmaya ve dağlarda mayınlarla askerlerimizi şehit etmeye başladılar ısmarlama eylemlerle. Tabi hepsinin iplikleri pazara çıktığından kimse yüz vermedi kendilerine, kimse inanmadı. Bütün oyunları boşa çıktı statükocu elitlerin ve halkımızın teveccühü ile her haliyle bir Anadolu insanı olan Abdullah Gül Cumhurbaşkanımız oldu.Sonra da sıra Sivil Anayasa’ya geldi. Ülkemizde (neredeyse) ilk defa halkımızın “temel insan hak ve özgürlüklerinin” önünü açacak bir Sivil Anayasa’ya sahip olmak için yola çıkıldı. Önce milletin meclisinin yetkilerini paylaşan kurumlar feryada-figana başladılar. Daha taslağı bile görmeden zehir zemberek açıklamalar yaptılar. Hele biri çok ilginçti ki yeni Anayasa’yı “iç düşmanı” görmezden gelmekle suçluyordu. Sözde hukukçu bu beyler kendi halkını dininden-dilinden-ırkından-mezhebinden dolayı düşman olarak görmeyen yeni bir Anayasa oluşmasını hazmedemiyorlardı. Veya ellerindeki antidemokratik yetkilerin alınacağından paniğe kapılıyorlardı. Ardından neredeyse elli senedir bu ülkenin üzerine bir kâbus gibi çökmüş NATO kaynaklı projeler ardı ardına devam etti. Yine bombalı araçlar, yine ülkemizden kalktığı iddia edilen yabancı uçaklarla Suriye’deki bazı tesislerin vurulması ve güneydoğuda çok sayıda askerimizin/vatandaşımızın şehit edilmesi ve sınır ötesi askeri harekâtın gündeme oturması.Gündemi değiştirerek engellemeye çalıştıkları Sivil Anayasa’nın sadece iki konusunu kabaca tanımaya geçmeden son olayların NATO’nun ülkemizin başına ne kadar bela olduğunu artık sokaktaki vatandaşın bile dile getirmeye başladığını görmek ilgi çekici bana kalırsa. Askerlerimizi ve vatandaşlarımızı şehit edenlere, ABD silahlarının yanında başka başka desteklerde verdikleri söylentileri kulaktan kulağa yayılıyor. Tabi ABD ve NATO’nun Türkiye’ye “müttefik” olduğu söylense de bu artık halkımıza pek inandırıcı gelmiyor. Niye mi?“İnandırıcı gelmiyor çünkü; 1952’den beri üyesi olduğumuz NATO’nun 27 Mayıs 1960,12 Eylül 1980,12 Mart 1980, 28 Şubat 1997 yıllarında yapılan askeri darbeleri yönlendirdiği biliniyor artık.”“İnandırıcı gelmiyor çünkü; sağ-sol, alevi-sünni, laik-antilaik ideolojik kamplaşmaların, anarşi ve terörün, faili meçhul cinayetlerin, irtica korkusu şamatalarının, binlerce insanımızın kanına giren PKK saldırılarının NATO kaynaklı olduğu biliniyor artık.”“İnandırıcı gelmiyor çünkü; 55 yıllık süreçte kurulan 40 hükümette bir türlü siyasi istikrarın sağlanamamasının, milli gelirimizin 2000 doların altında kalmasının, onlarca ekonomik krizle ülkemizin yoksul bırakılmasının, irtica sorunu - başörtüsü problemi - Kürt sorunu - Kıbrıs sorunu - Ege sorunu - Ermeni sorunu gibi sorunların çözümlenemeyişinin, milli birlik ve bütünlüğün sarsılmasının ve bölünme sendromunun yaşanmasının, devleti milletine-milleti ise devletine düşman haline getirilmesinin ardında NATO’nun olduğu biliniyor artık.”“İnandırıcı gelmiyor çünkü; 2. Dünya Savaşında yenilen, yakılıp yakılan aynı ‘ittifak’taki ülkelerden bile her bakımdan geride kalmamız için yapılan sosyal, siyasal ve ekonomik çalkantıların ve bunların ardındaki derin yapılanmaların ardında NATO’nun olduğu biliniyor artık.”“İnandırıcı gelmiyor çünkü; NATO’ca 50 yıldır bize inatla düşman olarak gösterilen bütün komşularımızla pekala dost olarak yaşayabildiğimizi özellikle son birkaç senedir hepimiz yakından şahit olduk.”“İnandırıcı gelmiyor çünkü; Kuzey Irak’taki; sözde haritaların, PKK terör örgütünün varlığının, Kerkük meselesinin ve diğer bütün olumsuz oluşumların NATO destekli ‘Çekiç Güç’ kaynaklı olduğu görüldü artık.”“İnandırıcı gelmiyor çünkü; BOP denilen İslam dünyasını daha da parçalamaya, bölmeye ve katletmeye dönük uygulamanın içinde görev alan NATO’yu Irak’ta da, Afganistan’da da halkımız görüyor artık.”“İnandırıcı gelmiyor çünkü; Avrupa’da Varşova Paktına sınır ülkelerdeki nükleer başlıklı füzelerin 1990 yılından itibaren kademeli olarak kaldırıldığını ama nedense Türkiye’deki Adana/İncirlik’te, İstanbul’da, Ankara’da, Karadeniz’de yerleştirilen 100’den fazla nükleer başlıklı füzenin varlık nedenini ve hedeflerini soruyor artık.”“İnandırıcı gelmiyor çünkü; Suriye hava sahasının üzerinde uçan yabancı uçakların (ki bu yabancı uçakların bazen ABD, bazen İsrail bazen de NATO etiketleri takarak uçmalarının) bir hedefinin de Müslüman ülkelerle Türkiye’nin son yıllarda hayli artan güven ve dostluğunun bozulmasını amaçladığını görüyor artık.İşte son zamanlardaki karışıkların ve evlatlarımızın kanlarının dökülmesinin sebeplerinden biride NATO’nun artık her kesimde sorgulanmaya başlanmasıdır. Türkiye’mizin NATO ve ABD ile olan ilişkilerini yeniden sorgulama zamanı gelmiştir hatta geçmektedir.Sivil Anayasa’yı engellemek için uğraşanların bir korkuları da “iç düşman” konseptinde görmeye alıştıkları İslam ve Kürt meselesinin çözümlenmeye başlanmasındandır. Başta başörtüsü ve dinlerini öğrenme haklarının yeniden halkımıza verilmesi ardından doğal olarak devlet-millet kaynaşmasını getirecektir. Bu da yukarıdaki anlattığımız birilerini rahatsız etmektedir. Ülkemizdeki diğer bir sorun da Kürt kimliği meselesidir. “Kürt kardeşlerimizin sorununu da devlet çözecektir.” Bu da Sivil Anayasa’ da çözüme kavuşturulacak konulardan biri olacaktır. Tabi burada Kürt vatandaşlarımıza da büyük görev düşmektedir. Bu ülkenin vatandaşı/ferdi olduklarını göstermelidirler. Bunu etnik partilerden uzak durarak, ulusal partilerde güç oluşturarak yapmalıdırlar. Osmanlı’daki gibi ortak kimlik bulunmaya çalışılmalı, Türkler-Kürtler-Araplar ve diğerleri devletin uzatacağı ‘kardeşlik’ elini tutmalıdır. Artık yönetenler, Allah’ın kullarını hiç ellerinde olmayan bir kimlikte doğdukları için farklı görmek ahmaklığından da vazgeçeceklerdir. Kürt kardeşlerimizde kendi kimliğini özgürce söylemeye başlayacaktır artık. Anadolu insanının hiçbir duraksaması olmayacaktır bu konularda. Çünkü halkımız Kabe’yi tavaf ederken kimsenin milli kimliğine aldırış etmeden hepsini kardeş olarak algılamaya iman etmiş ve buna alışmıştır. Türkiye’ye dönünce niye farklı baksın ki birbirine?Bu değişim sürecinden de tabiî ki statükocu elitler, bir de doğal olarak düşmanlık üreterek beslenen Türk ve Kürt ırkçıları rahatsız olacaklardır. Dikkat edilirse ırkçı çeteler de provokasyon ve saldırılarını bu dönemde arttırmışlardır. Anadolu insanımız suni siyasi gündemlerle oyalanarak vakit kaybetmek yerine yeniden ”Sivil Anayasa ve NATO/ABD’den kurtulma “ konularının çözümlenmesini beklemektedir.

EKMEK NİMETTİR

05.12.2006
Günde üç defa sofralarımızın vazgeçilmez konuğu olan ekmek biz Müslümanlara göre nimettir. Beş bin yıldır başlıca gıda maddemiz olan ekmeğe hiçbir zaman saygıda kusur etmemişizdir. Yere düşürdüğümüzde bile öpüp başımıza koymuş, temizleyip yemişizdir ya da yüksekçe bir yere bırakarak kuşların tüketimine bırakmışızdır. Anadolu insanı çalışmayana, nankör olana ‘ekmeksiz’ der. İş sahibi olanlara ise ‘ekmeğini kazanıyor’ diyerek ona saygısını gösterir.
Bilindiği gibi ekmeğin hammaddesi buğdaydır. Türkiye’nin ihtiyacı olan buğday 15 milyon ton olduğu halde çoğu kere 18-22 milyon tona ulaşan buğday üretilmektedir. Bununla birlikte yeteri kadar buğdayımız olduğu halde bir kısım tüccarların piyasadaki ayak oyunlarıyla darlık varmış görüntüsüyle suni artışlar yapmaları veya yurt dışından ucuz buğday ithal etme yollarını zorlamaları sıkça görülen düzenbazlıklardır. Bu çevrelerin buğdayın rengini bile görmeden vurgunlar vurmaları alışıldık görüntülerdir. Yine bu çevrelerin, zaman zaman insanlarımıza hayvanlara bile yedirilmesi yasak olan ilaçlanmış tohumluk buğdayları unluk olarak piyasaya sürdükleri iddiaları hep devam ede gelmiş, soruşturmaların ise kabileci baskılar sonucu kapatıldığı görülmüştür.
İyi bir ekmek için iyi bir un gerekir. Bunun yanında fırınların standartlara uygun olması ve halk tipi ekmeğin 300 gram olarak standartlaşması gerekmektedir. Sağlıklı bir ekmek hijyenik koşullarda üretilmelidir. Bunun için somun fırınlarının bağımsız binalarda; laboratuar, un deposu, hamurhane, pişirme, banyolar, soyunma dolapları vb. hijyenik ve birbirinden bağımsız bölümleri olmalıdır. Bunları okurken gülümsediğinizi görür gibi oluyorum. Yoksa ben de nerede yaşadığımı biliyorum ama olması gerekenleri yazıyorum. Fırınlarımızın da standartları olmalıdır, çünkü insanlarımızın sağlığı çok önemlidir.
Ekmekler sırf ekmek taşımada kullanılan araçlarla taşınmalı, içi kağıt kaplı sepetlerle satışa çıkmalı, eli eldivenli bir kişi tarafından verilmelidir.Ekmekler kese kağıdında tüketiciye sunulmalıdır.Ekmeklerde naylon poşetlerden kaçınılmalıdır çünkü naylon poşetlerin çoğu dönüşümlü naylonlardır ve sağlığa uygun değildirler hem de şehri naylon torba çöplüğüne çevirmektedirler. Yani ekmeğimiz hijyenik üretilmeli, hijyenik dağıtılmalı, kağıt ambalajlarda tüketiciye sunulmalıdır.
Ülkemizde üretilen ekmeğin yaklaşık yüzde onu çöpe gitmektedir. Bu saygısızlık ve hürmetsizlik biraz da bizim ahlâki olarak ne kadar erozyona uğradığımızın bir görüntüsüdür. Türkiye’mizin bir yıllık ekmek israfının karşılığı tam 20 okulun inşasıdır.
Yerel olarak tükettiğimiz ekmeklerimizin ise; yukarıda sunulan ortamlarda ve kalitede, standartlara uygun olarak tüketiciye sunulması için birkaç yüz sene de olsa, umutla bekleyeceğiz…

ÇOK YOĞUNUM (!)

17.08.2007
Sizi bilmem ama benim bir hayli zamandır en çok işittiğim mazeretlerden biri bu cümle:'Çok yoğunum.' Normal görevini yapmasını beklediğiniz bir memurdan işinizin neden geciktiğini sorduğunuzda aldığınız cevap' Çok yoğunum, yetiştiremedim' oluyor. İşadamı söz veriyor falan saatte falan yere geleceğim diye üç gün, beş gün geçiyor ses-seda yok, utana sıkıla arıyorsunuz yahu kardeşim sen randevu vermedin mi, söz vermedin mi geleceğim diye? Aldığınız cevap yine aynı 'Abi ya çok yoğunum, çok.'Çekini veya başka ticari ödemelerini zamanında yapmıyor, ailesine-çocuklarına-akrabalarına verdiği sözde durmuyor, randevularına önem vermiyor, telefonda 'az sonra size dönüyorum' diyor ardından hiçbir ses yok. Sorduğunuzda aldığınız cevap yine hep aynı: 'Çok yoğunum abi idare et.'Herkeste aynı mazeret. Sözünde durmamanın, atlatmanın veya başından savmanın adını böyle koyuyorlar artık. Canına yandığımın, sanki herkes çalışıyor-koşturuyor bir tek biz boş geziyoruz..İşadamı da olsa, memur, siyasetçi veya tüccar da olsa herkes verdiği sözde mutlaka durmak zorundadır. Bunu başaramayanların mazeretleri, olsa olsa onun başarısız ve yeteneksiz olduğunu gösterir. Başarılı bir insan yapamayacağı işe hiçbir zaman evet demez ve tutamayacağı sözü de vermez. Dakik olur. Altından kalkamayacağı yükün altına da girmez. Sorumluluklarını işini bilen kişilerle paylaşır ve iş bölümü yapar. İşine vakit ayırdığı gibi ailesine, yakınlarına ve arkadaşlarına da vakit ayırır. Tabi biz birçok şeyde olduğu gibi bu konuda da dinimizin bize yüklediği görevi unuttuk. Bana kalırsa bu konuyu yeniden hatırlamakta ve yaşamakta yarar var. Aslında buna mecburuz. Bu konuda Âyet-i kerimede mealen şöyle buyrulmuş: (Allah, 'sözleşmeleri bozmaktan' sakınanları sever.) Tevbe: 7. Hadis-i şerifte ise efendimiz şöyle söylemiş: (Vaat, söz vermek borçtur. Sözünde durmayana yazıklar olsun.) Deylemi. (Dört şey münafıklık alametidir: Emanet olunana hıyanet etmek, yalan söylemek, vaadini bozmak, sözünde durmamak.) İ. Neccar.Sözünde durmak önemli bir özelliktir ve halkımız eskiden beri buna büyük önem vermektedir. Bu hususta birçok da atasözümüz vardır. Bunlardan bazıları şöyledir: "Hayvan yularından, insan sözünden tutulur. Er olan sözünde durur. Allah bir, söz bir. Söz namustur. Söz verme, verdinse dönme! Söz ağızdan çıkar. Sözünün eri ol! Tükürdüğünü yalamak yani verdiği sözden dönmek yiğide yakışmaz." Büyüklerimiz de bu konuda bir çok özlü sözler söylemişlerdir. Bunlardan da birkaç örnek verelim: Doğruluk emanettir. Yalancılık hıyanettir. (Hz. Ebu Bekir) Oğlum, yalandan sakın, ondan az kimse kurtulur.(Lokman Hakim) Allah indinde en büyük hata, yalan konuşmaktır. (Hz. Ali) Yalancı ile cimri Cehenneme girer. Fakat, hangisi daha derine atılır, bilmem. (Şabi)
Doğru ile yalan, biri diğerini çıkarıncaya kadar kalbte boğuşur. (Malik bin Dinar)
İçi dışına, sözü işine uymamak, nifaktandır. Nifakın temeli ise yalandır. (Hasan-ı Basri)
Eshab-ı kiram indinde yalandan daha kötü bir şey yoktur. Çünkü, onlar, yalanla imanın bir arada bulunamayacağını bilirlerdi. (Hz.Ayşe)
İstikamet yani her işte daimi doğruluk, kerametten üstündür. (Seyyid Abdülhakim Arvasi)
Hz. Lokmana, (Bu dereceye ne ile kavuştun?) diye sordular (Doğruluk, emanete riayet ve bana gerekmeyeni bırakmakla) diye cevap verdi.
Verdiği sözde durması ile de önder ve örnek olan kutlu bir peygamberin ümmeti olmak istiyorsak sözünde durma konusunda da O'nun gibi olmalıyız, O'nun yolundan yürümeliyiz.

KÖYLÜ KIZI SENDROMU

09.04.2007
Son yıllarda ülkemizin siyasi hayatındaki değişiklikleri bir kere daha toparlamaya çalışacağım. Buradan da Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi çıkarılmaya çalışılan ve son günlerde oldukça azıtan yapay ve güdümlü sıkıntıların sebeplerini anlamaya çalışacağım.
1944 yılı ortalarından beri ülkemizin kaderine hükmeden ABD’nin hegemonyası 1 Mart 2003 tezkeresinden sonra iflas etti. 15 Mayıs 2006 tarihinde ise artık Türkiye kendi kararlarını bağımsız olarak kendisi veren bir ülke olmuştur. Böylece ABD ve NATO tarafından yıllardır insanlarımıza uygulanan sosyal ve siyasi oyunlar, darbeler, muhtıralar, etnik olarak bölme ve vuruşturma gayretleri, terör örgütlerinin organizasyonları, siyasi cinayetler, ekonomik kriz tezgahları, toplumsal provokasyonlar ve dış ilişkilerimizdeki sıkıntılara karşı ciddi bir tavır alınmış olmuştur.
ABD’nin bölgemizde uygulamak istediği BOP fiyaskoyla sonuçlanmıştır. ABD’nin istikrarsızlığı uğraması ve çöküş sürecine girmesi üzerine bölgemiz ülkeleri kendilerine döndüler ve Türkiye’nin etrafında toplanmaya başladılar. Bu anlamda Türkiye önder rol oynayarak bölge ülkeleriyle bir blok oluşturma sürecine girdi. Genel Sekreterliğini Ekmeleddin İhsanoğlu’nun yaptığı İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) vizyonunu ve rolünü yeniden belirledi. İlk olarak İslam ülkelerindeki bütün yardım kuruluşlarının bir çatı altında toplanması ve ihtiyacı olan kardeş ülkelere organizeli bir şekilde ulaşmasının tedbirleri alınmaya başlandı. Ardından da ekonomik ve siyasal mekanizmalar oluşturulmaya başlandı. Bu arada ‘İslam Ordusu’ diye adlandırabileceğimiz projeler de oluşturuluyor. Böylece İslam coğrafyasındaki askeri problemlerin batıdan değil de kendi içinden, Müslümanlar düşünülerek çözümlenmesi umuluyor. İKÖ aracılığıyla İslam ülkeleri, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni ‘Kıbrıs Türk Devleti’ olarak kabul etmeye başlamışlardır.
Arap Birliği toplantılarına ilk defa bir Dış İşleri Bakanımız davet edilmiştir. Bu ilişkilerin daha da geliştirilmesi ve ortak bir forum oluşturma çalışmaları Suud-i Arabistan ve Mısır tarafından başlatılmıştır. Türkiye artık Arap ülkeleri tarafından bir cazibe merkezi olarak görülmektedir.
Türkiye’nin, İran’a ve Suriye’ye karşı ABD ve NATO’nun askeri bir müdahalesine izin vermeyeceğini yüksek sesle açıklaması bu ülke halkları tarafından da sevinçle/minnetle karşılanmasına ve yıllardır birbirini unutması için uğraşılan Müslümanların yeniden buluşması olarak değerlendirilmiştir.
Orta Asya ülkeleriyle oluşturulmaya çalışılan ‘birlik’ artık son aşamaya gelmiştir. Türkiye’nin öncülüğünde Gürcistan, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan, Tacikistan, Kırgızistan ve Kıbrıs Türk Devleti aralarında bir birlik oluşturacaklardır. Bu çalışma 2007 yılı sonuna kadar iyice olgunlaştırılacaktır.
Türkiye bundan böyle figüran değil kendi vizyonu istikametinde lider ülke olmayı seçmiştir. Ülkemiz aydınları da (sömürge ülke aydınlarına has) aşağılık psikolojisinden kurtulmalı; onurlu bir duruş sergileyen geniş ufuklu hedefler ve söylemler seçmeli, düşünceler üretmeli, ülkedeki sivilleşme, özgürleşme ve barış sürecini hızlandırmalıdırlar.
Bu olumlu gelişmeleri hazmedemeyenlerce pompalanan Türk ve Kürt milliyetçiliğinin yükselen değer olarak gösterilmesi ve gündemde tutulması Türkiye’nin bu yeni vizyonunu engellemek içindir. Bundan dolayı hem Türk hem de Kürt aydınlar daha dikkatli olmalıdırlar. Siyasal-ekonomik-askeri birleşik hareketler oluşturmanın söz konusu olduğu çağımızda sömürgeci güçlerin bölmeye ve parçalamaya dönük senaryolarına figüran olunacak hareketlerden ve söylemlerden kaçınmalıdırlar.
Yine, bu gelişmeleri engellemek isteyen ABD güdümlü iç ve dış çevrelerin projeleri olan toplumsal provokasyonlara karşı çok dikkatli olunmalıdır. Ülkemiz aydınları; Danıştay suikastı, Hrant Dink cinayeti ve kendilerince Kürtleri ayaklandıracaklarını sanan mikromilliyetçi hayalperestlerce hazırlanan senaryolar gereği yapılan fevri çıkışlar ve deşifre edilen birçok olay karşısında omuz omuza ve birlik içinde olmalıdırlar.
ABD’nin hegemonyasının bitmesinin iyice açığa çıkmasından telaşa kapılan sahtekâr ulusalcı güçlerin, derin devlet artıklarının, sahte cumhuriyetçilerin ve çetelerin ‘son kalemiz’ diye tanımladıkları Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi yapacakları kışkırtmalar karşısında da dikkat edilmelidir. Milli iradeyi çeşitli oyunlarla devre dışı bırakmaya çalışan iç ve dış odakların uğraşıları Anadolu insanımızın sağduyusu ile hüsrana uğratılacaktır. Kışkırtmacılar ne yaparlarsa yapsınlar yeni cumhurbaşkanımızı bu defa kendi isteği doğrultusunda TBMM seçecektir. ABD’nin ve yerli destekçilerinin her türlü çabasının ve engellemelerinin boşa çıkacağına, bölgemizde Türkiye’nin önder olacağı yepyeni birlikler oluşacağına herkes hazır olmadır. Ülkemizdeki ve bölgemizdeki bu olumlu çalışmaları, bu aşkı/sevdayı, gelişmeleri ve hedefleri anlamayan veya anlamak istemeyenlerin ise aşağıdaki öyküyü okumalarını isterim. Ne demek istediğimi kendileri anlasınlar artık.
“Öykümüzün kahramanı şair, gezi için gittiği köyde bir köylü güzeli ile karşılaşır ve yıldırım aşkına tutulur. Artık, gecesinde, gündüzünde, hayallerinde, düşlerinde ve baktığı her yerde hep o köylü güzeli vardır. Onun için yazdığı aşk şiirlerinin yer aldığı kitaplar en çok satılanlar arasında yer almaya başlamıştır. Sonunda gider köylü güzelini babasından ister. Kızın babası bu sevdaya bir anlam veremediğini, kendisinin ülkenin çok ünlü bir şairi olduğunu duyduğunu, kızının ise bulunduğu köydeki ortama göre yaşayan biri olduğunu söyler. Ama, aşık şairin bitip tükenmek bilmeyen ısrarlarına dayanamaz, kızının da olurunu aldıktan sonra bu işi kabul eder.
Dünyalar şairimizin olmuştur artık. Hemen hazırlıklara başlanır. Anlı şanlı bir düğün yapılır. İlk gece, sevincinden konuşmaya fırsat bile bulamaz şairimiz. Dünyalar onun olmuştur artık. Sonunda sabah olur. Henüz uyanmış olan sevgilisine büyük bir mutlulukla bakmaktadır ve sevgi dolu gözlerini ondan bir türlü ayıramamaktadır. Uzun zaman bakışıp dururlar. Bir ara sevdalı şairimiz gözlerini aşkının gözlerinden ayırmadan ve sesini olabildiğince tatlılaştırarak sorar:
- Gözlerimde ne görüyorsun sevgilim?
Önce duraksar sonra da cevap verir köylü güzeli:
- Çapaaak!”

BİZLERE NELER OLDU?

03.04.2007
Doksan yıl önce bugünkü işgali gerçekleştirmeye gelen İngilizler, fiilen Mehmetçikle körfezde savaşırken yakınlarda olaylı bölge olan Şemdinli’de daha farklı bir tezgah kurmaya çalışmaktadırlar. O bölgede yaşayan bir Nakşi Şeyhi vardır. Şeyh Abdulhakim. Etkin ve çevresinde saygı gören bir kişidir. Çevresinde silahlı sevenleri vardır. İngilizler için, O’nu elde etmek Osmanlı Ordusunun gerisini güvesiz hale getirmektir. Göçe tabi tutulan Ermenilerin isyan etmeleri ve yer yer katliamlar yapmaları artık pek işe yaramamaktadır. Ermenilerin yerine kullanılacak başka yerli güçler gerekmektedir. Bunun için on bir İngiliz istihbarat elemanı yöreyi iyi tanıyan Maruni bir papaz kılavuzluğunda Şeyh Abdulhakim’in yanına gelirler. Şeyh misafirlerini iyi karşılar ve bir süre sonra Maruni papaza artık gidebileceğini söyler. Çünkü gelenler misafiridir. Onları konağında üç gün ağırlar. Sonra da onların talepleri doğrultusunda Osmanlı-İngiliz savaşında tarafsız kalmak üzere bir anlaşma yaparlar. İngilizler, Kürtlere henüz Osmanlıyı arkadan vurmayı teklif edememektedirler. İstedikleri sadece Osmanlıya destek vermemeleridir. Aslında Osmanlıya destek vermemek saldırgan emperyalist güce destek vermek anlamına gelmektedir. Bu da İngilizler için bir aşamadır. Arada belli bir miktarda altının da verilmesinin söz konusu olduğu karşılıklı anlaşma üzerine İngiliz ajanlar izin isterler. Daha yapacak işleri çoktur. İngilizler geriden çevirme harekatını İran içlerinde de tezgahlayacaklardır. Çünkü İran üzerinden Türkistan’a ulaşmak isteyen, böylece İngiliz saldırılarının gerisini Pakistan-Hindistan coğrafyasındaki Müslümanları uyandırarak kırmayı düşünen bir Osmanlı çabası da bulunmaktadır. Karşı harekat olarak İngilizler de Osmanlıyı Müslüman coğrafyada güvensiz bir ortama sürüklemeye çabalamaktadırlar. Kürt Şeyh, İngiliz ajanları, azıklarını da katarak kendi hakimiyet bölgesi olan Gergit Tayr’a kadar uğurlatır. Ajanların yanına, güvendiği elli silahlı muhafızı da katmıştır. Ajanlar, Kuş Gölü denilen mevkiden, İran içlerine geçip gideceklerdir.
O uğurlamadan sonra aradan uzun süre geçtiği halde İngiliz hükümeti, ajanlarından bir haber alamaz. Bunun üzerine iz sürerek Şemdinli’ye kadar başka görevlilerini gönderirler. İngiliz yetkililere Şeyh, ajanların geldiğini belirtir. Doğrudur, onlar gelmişler üç gün misafirleri olmuşlardır. Üç günden sonra Şeyh, adamları ile misafirlerini İran içlerine göndermiştir. Sınırdan öteye de karışma yetkisi yoktur. Çar naçar İngiliz yetkililer oradan ayrılırlar ama elemanlarının sonraki akıbetini bir türlü öğrenemezler. Ne olmuştur o İngiliz istihbaratçılara? Bunu yarım asır sonra Şeyhin muhafızlarında olan biri Şemdinli’de askerlik görevini yapan Muzaffer İlhan Erdost’a anlatır. Muzaffer İlhan Erdost bu bilgileri “Şemdinli Röportajı” adlı eserinde yazar. Sonuç ibretliktir. Zira Şeyh, İngiliz teklifini kabul eder görünmüştür. Ama kendi din kardeşlerine karşı, o akçalı teklifi alçakça bulmuştur. Onun için muhafızlarına, iz bırakmadan İngiliz istihbaratçıları sınırda temizletip, gömdürmüştür.
Günümüzde aynı bilinci Kürt lideri geçinenlerden beklemek mümkün müdür? Elbette halkın büyük bir çoğunluğunun sağduyusu Şeyh Abdulhakim’in tavrı doğrultusundadır. Ama Amerika, İngiliz ve İsrail’in stepnesi durumunda olan ve öyle oldukları için öne çıkarılanların sayısı da az değildir. Mehmetçiğe kurşun sıkan asiler birtakım yöre halkınca kahraman olarak adlandırılabilmektedir. Hele hele bölgeyi karıştırmak ve yeniden sömürgeleştirmek isteyen emperyalist ülkelerin elçilerinin son aylarda resmi veya resmi olmayan kuruluşları, partileri, yüksek okulları, gazeteleri hatta il ve ilçelerimizin belediyelerini bile meçhul amaçlarla ve sıfatlarla rahatlıkla ziyaret edebilmeleri ve bu ziyaretlerin oldukça doğal karşılanması köprülerin altından çok suların geçtiğini göstermektedir.
Öyleyse ihanetin en kolay yapılabileceği bir zaman diliminde tarafsız kalmayı bile, düşmanla işbirliği yapmak ve bunu da alçaklık olarak algılamak durumunda olan Osmanlı Kürdünün, az da olsa bazı çocukları; neden bugün bütün Ortadoğu’ya yeniden düzen vermeye çalışan düşmanla işbirliği yapma ve bu haçlıların figüranı olma durumuna gelmiştir? O günden bu güne hangi aşınmalar yaşanmıştır? Doksan yıl önce tezgahlanamayan oyunlar neden bu gün kolaylıkla yapılabilmektedir? İşbirlikçilik neden bugün bir takım sözde aydınlar, yazarlar, çizerler, eğitimciler ve bazı bürokratlar tarafından zamanın gereği olarak algılanmaktadır?
Önce devletimiz sonra da Anadolu’da yaşayan bütün insanlarımız;
*Seksen beş senede bize neler olduğunu yeniden tahlil etmek ve düşünmek zorundadırlar.
*Türklerin sekülerleştirilmelerinin ardından son zamanlarda görüldüğü gibi Kürtlerin de sekülerleştirilmesi serüveninin; Müslümanlığı sadece bir takı gibi milletinin yanına eklemlemenin Anadolu insanının haçlıların projeleri karşısında daha da zayıflatacağını görmek durumundadırlar.
*Osmanlının sadece Müslüman topluluklara değil Müslüman olmayanlara bile uyguladığı adaletinin örnek alınmasının acilen gerekliliğini görmelidirler.
*Diğer milletleri inkar eden ve görmezden gelen ulusçuluğun nelere yol açabileceğini görebilmelidirler.
*Ümmet kavramının bütün zamanlarda geçerli olduğunu unutmamalıdırlar.
*Bundan böyle sıradan güvenlik tedbirleriyle avunmak yerine bu aşınmanın temel nedenlerini kavramaya çalışmanın asıl görev olduğunu bilmelidirler.
*Toplumsal çimentomuz olan İslam dininin bilinçli olarak erozyonuna kendi elleriyle hız verenler artık engellenmelidirler.
* Kendilerini elit tabaka olarak gören bir takım kendini bilmezlerin Haçlılar adına dinimize sövme/sulandırma ve aşındırma çalışmalarına bir son verilmelidir.
Yapılan hataların ve yapılması gerekenlerin tanımlaması daha da sıralanabilir. Bunlar aynı ortak paydada konuşulabilmelidir. Anadolu’da yaşayan bütün insanlarımız yılgınlığa düşmemeli, ümitvar olmalıdır. İslam diniyle yeniden tanışmamızın ve yaşamamızın sonunda oluşacak adalet; bütün Müslümanların topraklarına göz dikmiş haçlı saldırganlarına ve işbirlikçilerine karşı “bir” olmamızı sağlayacaktır.

SAVAŞI ARZU ETMEMELİ

22.03.2007
Bu güne kadar Irak’ta yaklaşık 3 bin 200 ABD askeri hayatını kaybetmiş, 33 bini de yaralanmış. Irak’taki sivil kayıplar ise 65 bini geçmiş. Yaralanan, tecavüze uğrayan, evleri yıkılan, işsiz kalan, göç etmek zorunda kalan kardeşlerimizin sayısı ise yukarıdaki rakamları neredeyse 10’a katlıyor…

İmanı gereği her şeyi parayla ölçen ABD’nin istatistiklerine göre; 5. yılına giren Irak’ın işgalinin ABD’ye maliyetinin dakikada 250 bin dolar olduğu açıklanmış. Emperyalistler Irak için ayda yaklaşık 10 milyar dolar, dakikada ise 245 bin 370 dolar harcıyormuş. 2003 yılında maliyeti 50 milyar dolar olacağı duyurulan Irak Savaşı için şu ana kadar harcanan para ise neredeyse bu rakamın 10 katıymış, yani ortalama 500 milyar dolar…

Elektrik, su, ulaşım, eğitim, sağlık ve güvenlik konularını içine alan yeniden yapılandırmanın Dünya Bankası 36 milyar, ABD ise 50 milyar dolar tutacağını bildirmiş. Ancak şu ana kadar 103 milyar dolar harcanmasına rağmen hala bir ilerleme kaydedilememiş. Yine yapılan tahminlere göre, ABD askerlerinin 10 yıl daha Irak’ta kalması durumunda ise en az 406 milyar harcanacak.

Irak’taki kardeşlerimiz işgalden önce başlarındaki zalime karşı birlikte hareket edemediler. İşgalden sonra da bazıları işgalcilerle işbirliği yaptılar. Tabi ki bu da işgalcilerin işini kolaylaştırdı. Sonunda Irak’ta ne can, ne namus, ne de mal emniyeti kalmadı. Ne yazık ki bütün Irak yangın yerine döndü.

‘Bu gün Irak’takilerin başına gelenler ümmetin diğerlerinin başına gelmez mi?’ diye zaman zaman kendimize soralım. Eğer aynı akılsızlıkları gösterecek olursak vay başımıza…

Artık bu ülkenin insanları, tamamen NATO projeleri olan ve bizi bize kırdırmaya yarayan laik-antilaik, sağcı-solcu, alevi-sünni türkçü-kürtçü gibi ayrıştırıcı ve zayıflatıcı ideolojilerin peşine takılma zafiyetini göstermemelidir. Ülkemizi kargaşaya sürüklemeye çalışanların senaryolarında figüranlık yapmamalıdırlar. Demokratikleşme,güçlenme ve bağımsızlaşma yolunda sürekli ilerleyen ülkemizdeki bu olumlu değişimin yanında olmalı; Anadolu insanları taleplerini demokratik ve barışçı yollardan bildirmelidirler. Özellikle her türlü ırkçılık fitnesinden uzakta kalınmalıdır. İnsanlarımız birbirini sevmeyi bırakmamalıdır.

Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi ülkeyi karıştırmak isteyen dış güçler içerideki figüranlarını tekrar tekrar provokasyonlara ve terörist eylemlere yönlendirmektedirler. Onlar; halkının dinine saygı duyan, demokrat ve sivil bir Cumhurbaşkanının seçilmesine engel olmak için her renkten oyuncularını sokağa salmaktadırlar. İllegal örgütlerin yanında 28 Şubat öncesinde gördüğümüz gibi aslında tamamen güdümlü olan (sözde)sivil toplum kuruluşları denen dernek ve sendikaları da yönlendirerek meydanlara çağırmaktadırlar ve darbe ortamı hazırlamaktadırlar. Son günlerdeki nevruz çığırtkanlıkları ve nisan ayında Ankara’da yapılmak istenen gösteriler bu oyunlardan sadece bazılarıdır. Halkımız 1944’lerin ortalarından beri tepemize çöreklenmiş NATO’nun iç çatışma projeleri oyununa artık gelmemelidirler.

“Eyvah beş on kafirin imanına kandık!
Bir uykuya daldık ki, cehennemde uyandık! “ diyen Milli Şairimiz Muhammed Akif’in çığlığıyla, uyumayalım ve aklımızı başımıza devşirelim…

TÜRKİYE-SURİYE BİRLİĞİ VE ÖTESİ

09.03.2007
Gazetemizin 2 Mart 2007 tarihli manşeti şöyleydi: ”Urfa-Haseki dostluğu büyüyor.” Haberin açılımı ise şöyleydi: ”Vali Yavaşcan başkanlığındaki Şanlıurfa heyeti, dün Suriye’nin Haseki vilayetini ziyaret etti. Türk heyeti Rasulayn sınır kapısında Haseki Valisi Muhammed Nummer El Nummer ve Rasulayn Mıntıka Müdürü Albay Zeki Basti ile öteki yetkililer tarafından karşılandı. Suriye’nin Tel Emir ilçesinde kısa bir dinlenmeden sonra Haseki’ye geçen heyet Haseki vilayetinde Suriye heyetiyle bir araya geldi……” Haberin devamında ise Sayın Valimizin ve Suriye heyetinin dostluk eksenli; siyasi, iktisadi, toplumsal, kültürel, sportif ilişkilerin geliştirilmesini bekledikleri açıklamaları bulunuyordu.
Şehrimizde, akrabaların bayramlaşmaları için bayramdan bayrama sevinç dolu çığlıklarla gündeme getirilen sınır ilişkilerimizin artık daha ileri boyutlara taşınması biz Urfalıları yürekten sevindiriyor. Neredeyse seksen yıldır neden birbirinden ayrı kaldığını bir türlü anlayamayan insanlarımız yeniden yakınlaşmaya doğru atılan adımları gönülden destekliyorlar. Başta Urfalılar olmak üzere hepimiz aramızdaki tel örgülerin ve mayınların kaldırılacağı, yeniden birlikte olacağımız günleri özlemle bekliyoruz. Geçen yıllarda benim de şahit olduğum duyguları ve düşünceleri neredeyse Suriye’yi ziyaret eden herkesten benzeri cümlelerle dinlemişimdir. “-Sadece konuştuğumuz dil farklı geri kalan her şeyimiz aynı…”
Sahi hiç düşündünüz mü bizi niye ayırdılar? Bizler yüzyıllarca Türkü-Kürdü-Arabı bu topraklarda birlikte yaşamadık mı? Bizim aramıza bu tel örgüleri ve hiçbir anlamı olmayan mikro milliyetçilik düşmanlığını kimler koydu? Elin Avrupalısı, Amerikalısı bir araya gelerek sınırlarını kaldırıp ortak birliktelikler kurarken, bırakın vizeyi / pasaportu sadece kimliklerini gösterip birbirlerine gidip gelirken, her türlü ekonomik-siyasal- kültürel ve sportif ortaklıklar ve birlikler kurarlarken; bin yıldır beraber yaşayan bizleri kimler ayırdı biliyor musunuz? “Bugün bizi biraz daha ayırmak isteyenler ve aramıza ayrılıkçı fitneler sokanlar!” Tabi ki bunlar da önce Birleşik (!) Amerika ve Birleşik (!) Avrupa dediğinizi duyar gibi oluyorum. Dikkat ederseniz onlar hep birleşikler, bizlerse hep ayrı ayrı…
Sözlerin en güzeli ve özü olan Allah kelamında bakın bize nasıl buyrulmuş:
“Muhakkak ki Mü’minler kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.”(Hucurat-10)
“Kendilerine apaçık deliller geldiği halde parçalanıp ayrılanlar gibi olmayın. Öyle olursanız sizin için büyük bir azap vardır.”(Al-i İmran – 105)
“O kafirler birbirlerinin dostları, yardımcılarıdırlar. Eğer siz de birbirinizi desteklemez iseniz, arzı fitne kaplar ve büyük bir fesat olur.” (Enfal – 73)
Bölgemizde şovenizmin her türünden dikkatle uzak kalınmalıdır. Türk-Arap-Fars-Kürt hatta Sünni veya şia şovenizmini inatla yaymak sadece, insanlarımızın kanını dökmekten ve namusuna göz dikmekten başka bir şey bilmeyen sömürgeci batının işine yarar. Bugün Irak’taki kardeşlerimizin yaşadıkları felaketleri ve aynı oyunların bize ve diğer komşularımıza da yapılmak için hazırlanıldığını görünce şöyle demeliyiz: “-Bu topraklarda yaşayanlar yeniden beraber yaşamayı ve böylece güçlenmeyi gündemlerinden kesinlikle düşürmemelidirler.”
Sözün burasına gelmişken Sezai Karakoç’a kulak vermek gerekiyor: ” Siz Fırat’ı ve Dicle’yi bıçakla kesebilir misiniz? Burası senin, burası benim diyebilir misiniz? Oysa Fırat ve Dicle, şırıltılarıyla kendi mecralarında akarken bize diyorlar ki, ’- Sen nasıl parçalanmazsan bir bütünsen ben de bir bütün olarak yalnız türkün, yalnız arabın, yalnız kürdün değilim. Hiç kimse bana tek başına sahip çıkmasın. Ben İslam milletinin suyuyum, onun can damarıyım. Siz de bundan cesaret alınız ve parçalanmayınız, bölünmeyiniz.’ İşte bize coğrafya böyle sesleniyor.” (Çıkış Yolu-1/ Ülkemizin geleceği / Diriliş Yayınları,İstanbul 2002 ) ” -Suriyeliler Hatay üzerinde hak iddia ediyorlar, buna ne diyorsunuz?” Şöyle cevap vermiş Sezai Karakoç:” -Doğru söylüyorlar, Hatay onların.Hatta İstanbul’da onların. Tıpkı Halep’in, Şam’ın bizim olması gibi. ”
Yazar Hakan Albayrak bu konuda şöyle diyordu: “ Türkiye'nin 1 numaralı gündem maddesi Suriye ile birleşmek olmalıydı. Ne hazindir ki bunu söylediğimizde bazı şuurlu kardeşlerimiz bile müstehzi bir yüz ifadesi takınıyorlar; olur muymuş öyle şey? Özgürlük özgürlük deyip duruyoruz; önce beyinlerimizi ve yüreklerimizi özgürleştirelim. Emperyalistler tarafından çizilen suni sınırı beyinlerimize ve yüreklerimize kabul ettirmekten utanmıyor muyuz? Suriye halkıyla dinimiz, coğrafyamız, tarihimiz, medeniyetimiz, çarşımız, mutfağımız, neşemiz, kederimiz, ümidimiz ve korkumuz bir; üstelik kanımız birbirine karışmış, akraba olmuşuz; bütün bunları tali şeyler olarak göreceğiz de emperyalistlerin çizdiği suni sınırı esas kabul edeceğiz, öyle mi? 1096'dan beri çatışma halinde olduğumuz Avrupalılarla birleşmeyi akımız alıyor, ama 9. yüzyıl itibarı ile yoldaş olduğumuz ve 11. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar stratejik bir işbirliği sergilediğimiz, aynı halifelerin bayrakları altında barış ve huzur içinde beraber yaşadığımız Suriyelilerle yeniden birleşmeyi aklımız almıyor..Bu nasıl akıl?... “ (İslam Birliği'nin Nüvesi Olarak-Türkiye-Suriye Birliği-Vadi Yayınları )
Türkiye ve Suriye hükümetleri 1999 yılından beri iki ülkeyi birbirine yakınlaştırmak için her türlü çabayı gösteriyorlar. Sadece bizim tarafımızda kalmış sınır boyunca döşenmiş mayınların kaldırılması için hazırlıkların yapılması, yeni gümrük kapılarının açılması, karşılıklı ekonomik bağımlılığı geliştirecek ve sırt sırta vermemizi kolaylaştıracak anlaşmaların imzalanması ve demeçlerin verilmesi yapılan çalışmaların sadece bir kısmı. Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın 2004 yılında Türkiye’ye yaptığı resmi ziyaret büyük yankı uyandırmıştı. 1946 yılından bu yana Suriye tarihinde ilk defa Suriyeli bir devlet başkanı Türkiye’ye geliyordu. Ardından dışardan ve içerden bütün engellemelere rağmen Cumhurbaşkanı Sezer 12-13 Nisan 2005’te Suriye’yi ziyaret etti. Bu ziyaretler, iki ülke ilişkileri açısından olduğu kadar, bölgesel dengeler açısından da yepyeni bir dönemin başlangıcı olarak görülmüştür.
ABD’nin tetikçisi İsrail’in son Lübnan saldırısından sonra Suriye’ye saldırılması için yaptığı hazırlıkların ve provokasyonların Türkiye tarafından başarılı politikalar uygulanarak engellenmesi Suriye halkını ve hükümetini biraz daha Türkiye’ye yaklaştırmıştır. Bu konunun geliştirilmesi için her iki ülkede de kurulan dernekler karşılıklı dostluk ziyaretlerinde bulunuyorlar ve kamuoyunu bilgilendiriyorlar. Taraflar arasında gelişen pozitif olaylar bütün Araplar arasında da Türkler arasında da genel olarak son derece olumlu karşılanıyor. Daha önce fitne mikrobu saçanlar ise her zamanki gibi telaştalar ve rahatsızlar. ABD’nin Ortadoğu Projesinin uygulama şansının kalmadığı ortadadır. Bizim esas büyük projemiz ise Ortadoğu ve Orta Asya halklarının geçmişin ışığında, ayrılıkları değil de benzerlikleri ve aynılıkları öne çıkararak yeni bir dayanışma içine girmeleri olmalıdır. ABD sadece zalimce bir hayal olan BOP için yüz milyarlarca dolar harcıyorsa biz hayali bile cihan değer böyle bir ideal için neden gayret etmeyelim? Sonra bu neden imkansız olsun ki?
Bendeniz gelecekte güçlü bir Türkiye’nin Ortadoğu’daki ve Orta Asya’daki kardeşlerimizle ekonomik-siyasal hatta askeri birlikler kurulmasında öncü olacağına / liderlik yapacağına, böylece yaşadığımız bölgedeki her milletten insanların AB, ABD, Rusya veya Çin gibi sömürgeci ülkelere karşı güçlü ve özgür bir blok oluşturacağına inanıyorum. Böyle hayırlı bir çalışmayı başta ABD ve İsrail ne kadar engellemeye kalksa da Türkiye bunu başarabilecek güçtedir.

SORULAR VE SORULAR

23.02.2007
Genellikle bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmaya kalkıyoruz. Düşünme zahmetine katlanmayan hazır konserve bilgilerle beslenen beynimiz bir süre sonra işlevini yitirip bir nevi obezleşiyor, hareketsiz hale geliyor. Tabi bizi farklı veya doğru pencereden bakmaya davet edenler de kafa konforumuzu bozduklarından pek sevilmiyorlar. Doğru bilgiye dayanmayan yorum ve değerlendirmeler, bilgi kirliliğine yol açarak insanların kafasını karıştırıyor. Son zamanlarda da böyle…Bundan dolayı kafama takılan soruları sizlerle paylaşmak istedim. Amacım bize anlatılanların ötesinde sizlerin de düşünmesini sağlamak .

1. Şu Hrant Dink cinayetinde, Yasin Hayalin McDonals’a attığı bombayı Erhan Tuncel yapmışsa bomba imalatçısı biri jandarma tarafından da polis tarafından da nasıl oluyor da “muhbir” olarak kullanılıyor? Yasin Hayal “yahu bu cinayet hani faili meçhul kalacaktı” diye hayretini dışa vurdu. Ona faili meçhul kalacağını kim, kimin adına garanti etti?

2. Bu konularda başbakanımız sonuna kadar gideceğiz diyerek açıklamalar yapıyor. Şemdinli konusunda da aynı sözler söylenmişti. Ama sonunda fatura suçlananlara değil suçlayanlara çıkmış iddianameyi hazırlayan savcı Ferhat Sarıkaya ve “hırsız evin içinde ise kilit fayda etmez” diyen Sabri Uzun görevlerinden olmuşlardı. Yine böyle mi olacak?

3. Haberlerde izlediğimiz kadarıyla F.Karadağ isminde emekli bir albay ulusalcı bir dernek kurup ölme ve öldürme üzerine yeminler ettiriyor. Ayrıca 13 500 hain listesinden söz ediyor. Bu hain listelerini kim hazırlıyor, kim veriyor, hangi hedefe ulaşmak için yapıyor? Bu emekli subaylar böylesine cesareti nereden alıyor ve bunlar ve benzerleri hakkında neden doğru dürüst adli bir işlem yapılamıyor?

4. ABD Dışişleri Bakanı Rice, Lübnan savaşının ilk günlerinde bölgeyi ziyaretinde yaptığı bir açıklamada, yaşananın “Ortadoğu’nun doğum sancıları” olduğunu ve “Yeni Orta Doğu’nun zamanının geldiğini” söylemişti. Bu söz ne anlama geliyor? Orta Doğu bölgesinde görülen istikrarsızlıkların, savaşların, krizlerin, cehaletin, terörün, despot rejimlerin, yoksulluğun ve hürriyetlerdeki yetersizliklerin temelinde Batı’nın ve özellikle ABD’nin politikaları en etkili sebep değil mi?

5. Kurtlar Vadisi adlı bir dizinin sansür edilmesi için açılan kampanyaya herkes balıklama atladı. İşin ilginç yanı bu dizinin yasaklanmasını isteyen ulusal gazetelerde makale yazanlar bile dizinin ilk bölümünü izlemediklerini söylüyorlar. Oysa Kurtlar Vadisi, daha birinci bölümünün ilk sahneleriyle birlikte bu ülkede herkesin kardeş olduğu bilincini pekiştirmeye çalışıyordu. Dizinin mesajlarla vurguladığı Kürt ve Türkün kardeşliğini anlamayanlar, bu iki kardeş milletin bin yıllık dostluğunun bitmesini mi istiyorlar ayrıca şiddet yanlısı küçük gurupçukları Kürtlerin temsilcisi olarak görme ahmaklığına düşmüyorlar mı? Ayrıca dizide ABD ‘li bir görevlinin teröristlere destek vermesini ve yönlendirmesini anlatan sahnelerden neden gocunuluyor? Bu açık destek bütün dünyanın bildiği bir gerçek değil mi? Yıllardır Anadolu insanını alevi -sünni, sağcı-solcu, Kürt-Türk diye birbirine kırdıran senaryolar USA patentli değil midir? Yaklaşık 25 yıl boyunca 40 bin insanımıza kıyan senaryoyu yazanların adreslerinin teşhis edileceği ve bu savaşta harcanan 300 milyar dolarlık kaybın hesabının sorgulanacağı için mi bu dizi linç uygulamasına hedef olmuştur?

6. Muhalefet partileri erken seçim istiyorlarmış ve ancak seçilecek yeni hükümetin Cumhurbaşkanını seçebileceğini iddia ediyorlarmış. Halbuki büyük ihtimalle yine aynı partinin iktidara geleceğini görmüyorlar mı? Yoksa muhalefettekiler bu hükümetin meşru olmadığını mı söylemek istiyorlar? Acaba bunlar özlediğimiz sivil-demokrat ve Anadolu insanından yana dindar bir Cumhurbaşkanının, bu hükümetin içinden ve bu meclis tarafından seçileceği ihtimalinden mi korkuyorlar?

7. Suriye sınırımızın mayından temizlenmesi yine güncelliğini koruyor. Alınan son haberlere göre bu işi İsrail yapacakmış. Tabi ki hayrına değil, bilmem kaç yıllığına yeraltı ve yerüstü kaynaklarını kullanmak karşılığında. Bilindiği kadarıyla Suriye’de bu temizleme işini kendi halkı yapmış. Neredeyse elli yıldır işlenmemiş, iki Kıbrıs büyüklüğündeki topraklarımızı neden biz mayından temizleyip işletemiyoruz?

NİÇİN AHLAKI ÇÖKERTMEK İSTİYORLAR ?

18.02.2007
Toplumda evlilik dışı cinsel ilişkilerin yaygınlaşmasını Peygamberimiz (sav) tarafından şu şekilde dile getirilmiştir: "Zinanın çoğalması kıyamet alametlerindendir." (Buhari, Tecrid: 1/16) Ahlaki değerlerin, utanma duygusunun zayıflaması ise hadislerde şöyle tasvir edilmiştir: "Kıyamet yaklaşınca... kadınla yolun ortasında cinsel münasebette bulunacak kadar haya ortadan kalkar." (Taberani, Hakim; Son Zamanlarla İlgili Hadisler, s. 111) "Zina çocukları çoğalacak. O kadar ki kişi sokak ortasında kadınla zina edecek." (Kıyamet Alametleri, s.140) " "Bir zaman gelecek kadınla yolun ortasında zina yapılacak. Kimse buna itiraz etmeyecek." (Kıyamet Alametleri, s. 142)
Son dönemde herkesin gözü önünde açıkça yol ortalarında fuhuş yapmakta olan insanlara, gazete ve televizyon haberlerinde sıkça rastlanmaktadır. Bir yandan magazin vb. programlarla ahlak duyguları zayıflatılırken malumunuz hem içeriden hem de dışarılardan birileri zinanın suç olmaması konusunda ısrar edip durdular. Niye acaba hiç düşündünüz mü ?
Aile Araştırma kurumunun verilerine göre boşanma nedenleri çerçevesinde boşanma yüzdelerinin en önemli nedeni geçimsizlik ve terk ve onu takiben zina ve ekonomik kriz almaktadır.
Bu günlerde şehrimizi de bir şekilde etkileyen abartılmış töre haberleri ve filmleri saçmalıklarını da 'toplumumuzun maddi ve manevi çökertilmesi' senaryosunun bir parçası olarak görmek gerekir…
Bir başka açıdan büyük bir utanç vesilesidir ki genelevlerin kaldırılması için hiçbir çaba gösterilmemektedir. Ne yazık ki ülkemizde hayvan satılır gibi kadınlar satılmaktadır. İlginçtir ki, her köfteye maydanoz olan AB kredisi destekli sözde kadın dernekleri bu konuda devamlı üç maymunları oynamaktadırlar. 2000 yılında ABD Dışişleri Bakanlığının açıkladığı raporlara göre kadın ticaretinde 8. sıradayız(!)
Bir toplumun en önemli yapı taşı olan aile kurumunun çökertilmesinde zinanın etkisi ortadadır. Bazılerı zaten bu ayıbın çeşitli isimlerle alenileştiğini hatta vergilendiğini öyleyse bu günahın iyice meşru sayılması için neden batının çeşitli oyunlara girdiğini anlayamadıklarını söyleyebilirler. Bu konuda sizlerle paylaşacaklarımı "Bel'am" portresi ile içselleştirmek istiyorum. Böylece zina konusunda ısrarcı zihniyetin elebaşı olan; kendi kadınlarından başka bütün kadınların kendilerine cariye olduğunu kabul eden yahudilerin , tahrif edilmiş şekliyle sahiplendikleri Tevrat'tan alıntılarla ; zinanın toplumsal sonuçlarından sadece birini ve batılla işbirliği yapan alim "Bel'am" karakterini öğrenmiş olacağız. Türkçe kaynak olarak Mustafa İslamoğlu'nun " Yahudileşme Temayülü" Denge Yayınları - 1995 ' kitabından yararlandım. Milletimize 'zina' konusu ile beraber diğer haramlarda yapılan ısrarların nedenini ve batılla işbirliği yapan alimlerin yani Bel'am'ların sonlarının nasıl olduğunu anlayacağız. Konumuza önce yüce kitabımız Kur'an-ı Kerim'in Araf süresinin 175-176. ayetlerinin mealiyle başlayalım:
"Onlara şu adamın haberini de oku: Kendisine ayetlerimizi vermiştik. Onlardan sıyrılıp çıktı , şeytan da onu peşine taktı. Nihayet o azgınlardan oldu. Dileseydik onu o ayetlerle yüceltirdik. Ama o ,yere saplandı , hevasının peşine düştü. Onun durumu tıpkı şu köpek gibidir: Üstüne varsan da dilini sarkıtıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur. Ayetlerimizi yalanlayan toplumun örneği işte budur. Bu öyküyü anlat, belki düşünüp taşınırlar."
"Tevrat'taki kıssa ise şöyle : Hz. Musa liderliğindeki İsrailoğulları'nın çölde uzun süre dolaştıktan sonra , eski ülkeleri Kenan diyarına doğru ilerlediklerini gören Moab Kralı Balak ,ısrarla ülkesinin elden gideceği endişesine kapılır. Başlarında Hz.Musa'nın bulunduğu İsrailoğulları'na karşı yardım etmesi için kendi ırkdaşları olan ve Hz.Musa'ya denk olduğunu düşündükleri Bel'am'ı yardıma çağırır. Çünkü Bel'am'ın mübarek kıldığı mübarek olmakta, lanetlediği ise iflah olmamaktadır.(Sayılar,22/6) Bel'am ise bu davete karşılık Rab'den alacağı emre göre hareket edeceğini bildirir. Moab Kralı çok ısrar eder ve türlü dünyalıklar vadeder. Bel'am bir rivayete göre izinli olarak diğerine göre de izinsiz olarak yola çıkar. Yolda eşeği melek tarafından engellenir. O da ısrarla yoluna devam eder. Kral Balak'a Allah'ın kendisine söyletmeyeceği şeyleri söyleyemeyeceğini ifade eder. Bedduaya başladığında Kral'ın isteğinin aksine , İsrailoğularına lanet edeceği yerde onları mübarek kılar. ( Sayılar 23/7-10,18-24/3-9,15-24) Bel'am Kral'a Allah'ın lanetlemediğine lanet edemeyeceğini ,O'ndan emir aldığını , Allah'ın vahyine muhatap olduğunu ,yüce olanın bilgisini bilen bir kişi olduğunu ,Rabbin sözünü çiğneyemeyeceğini söyler. ( Sayılar,23/8,20;24/4,12,16 )
Bel'am'ın bu fikri sayesinde Moab Kralı Balak İsrailoğullarını yener. İsrailoğulları,Putperest Moab kızlarının putlara kurban edilen hayvanların muhtemelen mikroplu etlerini ve kendi bedenlerini İsrailoğularına sunarak onların disiplini bozar ,birliğini dağıtır , Allah'ın gazabını onların üzerine celbederler. Sonuç Tevrat'ta şöyle verilir: " Ve kavm Moab kızları ile zina etmeye başladı.Ve kendi tanrılarının kurbanlarına toplumu çağırdılar. Ve toplum yedi ve onların tanrılarına eğildiler. Ve İsrail Baal-Peor(putuna) bağlandı.Ve Rab'bin öfkesi İsrail'e karşı alevlendi." (Sayılar,25/1-3)
Tevrat'ta anlatılanları biraz daha detaylandıran İslami rivayetlerde Bel'am'ın resmi din adamı kimliğini tescil eder. " Moab'lılar 'onlara beddua et' dediler. O dedi ki : ' Benim elimde olmayan bir şeyi bana emrediyorsunuz.' Onlar dediler: 'Eğer Rab'bin onlara beddua etmenden hoşlanmazsa daha önce olduğu gibi bundan seni alakoyacaktır.' Başladı İsrailoğuları'na bedduaya... Lakin onlara beddua ederken dili sürçüp kendi halkına beddua ediyordu. Kendi halkının zaferi için dua etmek istediği zaman da ,dili sürçerek ,Allah'ın izniyle Musa ve ordusunun muzaffer olması için dua ediyordu. Toplumu :' Sen onlara değil bize beddua ediyorsun' dediklerinde , 'Benim dilim bundan başkasına dönmüyor. Kaldı ki onlara beddua etseydim bile kabul olunmayacaktı.' diye yakındı.' Lakin' dedi, 'size bir yol göstereyim . eğer yaparsanız onları yenersiniz : Allah zinaya çok gazaplanır. Eğer onlar zinaya düşürülebilirse,helak olurlar. Allah'ın onları bu şekilde helak etmesini umuyorum. Kadınlarınızı çıkarıp onların üzerine gönderin. Onlar yılları yollarda geçmiş seferi bir toplumdur, bu yüzden zinaya meyledip helak olmaları daha kolaydır.' ( Taberi - Camiu'l Beyan,6/123 )
Bundan sonrası kolay oldu. İsrailoğulları, peygamberlerini dinlemeyerek Moab'lı fahişelerle zinaya koştular. Moab'lı fahişelerin sunduğu putlara adanmış muhtemelen mikroplu etleri yedikleri için İsrailoğulları içerisinde salgın hastalık çıkmış ve kitlesel ölümlere (Taberi'ye göre 70 bin) sebep olmuştu. Ayetteki "hevasına uydu" ibaresini Kurtubi " Mala çok düşkün olan hanımının Müslüman İsrailoğullarına beddua etmesi için yaptığı ısrarlı taleplere uymuştu " şeklinde açıklar.Yukarıda anlattığımız olay ve benzeri azgınlıklar tarihte sayısız toplulukların yok olmasının ana nedeni olmuştur. Tarih tekerrürden ibarettir, sözü de ondan ders almayanlar içindir.

ABD’NİN YENİ YÜZYIL PROJESİ HAYALLERİ -5

11.10.2006
ABD’nin büyük Ortadoğu Projesi adı altında yapmayı planladığı; aslında ABD’nin devlet nezdinde “Yeni Yüzyıl Projesi” diye adlandırdığı bu projenin 1999 yılında hazır hale getirip uygulanması için ilgili kurum ve kuruluşlarına sevk ettiği, önceki şeklinden çok daha küçültülerek sadece Ortadoğu’yu kapsayacak hale getirilmiş bir işgal çalışmasıdır. Bu proje ile Ortadoğu’da bulunan ülkeler adeta harmanlanarak yerine altı yeni devlet kurulması amaçlanmaktadır. Bu projeye yönelik psikolojik ve ezici harekat tam hızıyla sürdürülmektedir. Yani, ABD bu projesinde varolan devletleri kurmak ve kendince demokratik adımları atabilmek için önce gerçek amaç ve gayesi olan İslam’ın onur ve gururunu kırıcı, onu dünya milletleri gözünde küçük düşürücü, Hristiyan halklardan İslam’a doğru kaymayı önleyici girişimleri psikolojik olarak halletmesi gerekmektedir. Bunun gerçekleştirilmesi için Afganistan ve Irak’ta olduğu gibi İslam halklarına en aşağılayıcı, acı ve ızdırap verici, onur ve gurur kırıcı, aile ve sülalelerin soy gelişimini önleyici operasyonlarını yaparak ayrıca bunu dünya kamuoyunun gözü önüne çekinmeden sermesi gerekmektedir.
ABD muhtemelen harekatını şu şekilde geliştirebileceğini hayal etmektedir: Lübnan veya çevresinde yapılacak birkaç provokasyonla dünya kamuoyu ikna edilecek ve bu olaylar gerekçe gösterilerek Lübnan’dan yani Akdeniz’den başlatılabilecek, havadan destekli bir kara harekatı ile Lübnan ve Suriye haritadan silinip, Kuzey Irak’taki mevcut yönetim ile birleşerek İran sınırına dayanılacaktır. İran’a karşı kara harekatından çekindikleri için havadan bazı tesisleri bombalama yoluna gidebileceklerdir. Bu harekatla İran, Suriye, Filistin, Lübnan ve Türkiye’nin batının istediği gibi belirli bir düzene girip, İslam’a en büyük dersi verdiğini, sindirdiğini, ezdiğini hesap ederek Ortadoğu’nun aşağısındaki yapılanmaları şekillendirecektir. İran ve Türkiye sınırından aşağıya doğru altı devlet çıkarmayı hayal etmektedirler. Bunların içinde haritadan silinecek devletler olabileceği gibi “İslam Kutsal Devleti” adı altında Mekke, Medine ve Cidde’yi kapsayan bir özerk devleti de İKÖ emrine vermeyi düşünmektedirler. Bu planlamada altı büyük devlet çıkartılırken muhtemel bir düşünce ile Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğusunu Kürt-Arap Demokratik Cumhuriyeti’ne katmayı düşünmektedirler. Son zamanlarda basına yansıyan NATO kaynaklı haritalarda, bu tip alçakça şekillendirmelere sıkça rastlamaktayız. Bu hayali haritalarda: Lübnan, Katar, Kuveyt, Filistin, Bahreyn sona erdirilecek devletler olarak gösterilmektedir. Suriye ve Irak’ın kuzey bölgesi Kürt-Arap Demokratik Cumhuriyeti olarak; Irak’ın geriye kalanıyla Ürdün birleştirilerek Irak-Ürdün Birleşik Arap Cumhuriyeti, Umman ve BAE birleştirilerek Birleşik Arap Umman Cumhuriyeti, Suudi Arabistan topraklarının güneyinden Yemen’e toprak alarak Yemen Arap Cumhuriyeti, Suudi Arabistan kalan topraklarıyla Suudi Arabistan İslam Cumhuriyeti, yine Suudi Arabistan’ın Mekke, Medine ve Cidde’yi kapsayan topraklarında ise Kutsal İslam Devleti kurulması hedeflenmektedir. Tabi bu yeni yapılanmaların yönetimlerinin ABD’nin yıpranmamış yeni elemanları olacağı şüphesizdir.
Bu alçakça projenin uygulamaya konulmasını veya yarım kalmasını sadece ülkemizin ve bölge ülkelerinin onurluca duruşları engelleyebilir. Başta Türkiye’miz olmak üzere bölge ülkeleri tüm kurumlarıyla ya bağımsız bir devlet olacaklar ya da ABD’nin Ortadoğu planlarına destek olacaklardır. Halkımız Türkiye’mizin de parçalanmasına dönük bu projelere karşı birbirleriyle kenetlenmiş olarak zalimlere karşı şahsiyetli bir duruş sergilemektedirler. Haksızlığa direnen ülkemizi zayıflatmaya yönelik olarak; içeriden ve dışarıdan akla gelebilecek her türlü fitneye karşı uyanık olunmalı ve özellikle gazete ve televizyonları kullanarak halkımızı bölmeye ve zayıflatmaya çalışan provokatörlerin oyunlarına ve tahriklerine gelinmemelidir. Özellikle katı laikçilerimizin söylemleriyle ABD’nin İslam düşmanlığı projesinin adeta örtüşmesi üzerinde dikkatle yeniden düşünülmelidir. ABD’nin bu projesi kapsamında Papa 16. Benedickt’in, Efendimize karşı söylediği edep dışı sözler dış tahriklerin son örneklerinden biridir. Türkiye’nin yöneticilerinin ve Diyanet’in anında sert cevabı hem milletimizi sevindirmiş hem de tahrikçileri şaşırtmıştır.
Batının bütün tezgahlarına ve oyunlarına karşı bütün halkımızın ve ülkemizi yönetenlerin dirençli, güçlü ve birlik içinde olmaları, batının projelerinin başlarına çalınacağının sevindirici bir habercisidir. Bu şahsiyetli duruşumuz yukarıda anlatmaya çalıştığım batının iğrenç proje hayallerinin uygulanmasını başından engelleyecektir. Onlar da rezil olup kıtalarına döneceklerdir.
Gelecekte; adaletli, şahsiyetli, güçlü ve özgür Türkiye’mizin gerek Ortadoğu’da gerekse Orta Asya’da örnek ve önder bir ülke olarak tarihteki şerefli yerini alacağına inanıyoruz.

Kaynak: Yarınlar İçin Düşünce Dergisi 8-9-10-11. sayılar.

ABD’NİN YENİ YÜZYIL PROJESİ HAYALLERİ -4

10.10.2006
ABD’nin Lübnan’dan sonra muhtemelen Suriye’ye müdahale etmesi beklenmektedir. Ardından da sıra İran’a gelecektir. Çünkü Akdeniz’den İran’a kadar bir koridor oluşacak ve bu alan ABD tarafından rahatlıkla kullanılabilecektir. ABD’nin böyle bir çılgınlığı yapması, diğer bölge ülkeleri kadar Türkiye’nin de başını ağrıtacaktır. Bu anlamda Türkiye gücünü zaafa uğratacak hatalardan uzak olmak ve çılgınlıklara cevap verecek teyakkuza sahip olmak zorundadır. Eğer ABD bir süre sonra İsrail askerleri ile birlikte veya doğrudan kendi gücünü devreye sokarak Suriye’ye girecek ve ardından Kuzey Irak’a sarkacak olursa veya aynı stratejinin bir parçası olarak Iraklı Kürtlerin ABD desteğinde bağımsızlık ilanı söz konusu olacaksa Türkiye kendi güvenliği için Kuzey Irak’a girmek zorunda kalabilecektir.
Filistin ve Lübnan’a yapılan saldırılar aslında İran ve Suriye’ye yönelik bir saldırının yaklaşır gibi olduğunu gösteriyor. İsrail, Büyük Ortadoğu Projesi öncesinde, Büyük İsrail Projesini yürürlüğe koymuştur. Bu şekilde İsrail’i ve ABD’yi bölgede rahatsız edecek her türlü güç ve örgütü ortadan kaldırmak ve sindirmek amaçlanmaktadır. Bu projenin başarı şansı Arap ve İslam alemine bağlıdır. Arap ve İslam alemi dik durabilir ve güçlü bir gösteriş yapabilirlerse bu projenin hatta BOP ‘un bile başarı şansı oldukça azalacaktır. Hariri suikastı ile başlayıp Mehlis Raporu ile devam eden süreç Yaz yağmurları ile devam ettirilmektedir. Bu girişim Bağdat örneğinde olduğu gibi Şam ve Tahran’ı da Tel-Aviv karşısında etkisiz duruma getirerek askeri bir güç olmaktan çıkarmayı hedeflemektedir.
Suriye ve İran’ın bu oyunu görüp askeri anlaşmalar yapmalarını, Türkiye ile yeni olumlu stratejiler geliştirmelerini ve ülkemizle yakın ilişkilere girmelerini bu çerçevede okumak gerekir. İran, bir Irak veya Afganistan değildir. Çünkü İran’ın hem etnik hem de mezhepsel olarak Ortadoğu ülkelerinde üç milyona yakın gönüllü savaşçı grupları vardır. Bunların başında Lübnan’daki Hizbullah örgütü gelmektedir. Bu örgüt hem sayı hem de silahlanma ve eğitim açısından bölge ülkelerinin çoğunun silahlı kuvvetlerinden daha da güçlüdür. Dolayısıyla İran’a müdahale bütün Ortadoğu’yu topluca ayağa kaldıracaktır.
Bütün bu ihtimalleri sıralarken ABD’ye hiç zorlanmadan gönüllü destek veren AB ülkelerinin duruşunu gözden kaçırmamak gerekir. İnsan hakları diye bas bas bağıran bu batılı ülkelerin, İslam alemine yapılan saldırılar, toplu katliamlar ve işkenceler karşısında tam bir haçlı ruhuyla ve radikal kiliselerin tavrıyla olaylara destek verdikleri gözlemlenmektedir. Papa’nın son zırvaları Avrupa’nın bu bakış açısını daha da perçinlemektedir.
Bütün bu gelişmeler karşısında zalimlere karşı onurlu bir duruş sergileyip İsrail’e ve ABD’nin Irak’taki uygulamalarına dünyada en yürekli itirazı yapan; mazlum bölge ülkelerine ve komşularına destek veren ülkemizin özlediğimiz tavrı gurur verici olmuştur.
Bir sonraki yazımızda, ABD’nin yeni yüzyıl projelerinin devamı olarak; ham hayallerini, Ortadoğu’nun aşağısında uygulamak istedikleri yeni yapılanmaları, bölge ve Türkiye haritasını nasıl alçakça görmek istediklerini anlamaya çalışacağız.

ABD’NİN YENİ YÜZYIL PROJESİ HAYALLERİ -3

09.10.2006
ABD’nin “yeni yüzyıl projesindeki üçüncü adım Filistin ve Lübnan olmuştur. Tetikçi olarak kullanılan İsrail son operasyonlarıyla kısa vadede Hamas ve Hizbullah’ın işini bitirmek ve sindirmek istediyse de Hizbullah’ın kahramanca direnişi karşısında hezimete uğramıştır. Büyük İsrail Projesi’nin hayata geçirilmek istenmesinin sebebi; Büyük Ortadoğu Projesi’ni hayata geçirmek hedefinde, bölgenin her türlü silah, cephane ve silahlı örgütlerden temizlenmesi gerektiği içindir. Burada Filistin halkının sindirilmesi, Hamas, Hizbullah gibi silahlı örgütlerin yok edilmesi istenmektedir. Yıllardır, bölgede yaşayan Arapların basiretsizliğinden faydalanan İsrail, bu gün Hizbullah örgütü olmasaydı kısa zamanda Lübnan’ı işgal edecekti. Maalesef, yetmiş milyonluk Arap aleminde sadece Hamas ve Hizbullah gibi örgütler şahsiyetli bir duruş sergilemişler, geri kalanlar ise genellikle teslimiyetçi ve eyyamcı bir tavır takınmışlardır. Ama bu kendi dertlerine düşmüş teslimiyetçi tavırları onların BİP ve BOP projelerinin dışında kalmalarına yetmeyeceklerdir. Unutulmamalıdır ki ‘kim bir zalime yardım ederse Allah, o zalimi ona da musallat eder.’
Bölgede gelişen bu olaylarda Türkiye’nin tavrı şöyle gelişmiştir: Filistin seçimlerinden sonra Hamas’ın başarıyla çıkıp iktidarı ele geçirmesiyle Türkiye, Filistin halkının milli iradesine saygı göstererek Hamas Hükümeti’ni ilk tanıyan ülke olmuştur. Hamas’ın siyasi lideri Halid Meşal’in Ankara ziyareti olay olmuş, bu ziyarete hem iç muhalefet ve laikçi kesim, hem de ABD ve İsrail büyük tepkiler göstermişti. Buna rağmen Türkiye gayet dik durabilmiş, Hamas politikasından ödün vermemişti. Ama Cumhurbaşkanı Sezer’in İsrail’i ziyaretinde, Türk halkınca şaşkınlıkla karşılanan “Hamas’ın kabulü devletin değil AK Partinin işi” sözlerinin de yorumlanması gereklidir.
1940 yıllardan beri ABD’nin manyetik alanında olan Türkiye, 1948’de İsrail’i diplomatik olarak tanıyan ilk Müslüman ülke olmuştur. Halkının her zaman bu konuda muhalif olmasına rağmen yıllardır yapıla gelen ikili anlaşmalar ve işbirliği, İsrail’in bölgede meşruiyet kazanmasına sebep olmuştur. Maalesef İsrail ile ilişkiler sıkı fıkı ilerlerken Arap ve Müslüman topluluklar hep görmezden gelinmiş ve hor görülmüştür. Yıllardır süregelen bu güdümlü dış politika, hep Türkiye’nin zararına sebep olmuştur.
İsrail’in Lübnan’a son saldırısını da en sert bir şekilde kınayan Türkiye’nin bu tavrı, çevre ülkeler tarafından takdirle karşılanmıştır.
Lübnan’a gönderilecek Barış Gücü’ne Türk askerlerinin katılması halkımızca pek hoş karşılanmamışsa da bunun Lübnan halkının istek ve arzusuyla olduğunu da söyleyebiliriz. Halkımız, Türk askerinin çatışmalardan ve sıcak bölgelerden uzak durmasını; Hizbullah’ın silahsızlandırılması gibi girişimlerden uzakta kalmasını, yapılabilecek provokasyonlara karşı uyanık olmasını, Lübnan’daki Barış Gücüne Hizbullah’ın silahsızlandırılması görevi verilmesi durumunda ise süratle geri çekileceğini umuyor.
Türkiye, Lübnan’a barış gücü göndermeyi planlarken; İslam ülkeleriyle gelişecek durumla birlikte, bölgedeki hedeflerine ulaşmak için her yolu deneyecek olan ABD’nin bundan sonraki hareketlerinin ne olacağını hesaba katmalıdır. Önümüzdeki aylarda ABD’nin yeni saldırıları gelebilir. Çünkü İsrail’in son hezimeti aslında ABD’nin yenilgisidir.
Yarınki yazımızda ABD’nin yeni yüzyıl projesindeki dördüncü adımını işleyeceğiz. Bu adım, büyük ihtimalle Suriye olacaktır…

ABD’NİN YENİ YÜZYIL PROJESİ HAYALLERİ -2

07.10.2006
Afganistan’dan sonraki ikinci cephe Irak oldu. “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi”nin jeostratejik konumu nedeniyle savaş karargahı olarak Irak seçildi. Amerika’nın öncülüğündeki İngiltere ve diğer koalisyon ortakları üstün silah güçleriyle Irak’a girdiler ve işgal ettiler. Batılılar kısa sürede yaktılar, yıktılar, bombaladılar, tecavüz ve işkenceler ettiler; böylece çirkin yüzlerini tüm dünyaya gösterdiler. Bunu da demokrasi ve insan hakları adına yaptıklarını söyleyerek daha da aşağılık duruma düştüler. ABD ve ortakları, her geçen gün yükselen direniş hareketi ile daha da rezil duruma düşeceklerdir.

Irak’ta her geçen gün kuvvetlenen direniş hareketi karşısında, ülkede devam eden kaos ortamının etkisiyle savunmaya geçen ABD, Güney Irak’ta zorlanan İngiltere; iflasa giden şirketlerin ortakları gibi birbirlerini suçluyorlar. Aradıklarını maddi ve manevi olarak bulamayan, hayallerini ve siyasi rantlarını gerçekleştiremeyen iki ülke liderleri başkan Bush ve İngiltere Başbakanı Tony Blair, artık telefon görüşmelerinde bile birbirlerine hakarete varan küfürleşmeler yapmaktadırlar. Bu görünüm ABD ve İngiltere basınında iki liderin başarısızlıklarının vebali olarak yansıtılmaktadır.

Türkiye’nin, 1 Mart Tezkereyle ABD askerlerine kendi topraklarından geçiş izni vermeyerek ve bu işgale katılmayarak, o tarihten itibaren yanlış bulduğu Amerikan girişimlerine destek vermemesi ve “bağımsız” bir politika izlemesi, Irak halkı ve bölge ülkeleri üzerinde olumlu etkiler bırakmıştır. Türkiye’nin sözü bu nedenle ‘daha çok dinlenir’ hale gelmiş oldu. Türkiye’nin son dönemlerdeki Suriye ve İran politikalarındaki olumlu gelişmeler bu stratejinin bir yansıması olsa gerek.

2000 yılından sonra Türkiye’nin gözle görülür bir biçimdeki başarılarından biri de etrafındaki düşmanlarının kademeli olarak ortadan kalkması olmuştur. Bu bölgedeki gelişmelerin Türkiye tarafından iyi değerlendirilmesinin sonucunda oluşmuştur. Çevresinde sürekli düşman olarak algıladığı komşularıyla seksen yıl geçiren Türkiye artık komşularıyla ilişkilerini; karşılıklı ekonomik, siyasal, kültürel, stratejik yeni düzenlemelere göre şekillendirmektedir. Bu da bizi kazançlı çıkarsa da ABD yi ve batıyı azami ölçüde rahatsız etmektedir.

ABD ‘yeni yüzyıl projesi’nin ikinci adımında, Irak’ta her gün yüzlerce kişiyi katlederek, işgalini ve ülkeyi bölme çalışmalarını hızla sürdürmektedir.

Bu arada tüm İslam ülkelerinde uygulamaya koyduğu bir çalışma daha vardır ki bu konuya da oldukça dikkat etmek gerekir. Bu, yerli ve yabancı unsurları kullanarak İslam’ı yeniden yorumlayıp sulandırarak omurgasız, dünyaya sunacağı mesajı olmayan ılımlı bir İslam üretmektir. ABD böylece İslam’ın Müslüman halklar üzerindeki etki gücünü kaldırmak ve böylece bölgede yapacağı işgalini kolaylaştırmak, ayrıca kendine yerli işbirlikçiler bulmak istemektedir.
Sonraki yazımızda, nasip olursa ‘ABD nin yeni yüzyıl projesindeki üçüncü adımı olan Lübnan-Filistin ve Büyük İsrail Projesi(BİP)’ konusunu işleyeceğiz.

ABD’NİN YENİ YÜZYIL PROJESİ HAYALLERİ -1

06.10.2006
Varşova Paktının 1991 de dağılmasından yani soğuk savaşın bitmesinden sonra dünyanın stratejik dengeleri değişim sürecine girdi. Kendini soğuk savaşın galibi olarak niteleyen ABD bu konumunu global bir avantaja dönüştürmek ve kendini sürekli üstün kılmak için “yeni yüzyıl projesi”ni hazırlayarak bunu pratiğe geçirmeye başladı. 11 Eylül olayını yeterli bir bahane olarak gören ABD hedefine önce Ortadoğu, Avrasya ve Orta Asya coğrafyalarını aldı. Gürcistan, Ukrayna, Kırgızistan’a yerleşirken NATO’yu da Doğu Avrupa ve Balkanlara taşıdı. Böylece Macaristan, Polonya, Romanya ve Bulgaristan’ı kontrolü altına almış oldu. Bir yandan da Karadeniz ve Hazar Denizinin kontrolünü sağlayacak çalışmalara girdi.
Bu arada “Medeniyetler Çatışması” adı altında İslam ülkelerini düşmanlaştırma çalışmalarına hız verildi. ‘İdeolojiler çağı bitti, sırada medeniyetler çatışması var… Demokrasinin önünde pürüzler var, bu pürüzlerden biri Çin ise daha belalısı İslam… İslam medeniyeti mensubu Türkiye, İran, Pakistan ve Afganistan nükleer güçler haline gelerek ve Budist medeniyete mensup devletlerle ittifak ederek Batıya saldıracaklar…’ S.Huntington alıntıladığımız bu iddia başlıkları ile Hristiyan dünyada yeniden Haçlı Seferlerini diriltecek bir anlayışın söylem startını verdi. Bu arada, ülkemizin de mensubu olduğu NATO soğuk savaşın bitiminden sonra yeni düşmanını bakınız nasıl ifade ediyordu:
“21. yüzyılda batının çıkarlarını tehdit edecek birinci öncelikli tehdit, İslam kökten dinciliğidir.”(Willy Claes- zamanın NATO Genel Sekreteri.)
”Türkiye ve İsrail kayda değer bir gelişmeyle her iki ülkeye yönelik tehditleri değerlendirmek ve Ortadoğu’da gelecekte bir istikrarsızlık durumuna ilişkin ortak önlemler almak ve hazırlanmak amacıyla geniş çaplı değerlendirme projesi başlatıyor. İlk adım -tehdit değerlendirmesi- İsrail Dışişleri Bakanı David Levy’nin Nisan ayındaki Türkiye ziyaretindeki görüşmelerde atıldı.”(Turkish Daily News, 1 Mayıs 1997)
“MASK: Öncelikli tehdit, irtica. Milli Askeri Stratejik Konsept (MASK) hakkında 29 Nisan Salı günü bilgilendirildik. Bunun ‘değiştiği’ ve artık ‘iç tehdit’in ‘öncelik’ kazandığı bildirildi. Bu ‘iç tehdit’i dışardan besleyen ‘dış güçler’ in İran ve Suriye olarak değerlendirildiği öğrenildi.” (Cengiz Çandar-4 Mayıs 1997 Salı-Sabah)
Bu hazırlıkların ardından ilk hedef Afganistan oldu. Genişletilmiş Ortadoğudaki projeleriyle Afganistan’a ABD öncülüğünde, BM kararları doğrultusunda, koalisyon güçleri ile kapsamlı bir müdahalede bulunuldu. Tarihi ve kültürel yakınlıkları, halkların dini inanç ve etnik kimlik açısından yakınlığı, Orta Asya’ya açılan önemli bir kapı olması, Türkiye’nin Afganistan’a olan ilgisinin temel nedenleri olmuştur. Ayrıca Afganistan’ın güvenlik ve istikrarı, bölgedeki siyasi ve stratejik gelişmeler Türkiye’yi hep yakından ilgilendirmiştir. Bu nedenle Türkiye, 2001 Bonn Konferansından itibaren Afganistan’ın barış ve istikrara kavuşturulması için çok uluslu gücün içinde yer almıştır. Bu güne kadar geçen süreçte Türkiye ISAF’da, tek Müslüman askeri güç olması sebebiyle Afgan halkıyla dostluk kurabilmiştir. Ayrıca oradaki müteahhitlik ve taşeronluk hizmetlerinin % 37’sinin Türk şirketlerine verilmiştir. Türk askerinin Afgan halkıyla yakın ilişki kurması ve sempati kazanması, Özbek Lider Raşit Dostum’un Türkiye’ye yakın durması, Hikmet Çetin’in NATO Temsilciliğini barışçı bir bakış açısıyla yapması; Türk Ordusunu sadece emirlerindeki savaşçı güç olarak görmek isteyen ABD’nin ve ABD’nin atadığı kukla Hamit Karzai’nin Türkiye’ye soğuk bakmasına ve söz sahibi olmasını engellemesine sebep olmuştur…
Nasip olursa yarınki yazımızda,Yeni Yüzyıl Projesinde ‘ikinci hedef Irak’ konusunu işleyeceğiz…

İBRAHİM YOLU PROJESİ ÜZERİNE

29.12.2006
3 Kasım 2006 günü El-Ruha Oteli'nde İbrahim Yolu Projesi ile ilgili uluslararası bir toplantı basına kapalı olarak yapılmış. Ulusal basında yazılanlara göre toplantıda Ermeni Patriği Mutafyan da bulunuyormuş. Başbakan Yardımcısı Abdullatif Şener, Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen, yerel bürokrat ve idarecilerimizle birlikte milletvekilleri de başka bir toplantı için bölgemize gelmişken bu toplantının da bir kısmında bulunmuşlar. Kürşad Tüzmen,"Turizme Şanlıurfa'nın katkısının daha fazla olması açısından önemli bir proje" diye bir de açıklama yapmış…
‘ Proje sahiplerine göre’ İbrahim Yolu Girişimi’nin amacı, İbrahim Peygamber’in ayak izlerini takip ederek bir turizm güzergâhının açılmasına esin kaynağı olmak ve yardım etmekmiş. Bu yol, İbrahim’in Tanrı’dan “ilerle” çağrısını ilk kez aldığı yer olan Harran/Urfa’dan, türbesinin bulunduğu El Halil kentine kadar devam ederek, Ortadoğu’nun kalbindeki tarihsel ve dinsel önemdeki yerleri birbirine bağlayacakmış. Bu arada önemli doğal güzellikleri ve kültürel değerleri olan bu güzergâh boyunca yolculuk edenler, dünyada saygı duyulan birçok yeri de ziyaret edeceklermiş. Ziyaret edilecek yerler arasında Kudüs’teki kutsal yerler, Şam’daki Ummayyad Cami ve Beytül Rahim’deki İsa’nın doğduğu kilise de varmış. Daha sonraları yol, İbrahim’in Mısır, Irak ve Suudi Arabistan’a yolculuklarını da içine alacak şekilde genişletilecekmiş. Bu yol, yolculara İbrahim’in ruhunu tecrübe etme fırsatı sunacakmış. Yolculuk İbrahim’in mirası inanç, misafirperverlik ve saygı içinde geçecekmiş. Çok sayıda yolcu İbrahim Yolu’nun bazı bölümlerini ya da tamamını haritaların veya yol boyunca görülen işaretlerin rehberliğinde yürüyecekmiş. Bundan daha fazlası ise güzergâhı arabalarla ve otobüsle kat edecekmiş. Yol boyunca bulunan topluluklar içindeki okullar ve aileler ise bunu bir eğlence ve eğitim kaynağı olarak kullanacaklarmış. Projenin ilk desteği Rockefeller Vakfı gibi pek çok ilginç kuruluşlar tarafından ve finansı Brezilya, Fransa, Hollanda, İtalya, Suriye, Türkiye, Ürdün, Pakistan, İngiltere ve ABD’deki bireyler, organizasyonlar ve vakıflar tarafından sağlanacakmış. Proje bunların yanında ABD eski başkanı Jimmy Carter ve bu çalışmaları ‘ortak hac’ olarak değerlendiren Dalai Lama tarafından da desteklenmekteymiş.

Kur'an'da bakınız Rabbimiz bize ne diyor:
"Yoksa siz, 'İbrahim de İsmail de İshak da Yakup da torunları da hep Yahudi veya Hıristiyan idiler' mi diyorsunuz?
De ki, 'Siz mi daha iyi bileceksiniz, yoksa Allah mı?
Allah'ın şahitlik ettiği bir gerçeği bilerek gizleyenlerden daha zalim kim olabilir?
Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.' " [Bakara 140]

"İbrahim, ne Yahudi ne de Hıristiyandı; ancak o, lekesiz bir Müslümandı
ve Allah'a ortak koşanlardan da olmamıştır." [Ali İmran 67]

Bu girişimle ilgili yapılan toplantıya görevleri icabı katılan bütün yöneticilerimizin; vatanımızın bölünmezliği, ülkemizin bağımsızlığı ve milletimizin inançları konusunda titiz ve feraset sahibi olduklarına inanmaktayız. Bu güvenle bu projenin de önceki benzerleri gibi tarihin çöp sepetine atılacağını göreceğimizi umuyoruz…
Biz Şanlıurfalılar, Hz. İbrahim(as)’ın yolunun İslam yolu olduğuna ve Mekke’ye gittiğine inanırız. Kıblemizi ne turizm uğruna ne ekonomik gelişmeler uğruna ne de uluslararası misyonerlik stratejilerine oyuncak olmak uğruna değiştiremeyiz. Ayrıca; hak dinin İslam olduğuna inanırız. Peygamberimiz Hz. Muhammet (as)’dan önce İslam dinini öğreten peygamberlere de iman etmekle birlikte onların öğretilerinin zamanla değiştirildiğini ve Peygamberimiz (as) dan sonra artık hükümsüz olduğuna inanırız. Hak dinin sadece İslam olduğuna iman ederiz. ’İbrahimi dinler’ ve ‘Üç büyük din’ gibi hayali iddialarından yola çıkarak, Hristiyanlık ve Yahudilik adlarıyla o peygamberlere bu gün kendini müntesip sananların da batıl yolda oyalandıklarını biliriz. Hele hele Hz. İbrahim ile ne ilgisi varsa, Budist felsefe üzerine doktora yapan Tibet’in ruhani lideri putperest Dalai Lama tarafından da desteklenmesine de sadece tebessüm ediyoruz…
“Birlik”, “inanç” ve “misafirperverlik” sloganları eşliğinde amaçlarını “Ortadoğu’da bir yol açmak, Urfa’dan Kudüs’e giderek ortak hac yapmak, Peygamberin ayak izlerini takip etmek ve saygıyı adım adım yaymak” olarak deklare edenlerin asıl niyetlerinin vatanımızı parçalamak, ülkemizi sömürgeleştirmek ve milletimizin inanç değerlerini sulandırmak olduğunu bu güne kadar yaşadığımız benzeri örnekleriyle apaçık görmekteyiz…
Müslümanlar itikadi zeminde kendisini bir hristiyan veya yahudinin yerine koymayacak kadar akıllıdır. Bu anlamda bakılabilecek ’Dinlerarası Diyalog’ veya ‘Medeniyetler Buluşması’nın bir bilinç kaymasına yol açabileceği uyarısının da dikkate alınması gerekmektedir.

ANADOLU İNSANI NASIL BİR CUMHURBAŞKANI ARZULUYOR

2007 Mayısında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimi sonuçlarının ülkemizde tarihi bir dönüm noktası olacağı görülüyor. Mevcut yasal düzenlemelerde Cumhurbaşkanını halkın temsilcilerinin belirlemesi gerekmektedir. Ama malum çevreler bundan öncekilerde olduğu gibi bu seçimlerde de alışılan senaryolarını hemen uygulamaya başlamışlardır. İlk kozları olan irtica haberlerini kaynatmaları aylar öncesinden başladı bile. Ülkemiz ne zaman siyasi ve ekonomik istikrara kavuşsa veya ülkenin geleceğini ilgilendiren önemli kararlar alınmaya kalkılsa belirli birimlerin ‘irtica var, laik devlet yapısı tehlikeye girmektedir’ söylemleriyle gerginlik yaratması ve bu yöndeki çıkışları mütedeyyin Müslümanları derinden üzmekte ve sarsmaktadır. Aslında bunlar şunu demeye getiriyorlar: ”Koruyucu seçkin efendilerden onay almadan hiç kimse Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturamaz. Bizi aşarda oturursa Çankaya’da rahat edemeyecektir. İstikrarsızlığa sebep olacaktır. Ülkeyi karanlığa sürükleyecektir.” Bu tehditleri yayanların başında gelenlerden biri olan medya bu korku ve baskı senaryolarını her gün sayfalarına ve ekranlarına taşıyıp duruyor.
Bu güne kadar uygulanan bu senaryolar gereği Anadolu insanını yöneten Cumhurbaşkanları sanki seçimle değil de adeta atamayla gelmişlerdir. Bunun sonucu da malum, neredeyse birbirimizin dilini bile anlayamayacak kadar uzakta kalmaktır başımıza gelen. Anadolu insanı buna bir dur demenin zamanının geldiğini düşünüyor artık. Anadolu insanı; halkımızın/ülkemizin değerlerini ve inançlarını taşıyabilecek, milleti ile devletini kucaklaştıracak bir kişinin Cumhurbaşkanı olmasını arzuluyor. Cumhurbaşkanını bugünkü TBMM üyelerinin tartışmasız seçmesini arzuluyor. Yeni Cumhurbaşkanının da sadece merhum Turgut Özal’da görebildiği gibi rejimin yüzde yüz istek ve arzularına göre hareket etmemesini arzu ediyor. Bu ülkede gerçek demokrasi ve gerçek bağımsızlık varsa yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçiminde neden bu kadar iç ve dış müdahalenin yapıldığının sebeplerini anlamayı arzu ediyor. İç ve dış müdahalelere karşı AKP, DYP, MHP, ANAP, SP gibi partilerin ortak hareket birliği oluşturarak devletle milleti kucaklaştıracak, Anadolu insanının ruh yapısını devlete taşıyacak ve onu yaşatacak bir Cumhurbaşkanı seçmesini arzu ediyor. ‘Milletin devlet için’ değil ‘devletin millet için’ olduğu kavramını geliştiren; devletin de efendisinin ‘millet’ olduğunu hayat biçimi olarak algılayan bir Cumhurbaşkanını arzuluyor. Seçim sürecinde ve bu parlamentonun seçeceği Cumhurbaşkanına karşı hiçbir dış ve iç saldırının ve provokasyonun olmamasını ve ülkemiz insanlarının huzursuz edilmemesini arzu ediyor. Yeni Cumhurbaşkanının inançlı biri olmasını, halkın devletiyle kucaklaşmasına vesile olmasını, devletle milletin önünü açmasını, bu güne kadar aşılamayan yargı, bürokrasi gibi bir çok kurumun da aşılabilmesini arzu ediyor. Yeni Cumhurbaşkanıyla kurumlarımızın, ülkemizin bağımsızlığı noktasında daha berraklaşmasını, dış güçlere karşı daha fazla direnebilir hale gelmesini arzu ediyor.
Halkımızın arzuladığı bir Cumhurbaşkanı sadece Cumhurbaşkanlığı koltuğuna değil, halkımızın gönlüne de taht kuracaktır…

HAFIZASIZLIK

Bizim kuşağımızdakilerin siyasal yaşantısında ismini en çok işittiği dört isim vardı. Demirel, Ecevit, Erbakan ve Türkeş. Bu dört isim sevabıyla-günahıyla Türkiye’nin siyasi hayatında uzun yıllar baş aktörlük yaptılar. Bu dört ismin tahlilini yaparken yani son elli yıllık tarihimizi öğrenmeye çalışırken alışılagelen ya kutsama ya da sövme hastalığından kaçınılması gereklidir. 5 Kasım 2006 da ölen B.Ecevit’i tanımlarken de öyle.
Doğruları ve yanlışlarıyla, neredeyse elli yıllık siyaset hayatını ölümüyle noktalamıştır Ecevit. Her kul eninde sonunda ölümü tadacaktır. Allah’a hesap verecektir, amelince karşılık görecektir. Kimileri ‘ölülerin arkasından konuşulur mu hiç?’ diyebilirler. Amacımız tarihimizdeki yerini alan önemli bir ismi tanımlamak olunca tabi ki konuşulur. Yoksa tarihinden ders almayanların başlarına gelenler hep tekerrür eder, hep aynı hataları yapar dururlar. Bunun yanında halen toplumu idare edenlerin de yaptıkları doğrular kadar yanlışlarının da unutulmayacağını bilmeleri gerekmektedir. Unutulmaması gerekir çünkü yaşadıklarımızı unuttuğumuz müddetçe ister yerel yönetimlerde ister ülke yönetiminde olsun başımıza gelecek sıkıntılar hep aynı olacaktır. Önce seçeriz sonra başımızı duvarlara vururuz, ynı filmi ‘altı-yedi defa’ seyrederiz.
Ecevit’in şairliğini, yakın çevresine olan sevecenliğini veya başka güzel özelliklerini yazılı ve görsel basından zaten alabildiğine izliyoruz. Bendeniz ise ilk üniversite yıllarımdan bu yana Türk siyasi hayatımızdan aklımda kalanları ve bunun yanında meşhur milli hafızasızlığımızı anlatmaya çalışacağım.
6 Şubat 1974’te ilk defa Başbakan olan Ecevit, sonraki yıllarında Ankara’yı neredeyse bir milletvekili pazarına dönüştürmüştü. Bu anlamda meşhur olan Güneş Motel’de yapılan milletvekili transferleri ve bunlardan on birini partisine transfer edip on bir bakanlık ihdas etmesi ve böylece hükümeti kurması, siyasi tarihimize o yıllarda yazılan bir Ecevit projesiydi.
1978’lerde hükümet kurduğu yıllarda ve sırayla görev değişikliği yaptıkları MC hükümetleri dönemlerinde tüp, benzin, et, ekmek, sigara, yağ, şeker kuyruklarında sabahlamak, bizler için sıradan bir işti. Karaborsacılık tavan yapmıştı o yıllarda. Aynı yıllarda anarşi ve terör de zirveye ulaşmıştı. Her gün beş-on gencecik vatan evladının öldürüldüğünü duymaya alışmıştı insanlarımız. ABD-NATO patentli sağ-sol olaylarında idealist gençlerimiz büyük zarar görmüşler, gencecik sekiz bin vatan evladı sırf görüş ve düşüncelerinden dolayı hayatını kaybetmişti. Bunun dışında iki yüz bine yakın üniversite öğrencisi de değişik sebeplerden zarar görmüşler, hayatları karartılmıştı. Ülke o yıllarda sunî şekilde farklı kamplara ayrılmıştı. NATO’nun iç savaş projelerini yerine getirenler (bunlardan biri olan ‘kontrgerilla’yı o yıllarda ilk telaffuz eden de Ecevit olmuştu) sol elleriyle sağcıları, sağ elleriyle solcuları öldürüyorlardı. Türkiye Çanakkale Savaşı’ndan sonra en çok beynini 1970-1980 yılları arasında kaybetmişti. Kardeşin kardeşe kurşunlatıldığı bu projenin son kullanma tarihi 12 Eylül 1980 olmuştu… İşin ilginç yanı bu birbirine düşman görünen baş rol oyuncuları ve sivrilen figüranlar, gelecekte saygıdan birbirinin yanında sigara içmeyecek kadar can-ciğer dost olacaklar, ortak eylem birliği yapacaklar, birlikte hükümetler kuracaklardır. Hem de ölen, yaralanan, sakat kalan, sürülen, cezaevinde yatan iki yüz bine yakın insanımızın ve yakınlarının gözlerinin içine bakarak, onların hafızasızlığına güvenerek… [Biz hafızasız olmasak, görevlendirdikleri solcu militan Mahir Çayan ile sağcı militan M.Ali Ağca’yı konuldukları askeri cezaevinden kaçıranların da; Öcalan’ı görevini Türkiye’de devam ettirmesi için Afrika’dan getirenlerin de aynı güçler olduğunu unutuvermeyiz. Bizlerin bu hafızasızlığına güvenenler şimdi de; Kürt-Türk, laik-antilaik, solcu-sağcı, alevi-sünnî, tartışmalarını alevlendirip; kardeşi kardeşe düşürmeye çalışmıyorlar mı? Tabi ki yapıyorlar ve maalesef zaman zaman da başarıyorlar. O yıllardaki projeleri yapanlar ve bunların içimizdeki çeteleri bu günde hazırladıkları yeni senaryoları uyguluyorlar. Kimileri dağa çıkıp askerimize-halkımıza kurşun sıkıyor, kimi figüranları da fırsat buldukları her ortamda ve ülkemizin özgürlük ve bütünlüğüne yönelik her provokasyonunun ardından ‘Türkiye laiktir-laik kalacak’ sloganlarıyla sokaklara çıkıyorlar.. Kimileri de kartel gazete ve televizyonlarında olmadık oyunlar ve tezgahlarla Müslüman halkımızın değerlerine sövüyorlar, üniversite kapılarında bekleşip örtülü çocuklarımızı okullarına almıyorlar.]
30 Haziran 1997’de Anasol-D hükümetini kuran Ecevit, halkımızın tepesine bir kere daha vurulduğu 28 Şubat post modern darbesinin kararlarını başarıyla uyguladı. Bu dönemde İmam-Hatip okullarının kapatılması için büyük gayretler sarf etti. Bu arada diğer meslek liseleri de kapanmanın eşiğine gelerek milli eğitimimiz büyük yaralar aldı. Binlerce öğrenci ve memur hanım, örtülü olduğundan işinden, okulundan atıldılar. Öz yurtlarında esir muamelesi gördüler. Bu hükümet de diğerleri gibi yolsuzlukların ayyuka çıkmasına dayanamadı ve yıkıldı.
2 Mayıs 1999’da TBMM açılışında FP milletvekili Merve Kavakçı’yı hedef göstererek ‘Bu hanıma haddini bildirin!’ diye haykırması ve halkın oylarıyla kendi meclisine gönderdiği bu hanımın milletvekilliği yemini bile ettirilmeden meclisten çıkarılması oyunları, dünya siyaset tarihine geçti.
İktidarda olduğu 2000’li yıllarda millet açlık ve sefaletle boğuştu. İflas eden bir esnafın yazar kasasını önüne atmasıyla bir kere daha tarihe geçti. Cumhurbaşkanı ile birbirlerine anayasa kitapçığını atması ve bunu hiddetle kamuoyuna yansıtmasıyla ülkemizin dengeleri bir kez daha alt üst oldu. Bu dönemde dolar, faiz, repo büyük rant kaynağı oldu… 1974’te Amerikalıların kendisini ‘Sultan Ahmet Camii’ni bombalamakla’ tehdit ettiğini söyleyerek şikayetçi olan Ecevit, 2000’li yıllarda ‘Afganistan ve Irak’ta müttefikimiz Amerika ne diyorsa biz onun söylediklerini esas alırız ‘diyor; koltuğunda oturan ABD Başkanı Bill Clinton’un karşısında el pençe divan durur vaziyette çekilen fotoğraflarıyla da tarihimizdeki yerini bir kere daha alıyordu. Yine de defteri kapatıldığı için ABD’ye yaranamadı, sağlığına yönelik bir takım karanlık oyunlar oynandı.
3 Kasım 2002’de yapılan seçimlerde halk tarafından evine gönderilen Ecevit, en son olarak; ülkemizin bağımsızlığına göz dikenlerin çetelerine uygulattığı bir eylem olan ‘Danıştay Baskını’nın ardından, sokaklarda gösteri yapan figüranların arasına, o yürüyemeyecek kadar hasta haliyle taşınmış, ‘Laikliğe saldırı yapıldı, hükümet istifa etmeli’ sözlerinin sonrasında daha da rahatsızlanmış, kaldırıldığı hastanede 172 gün sonra ölmüştür. Milletimizin hafızasından hiç silinmeyecek hiç unutulmayacaktır…

YÜK AL AMA YÜK OLMA

Efendimiz, Hz.Peygamber (as) bir seferinde ashabını onlardan söz almak üzere toplamıştı. Biat etmek için toplanan arkadaşlarından istediği şey ‘Hiç kimseden bir şey istememek’ idi. Bunu bir örnekle dile getiriyordu: “Farz edelim ki siz devenizin üzerindeyken kamçınız yere düştü, onu dahi yanınızdakinden istememek üzere biat edin!”
Efendimiz (as) tarafından verilen örneğin ne demek olduğunu ancak deveden nasıl inileceğini bilenler anlayabilirler. Deveden inmek öyle attan veya arabadan inmeye ve binmeye benzemez çünkü. Deveden inmek için önce onu ıhtırmak gerekirdi. Bu da hayli yorucu ve vakit alıcı bir işti. Burada Efendimiz (as)’ın öğretmek istediği şey yere düşen kamçıyı isteyip istememek değildi, O’nun istediği ‘şahsiyet inşasıydı.’ O, inşa ettiği şahsiyetlere, kimseye yük olmama özelliğini kazandırmak istiyordu. Onların yük olan değil yük alan bir kişilik sahibi olmalarını istiyordu. Hemen ardından da ekliyordu Peygamberimiz (as) “İnsanların en hayırlısı, insanlara yararlı olandır.” Bu ikinci öğretiyle birlikte Müslümanlara kazandırılmak istenen terbiyeyi şöyle anlayabiliriz: ‘Yük al ama yük olma, bununla birlikte çözümün de bir parçası ol.’
Rabbimiz(cc) bize şöyle buyuruyor. “Allah her cana yalnızca taşıyabileceği kadar sorumluluk yükler.” (Bakara-286) Bu ayetten şunları anlayabiliriz: Her can sorumluluk yüküyle dünyaya gelmiştir. Her canın yükü aynı değildir. Hiç kimseye de götüremeyeceği yük yüklenmemiştir. Her can da kendi yükümlülüğüyle bu dünyadaki yerini alıyorsa hayat mücadelesinde yüklerini yüklenmeyenler sorumluluklarını yerine getirmiyorlar demektir. Sorumluluklarını yerine getirmeyenler hem kendilerine, hem yüklerine zulmetmiş olmaktadırlar. Ayrıca görevlerini yerine getirmedikleri, yani yüklerini bıraktıkları için de onların yüklerini kaldırmak zorunda kalan sorumluluk sahibi kişilere de zulüm etmiş olmaktadırlar.
Sorumlulukları altında ezilen insanların çektikleri eziyetlerin sebebi biraz da işte bu sorumluluklarını yerine getirmeyenlerdir. Görevlerini yerine getirmeyenler, genellikle kendi yüklerini kaldırmak şöyle dursun, başkalarına yük oldukları gibi kendilerini taşıyacak sırt arama telaşına da düşerler. Şahsiyet sahibi insanlarsa yük olmama yollarını ararlar ve başkalarının sırtına basıp yükselmek yerine, kendi ayaklarının üstünde durup öne doğru yürümeyi tercih ederler. Böylece görevlerini hakkıyla yerine getirecek kaliteye ulaşmanın gayretini göstermiş olurlar.
“Yük mü alıyoruz yoksa yük mü oluyoruz?” sorusunu önce kendimize sormalıyız ve kendimizi yargılamalıyız. Evde, anne-baba ve çocuklar kendi görevlerini yerine getirmiyorlarsa haliyle yüklerini diğer aile fertlerine taşıttırmış olmuyorlar mı? Bir kurumda hizmetli, memur, müdür yardımcısı veya müdür kendi görevlerini gerektiği gibi yerine getirmiyorsa onun yükünü bir üstü veya çalışma arkadaşları taşımıyor mu? Bir yerel yönetimin her kademedeki çalışanları kendi görevlerini yapmıyorlarsa bunun yükünü ve eziyetini bütün o beldede yaşayanlar çekmiyorlar mı? Bütün halkına hizmet etmek olan görevlerini yapmak yerine halkının dinini dogma olarak ifade edenler, ilimle uğraşacakları yerde üstlerine vazifeymiş gibi sürekli olarak öğrencilerinin inançlarından dolayı örtünenleriyle mücadele edenler, bu milletin sırtına yük olmuyorlar mı?
Bu arada liderlerin/yöneticilerin, sorumluluklarının gerektiği gibi, kurallara uygun bir şekilde paylaşılması gerektiğini de eklemek isterim. Bazı hallerde yöneticiler yüklerini astlarına paylaştırıp herkesin kendi görevini yerine getirmesini istemek yerine; başkalarının görevlerini de onları yeterli görmediklerinden bazen de güvenmediklerinden (kendiliklerinden) üstlenebiliyorlar. Bu da zaman içinde yöneticilerin yıpranmalarına, hastalanmalarına veya başarı grafiklerinin düşmesine sebep oluyor. Başbakanımızın da, geçenlerde çok çalışmaktan / aşırı yükten veya görevlerini yeterince paylaşamadığından hastalandığını düşünüyorum. Dr. Necmettin Turinay’ın Yarınlar İçin DÜŞÜNCE Dergisi. Temmuz-2006 sayısında, bu konuyu da kapsayan ‘İç-Dış Kabine yada Yaklaşan Sonbahar Politikaları makalesini, bugün gazetemizin 8. sayfasındaki “İktibas” köşesinden okuyabilirsiniz…
Herkesin, kendi yükünü/yükümlülüğünü taşıdığı, kimseye yük olmadığı ve bu şahsiyeti kazanan insanların yaşadığı bir ülke olmamız için dua edelim…

SİYASET-SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİ VE KADRO

Anayasa Hukukuna göre, bir toplum içinde siyasi faaliyetlerde bulunan kuruluşlar sadece siyasi partiler değildir. Bugünkü demokrasilerde devleti sevk ve idare eden siyasi partileri ve siyasileri ,onların oluşturduğu hükümetleri etkilemek ve baskı grupları oluşturmak için kurulan bir sürü sivil toplum örgütleri vardır. Bu sivil toplum örgütleri zaman zaman siyasi hayatı derinden etkiler ve yönetirler. Siyasi partiler ile dışardan onları etki altına almak isteyen sivil toplum örgütleri arasındaki en önemli fark hükümet olma veya olabilme sonucundan kaynaklanır. Siyasi partiler iktidar olup devleti sevk ve idare etmek için gayret ederler.Sivil toplum örgütleri ise güçlerini siyasi partiler üzerinde baskı unsuru olarak kullanarak onların asli görevlerini daha iyi ve daha sağlıklı yapması için çalışmalar yaparlar. Bazı sivil toplum örgütleri var olan ideolojilerini menfaatleri için değiştirdikleri gibi zaman zaman ulusal veya uluslararası karanlık servislerin ve güçlerin elinde oyuncak olmaktan da kurtulamazlar. Bu durum istisna da olsa bazı siyasi partilerde de görülebilir. Nitekim bazı sivil toplum örgütlerinin yöneticileri, başta Müslüman halklar olmak üzere bütün insanlığın başına bela olmuş emperyalist ülkelerin elçileri ile açıkça görüşmeler yapabilmekte ve sözde demokratik(!) destekler alabilmektedirler.Özellikle 28 Şubat antidemokratik sürecinde kendine sivil toplum kuruluşu adını veren örgütlerin karanlık iç ve dış odakların figüranlığını nasıl yaptıkları apaçık görülmüştür. Yine her haliyle 1 Mart tezkeresinin geçmemesi nedeniyle ABD’nin intikamcı bir müdahalesi olduğu belli olan Danıştay suikastının ve Şemdinli olaylarının ardından sokaklara çıkan güdümlü sağ ve sol örgütlerde ve bir takım komplekslerle onların kuyruklarına takılanlarda ne yazık ki kendilerine sivil toplum örgütü diyebilmektedirler.
Cumhuriyet tarihimiz boyunca kurulan siyasi partilerin genelde yapısı itibariyle nereden, nasıl ve hangi amaçla kurulduğu belli olmadığı gibi programları bile teşkilatlarından habersiz bir biçimde hazırlanmıştır. Yüceltilmiş,efsaneleştirilmiş veya kahramanlaştırılmış liderler etrafında oluşturulmuşlardır. Bu oluşum kendini sağda veya solda olarak tanımlayan bütün partilerde değişmemiştir. Lider partisi olmaktan ileriye gidilememesi siyasi partilerin yöneticilerinden çok sistemin de göbeğinden bağlı olduğu siyasi,iktisadi,ekonomik ve idari iç ve dış etkenlerin baskısı altında olmaktan kaynaklanmıştır.Bundan dolayıdır ki ülkemizdeki demokrasi,halkın demokrasisi gibi gözükse de bugünkü Başbakan’ın bile “Hükümet olduk ama iktidar olamadık” sözüne baktığımızda ‘farklı bir’ demokrasinin var olduğu kuşkusuzdur. ‘Farklı bir’ demokrasinin tek çıkar yolu vardır, o da bağlı olduğu kurum veya devletlere hizmet etmekten başka yere varamamak…
Bizde kurulan veya oluşturulan siyasi partiler kurumsal yapıya yeterince sahip olamadan yaşamaya başlamaktadırlar. Bu şekilde hükümet olduklarında ise kendilerine bağlı bürokratlara bile söz geçirmek problem olmaktadır.Bunu da zaman zaman halka şikayet etmektedirler. Türkiye’mizde siyaset yapanlar kadro hareketi olarak değil, lider vizyonu ve misyonu ile siyaset yapabilmişlerdir. Onların devlet yönetimini güçlü kılacak,plan ve programlarını halka anlatarak kamuoyu oluşturacak bir taban inşaları ve fizibilite yapan,partiyi düşünceleri ile besleyen bir merkezleri de olmamıştır. Bu durum hem partileri zayıflatmış hem de otoriter devlet yapısını ve karanlık yapılanmaları güçlendirmiştir.
Siyasi hareketler bundan böyle düşünce kuruluşlarını ve toplum mühendisliği yapan birimlerini oluşturmak zorundadırlar.Onları kamuoyu ve kamu kuruluşları ile buluşturacak ,tanıtacak ve programlarını ortaya koyacak güçlü kadrolarını oluşturmalıdırlar.Bu güne kadar süregelen lider vizyonu ve onun kahramanlaşmasını sağlayan efsanelerle hareket etme ve siyasi biçimlendirme devri bitirilmelidir. Artık kadro hareketleri ön plana çıkarılmalıdır.Bu ülkenin geleceğine hazırlanacak siyasi hareketler ve kişiler köklü yapılanmalarını tamamlamadan,plan,proje ve düşünce üretim merkezlerini kurmadan veya arkalarına almadan,her an ve her zaman kamuoyu oluşturmayı beceremeden,devleti ve bürokrasiyi iyi tanımadan,en önemlisi güçlü bir kadro hareketi olarak ortaya çıkmadan adım atarlarsa kesinlikle başarısız olacaklarını bilmelidirler. Bilinmelidir ki artık hiçbir siyasi hareket ; bütün Anadolu’nun tamamını kucaklamadan , geleceğine umut vermeden ,alt yapısını kurduğunu ispatlayamadan , ülke sorunlarının tamamına parmak basacak kadrosunun hazır olduğunu plan ve projeleriyle ortaya koymadan başarı şansını yakalayamaz.
Diyeceksiniz ki kadrolar nasıl olmalı? “Kadrolar şuurlandırılır,kitleler şartlandırılır.” Kadroların şartlandırılması ve kitlelerin, beyhude bir uğraş olan şuurlandırılması bu güne kadar genellikle uygulanmışsa da, bu bir takım demirbaş abilerin konforlarının bozulmaması için süregelmiştir. Bu şiarı yeniden öğrenmemiz gerekiyor. Kadrolar ise şahsiyetlerden oluşur. Şahsiyetler kendilerine ait bir kafa ve kendilerine ait bir yürek taşıdığının bilincinde olan insanlardır. Onlar kafayı düşünmek,analiz yapmak,yerinde onaylamak ve yerinde reddetmek için; yüreği ile duymak,sevmeye değer olanı sevmek,inanmaya değer olana inanmak ,inkarı gerekli olanı da reddetmek için kullanırlar. Şahsiyetsiz,omurgasız insanlarla siyaset yapmaya yeltenmek boşuna bir uğraştır. Çünkü onlar dik olunması gereken mekan ve zamanlarda yerlerde sürünürler. Kaliteli insanları siyasete taşırsanız onlar kaliteli siyaset üretirler.Aynı, kaliteli insanların ticarete taşındıkları zaman kaliteli ticaret,eğitime taşındıklarında kaliteli eğitim ürettikleri gibi.Bu cümleleri tam tersinden de okuyabilirsiniz. Yani önce insana yatırım yapılmalıdır.Efendimiz Resulullah’ın(as) Buhari tarafından aktarılan bir hadisi ile insana yatırımın ve insan kumaşının kalitesinin önemini yeniden hatırlayalım. “İnsanlar da develer gibidir.Bazen yüz tanesi bir arada bulunur da , içlerinden, binmek için bir tane bile bulamayabilirsin.”

ANADOLU İNSANI TARİHİNİN EN ÖNEMLİ GÜNLERİNİ YAŞIYOR

Türkiye ve dolayısıyla Anadolu insanı tarihinin en önemli günlerini yaşıyor. Devletinin bir takım değişimlerinin sancısını çeken ülkemizde neler olup bittiğini ne yazık ki birçoğumuz kavrayamıyoruz. Alışılagelen politik lafazanlıklardan da bir türlü vazgeçemiyoruz. Ülkemizde olup bitenleri partilerin penceresinden değerlendirme gafletinde bulunuyoruz. Gelecekte torunlarınızın sizden bunun hesabını soracağından, iki ellerinin (manevi olarak da olsa) yakanızda olacağından emin olabilirsiniz. Özellikle kendini dindar/muhafazakâr diye adlandıranlara sözüm. Çünkü Müslümanlar ‘yapmaları gerekirken yapmadıklarının da hesabını vereceklerinin’ bilincinde olmalıdırlar.
22 Temmuzda tercihimizi; değerlerimizi aşağılayanlara, ülkemizdeki değişime set çekenlere, Anayasa mahkemesine gidenlere, demokrasiyi içine sindiremeyen çetelere, geçmişte ülkeyi kan gölüne çeviren ama bugün statükocu elitlerin emri ile canciğer koalisyon hazırlıkları yapanlara, ülke insanını kamplara bölenlere karşı kullanalım böylece istikrarı devam ettirmiş ve devlet içinde değişimi savunanlara yardım etmiş, halkımızla devletimizin kucaklaşmasını sağlamış oluruz…
İçinde bulunduğumuz zaman diliminde; dış güdümlü statükocu elitlerin karşısında tek başına tavır alanlar desteklenmelidir.
Bugüne kadar ki gelişmeleri bundan önceki yazılarımda aralıklarla konu edinmiştim. Merak edenler sitemizdeki yazılarımın arşivinden tekrar okuyabilirler. Şimdi ise konu başlıklarıyla genel bir değerlendirme yapmak ve günümüze gelmek istiyorum.
Statükocu elitlerin İnönü dönemindeki yapılanması
Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren; Atatürk’ün etrafında toplanan, onu taklit eden, onu seven ve ideolojik düşüncelerini Kemalizm diye adlandıran devletin en üst tabakasına yerleşen bürokratik memurlar İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanı olduğu dönemde ideolojilerini devletin ideolojisi olarak belirlediler. Halktan tamamen kopuk, onu hor gören bu kitle devletin her türlü imkânlarını Anadolu insanından sürekli uzak tuttular. Hatta onların devlet yönetimine yaklaşmamaları için devamlı tedbirler aldılar. İttihatçılık zamanlarından kalma komiteci tecrübelerini de ekleyerek muhaliflerini ve rakiplerini devre dışı bırakma tedbirlerini daha da güçlendirdiler. Bu dönemler Kemalistlerin neredeyse asrısaadetleri olmuştur. Peki ya halk ? Ne yazıktır ki insanlarımızın çoğu hafızasız olduğundan o günleri unuttular. Seçimlerde; jandarma gözetiminde yapılan ‘açık oy-kapalı mekanda tasnif ’ hâlâ birilerinin özlediği yöntemdir. Tek parti iktidarının il başkanlarının o ilin valisi olduğu, en temel ihtiyaçların karne ile verildiği dönemleri bizim yaşlılarımız anlatırlar, ardından da o dönemde söylenen manileri tekrarlardı. Aklımda kalanları örnek olarak vermek isterim:”Vali evi dört köşe/Vali vereme düşe/Vali yağı yasak etti/Helvası zeydle pişe..” “Yorgan yüzü kırmızı/Karne doyurmaz bizi/İsmete selam söyle/Kurşuna dizsin bizi..” İşte halkın hali böyleydi o dönemde. Yine o dönemde yani 1944’lerde İngilizler bizi ABD’ye devrettiler. Onlar da Halk Partisi’nin tüm direnişine rağmen çok partili sisteme geçmemiz için ısrar ettiler.
Bu bizim hikayemiz
A.Menderes’in Başbakanlığında Demokrat partinin ezici bir üstünlükle hükümete gelmesi statükocu elitleri önceleri pek etkilemedi. Değil mi ki onlar istedikleri kadar hükümet olsunlar, oy alsınlar, iktidarda olanlar kendileriydi. Bürokrasideki kadroları her alanda hakimiyeti sağlamıştı. Sivillerden gelecek adil talepler de bu çarkta ezilir kaybolur giderdi. İktidarı ellerinde tutan kemalist görünümlü bürokratlar bu dönemde de hiçbir ideolojisi-inancı ve değerleri olmayan tavırlarını sürdürdüler. Bu tarzları A.Menderes’in kendilerine tavır almaya kalkmasıyla da değişmedi. Halkın büyük çoğunlukla seçtiği bir Başbakan’ı gözdağı vermek için yaptırdıkları bir ihtilalin ardından astırıverdiler. Bu, halk ile statükocu bürokrat elitlerin arasını daha da açtı. Baştan beri CHP hep iktidarda oldu. Başka partiler ise seçimleri kazansalar da hükümet oldular ama hiç iktidar olamadılar.
O yıllarda artık NATO üyesi idik. Kendimizi kanıtlamak için gönüllü olarak Kore’ye gidip müttefik ABD hesabına savaştık. Baş düşmanımız da Rusya idi. Ama kavga kendi içimizde devam etti. İlk dönemlerde devrimlere karşı oldukları bahanesiyle asılan muhaliflerin yerini önce aleviler aldı. Sonra bir ara Türkçüler hedef alındıysa da, sağ-sol çatışmaları 70’li yılların en büyük sorunu oldu. Bu dönemde olduğu gibi, bu güne kadar devam eden her kavganın arkasında hep NATO’nun ülkemizdeki uzantıları olduğu görüldü. Bunlara kontr-gerilla, gladyo, ergenekon vs. adlarla işaret edildiyse de statükocu bürokrat elitlerin sayesinde kimse bunlara yaklaşamadı. On-onbeş yılda bir yaptırdıkları ihtilallerle hükümete gelenlere ve halka gözdağı verdiler. Zaman içinde sağ-sol çatışmaları tezgâhlarının yerini kürt-türk, laik-antilaik, alevi-sünni çatışma senaryoları ve bunların figüranları aldılar. Şimdi de yani günümüzde de aynı oyunlar ısıtılıp ısıtılıp piyasaya sürülüyor. NATO uzantılı ulusalcı elitler senaryo yazmaktan usanmadı ama bizim bir kısım halkımızda gönüllü ucuz figüran olmaktan bıkmadı. Statükoya karşı koyduğunu,muhalefet ettiğini sananlarda çoğunlukla statükocuların kurdukları sağcı/solcu/dindar organizasyonlarda yer aldılar.
Soğuk Savaştan sonra düşman olarak İslam hedef alındıİkinci Dünya Savaşı sonunda gelişen soğuk savaş döneminde statükocu elitler, ülkemiz dış politikasını ABD'nin emrine vermişti. İçeride ise sapmalara karşı yapılan bürokratik müdahaleler ve demokrasi oyunları doksanlı yıllara kadar devam etti. Soğuk Savaşın sona ermesiyle dünyada yaşanan gelişmelere kırklı yılların kafasına sahip statükocu elitler ayak uyduramadılar. 28 Şubat antidemokratik süreci de bu uyumsuzluğun bir sonucu idi. Bu dönemde de bir kere daha Anadolu insanının önüne set konulmuş ve bu konuda ne kadar tahammülsüz olunabileceği sert bir şekilde ifade edilmişti. Hem artık NATO'nun hedefi İslam'dı. Bu yüzden dinine saygılı Anadolu insanının tepesine istenildiği gibi vurulabilirdi. Amerika ile olan ilişkilerimiz ise bu dönemde de son altmış yılda olduğu gibi tam bir teslimiyet içinde pazarlıksız ve itirazsız bir şekilde devam etti.
Anadolu'nun yerli sermayesi güçlendiAnadolu insanları ise hiçbir zaman ümitlerini kaybetmediler. Yüksek öğrenimlerini bütün bürokratik engellemelere rağmen tamamlayan binlerce genç devletin çeşitli kadrolarında görev almaya ve yükselmeye çalıştılar. Yine bütün engellemelere rağmen Anadolu tüccarı ve sanayicisiyle orta sınıf zengin muhafazakârlar etkin ve güçlü bir duruma geldiler. Oldum olası devletin imkânları ve gösterdiği kolaylıklarla oluşmuş elit tüccarların ve sanayicilerin aldıkları bütün desteğe rağmen etkileri zaman içinde azalmaya başladı. Bu değişimin sonunda Anadolu sermayesinin güçlenmesi ve iktidara taraf bakması AKP'nin hükümete gelmesine yardımcı oldu.
Türk Devletinin halkıyla kucaklaşmasıMilli bir yapılanma bu dönemde de devam etti. Yine bu dönemdeki iç ve dış gelişmelerde Türk Ordusunun daha millici ve gerçekçi bir tutum takınması halk tarafından sevinçle karşılanıyordu. Devletin tavanındaki geleneksel statükocu elitler ise gelişmeleri dikkatle izliyorlardı.Ama ani bir kırılma yaşandı. 2003 yılındaki Meclis teskeresinin reddiydi bu. Bu hem ABD'nin hem de onlarla son derece uyumlu geleneksel statükocu elitlerin şiddetli tepkilerine sebep oldu. Onlara göre ABD'nin hapşurduğunda nezle olan bizler nasıl olurda böyle bir hata yapabilirdik? Bütün bu azarlamalar ve tehditler karşısında Türk Devleti onurlu bir duruş sergiledi. Tarihimizde ilk kez ABD ile ilişkilerimiz bu dönemde kesildi. Bu gelişmelerin ardından Irak'ta, ABD ordusu askerlerimizin başına çuval geçirmesi ve bazı devlet adamlarımıza suikast tertip etmesi ve korumalarının şehit edilmesi gibi eylemlerle intikam almaya kalktı. ABD'li ajanların benzeri suikastları Abant'ta olduğu gibi yurt içinde de devam etti. Yine bu dönemde PKK'nın eylemlerini şehirde ve kırsalda arttırması, Şemdinli olayları, Danıştay saldırısı, bu saldırıların ardından yapılan toplumsal gösteriler, papaz ve Hrant Dink cinayetleri hatta Malatya'daki toplu misyoner cinayetine kadar yapılan bütün olaylar hep bu intikam anlayışından kaynaklanmaktadır ve ABD'nin senaryolarının türkçü /kürtçü ulusalcı figüranlarınca işleme konulmasıdır.
ABD Ortadoğuda pirince giderken Anadolu’daki bulgurdan oldu
Türk Devleti artık geniş ufuklara, ideallere ve ilkeli bir duruşa sahiptir. Başta Cumhurbaşkanı A.N.Sezer olmak üzere birçok bürokratın isteksiz ve şaşkın duruşlarına rağmen yeni hedefler bir bir açıklanmaktadır. Bunlardan ilki artık ABD ile ilişkilerimiz tek taraflı değil karşılıklı çıkarlar üzerine inşa edilecektir. Bunun için onlarla yeni vizyon anlaşmaları yapılmıştır. BOP ile ilgili ABD hedeflerinin Türkiye’nin çıkarlarına uygun olmadığı ve bu konuda tamamen farklı bir istikamete gidileceği gösteriliyor. Ve Türkiye çevresini de etkilemeye başladı. Artık Türkiye, bölgesinin lideri olmak, bu önemli süreçte ABD hedeflerinin önüne geçmek, bölge ülkelerini de etkileyerek ciddi iki blok oluşturmak istiyor. Bu sayede Dünya’da da sözü geçen, küresel politikaları etkileyen pozitif bir güce ulaşmak istiyor. Bu tür tarihi fırsatlar ülkelere çok nadir olarak kısmet olur. Türkiye bu zemini olumlu yönde değerlendirmek istiyor. Yapılandırılmak istenilen iki blok şu şekillerde oluşuyor:

a. İslam Birliği: Türkiye, İslam ülkelerinin lideri konumuna gelebilecek yeni bir enerji ve güç kazanmıştır. Türkiye’nin etkileriyle birçok önemli gelişmeler yaşanmıştır. Humeyni devriminden sonra İran cumhurbaşkanı, Suudi Arabistan’ı ilk defa resmen ziyaret etmek istemiş, kral Abdullah bu misafiri kabul edip etmemeyi Türkiye’ye danışma gereği duymuştur. Filistin’deki milli birlik hükümetinin oluşumunu sağlayan Mekke zirvesinin oluşumunu sağlayan baş mimarlardan biri de Türkiye olmuştur. Türkiye, Pakistan’da yapılan yedi İslam ülkesinin proje geliştirme toplantısının öncülüğünü üstlenmiştir. Yani Pakistan devlet başkanı Pervez Müşerref’in “önemli İslam ülkeleri bir araya gelerek inisiyatif alıp Ortadoğu’daki kriz bölgelerine el atsın, bu konuda Türkiye ile görüş birliği içerisindeyiz” sözleriyle dile getirdiği girişimin ardında Türkiye yer almaktadır. İran, Suriye, Suudi Arabistan, Mısır, Pakistan, Malezya, Endonezya, Ürdün gibi ülkelerle, tek ses, tek politikaya giden bir süreç başlatılmıştır.
İKÖ genel sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu, İKÖ’nün vizyonunu ve rolünü yeniden şekillendirmektedir. İslam ülkelerindeki yardım kuruluşlarının tek çatı altında toplanması çalışmaları sürdürülüyor. “İslam Barış Gücü” diye adlandırabileceğimiz bir adım. Müslüman dünyadaki problemli bölgelerde görev yapacak olan bu güç, Irak’taki tablo, Lübnan’daki problem, Filistin meselesi, Afganistan ve Etiyopya’daki sıkıntılar konusunda etkin görevler yapabilir. Bu gelişme İslam ülkelerinin problemler karşısında çözümü dışarıda değil içerde aramaları konusunda da önemli bir gelişme olacaktır. Tarihinde ilk defa bir Türk genel sekreterin liderlik ettiği İslam Konferansı Teşkilatı, “devletleşme” statüsüne doğru ekonomik, askeri, siyasi mekanizmalar oluşturmaya çalışmaktadır. İslam ülkelerinin daha iyi organize olabilmesi için bu son derece önemli bir adımdır. Arap Birliği toplantısına ilk defa Türk Dışişleri Bakanı “misafir” statüsüyle katılmış, ve Türkiye ile Arap Birliği arasındaki ilişkileri daha ileri götürmek için Suudi Arabistan ve Mısır’ın önerisi doğrultusunda bir ortak forum oluşturulmasına karar verilmiş, Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi üyeliğine de tam destek sözü alınmıştır. Bu gelişme ve toplantıda alınan kararlar Arap uzmanlarca son derece önemli bulundu. Arap uzmanlar, “Türkiye, Arap ülkelerini cezp ediyor” şeklinde değerlendirmeler yaptılar, bu gelişme “yıllardır bir birini unutan iki milletin yeniden buluşması olarak” yorumlanmıştır.
Türkiye, İran’a karşı ABD’nin ve NATO’nun yapabileceği bir saldırıya kesinlikle izin vermeyeceğini açıkça ve yüksek sesle dünya kamuoyuna duyurmuştur. Suudi Arabistan kralı Abdullah’ın Türkiye ziyareti sırasında bu ülkenin kutsal mekanlarının ve yapılacak her hangi bir saldırıda devletin korunması için ön anlaşmalar imzalanmıştır. Bu da çok önemli bir adımdır. İslam dünyası, İslam Konferansı Teşkilatı aracılığı ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini “Kıbrıs Türk Devleti” olarak kabul etmiştir.
Şimdiye kadar hep birilerine sırtını dayayarak ayakta kalmaya alışmış olan Ortadoğu ülkeleri, ABD’ye olan güvenin yıkılması üzerine son zamanlarda kendilerini sahipsiz hissediyorlar. Bu noktada yeniden yükselmeye başlayan Türkiye’nin yıldızı parlıyor. Yüzyıllarca üç kıtadaki geniş topraklara adalet dağıtmış olan Türkiye yeniden umut olmaya başlamıştır. Osmanlı mirasımız farklı şekillerde yeniden canlanabilir. Amerikan vahşetinden kurtulmaya çalışan ülkeler ve halklar, kendileri için güvenli önderler arıyorlar. Türkiye tarihi tecrübesi, manevi-kültürel mirası, ve Osmanlı’nın bu coğrafyada bıraktığı olumlu imajla bunu fazlasıyla başarabilir.

b. Ortaasya ülkeleri birliği: Türk dünyası ve Orta Asya ülkeleri ile oluşturulacak bir “birlik” kurma çalışmaları son aşamaya gelmiştir. Türkiye’nin öncülüğünde Gürcistan, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan, Tacikistan, Kırgızistan ve Kıbrıs Türk Devleti arasında birlik oluşturulacaktır. Bu birlik ilk aşamada siyasi ve ekonomik bir birlik olarak planlanmaktadır. Bu anlamda Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de ilk defa “Türk Diasporası” oluşturulmuştur. Türkmenistan’ın yeni Cumhurbaşkanı Berdi Muhammedov, “Biz, Oğuz Kaan soyundan gelen kardeşleriz” diyerek Anadolu’ya kucak açmıştır. Geçen yıl Antalya’da yapılan Türkçe konuşan ülkeler topluluğunun yaptıkları toplantılar bu çerçeve içerisinde yürütülmektedir. 2007 yılı sonuna kadar bu birlik daha somut bir şekilde ilan edilecektir.
İki binli yıllarla birlikte Türkiye’de değişimin önü açılmıştır diyebiliriz. Önemli olan artık Türkiye’nin önümüzdeki yenidünya oluşumundaki yerinin, ağırlığının ne olacağıdır. Halkıyla ve tarihiyle barışık, misyon sahibi olan bir millet olma şuuruyla yeni bir oluşumun zamanını geçirmemeliyiz. Önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçimi bu bakımdan çok önemlidir. Bu seçim, Türkiye’nin etrafını çeviren dağların arasında kaybolmuş Türkiye’nin özgürlüğe çıkışını sağlayacak ve gelişmesinin, serpilmesinin önündeki engelleri aşmasını mümkün kılacak yola girmesi demek olacaktır.
Statükocuların son kale kaygıları
Ülke içerisinde ve dışında ABD’ye karşı onurluca mücadele eden milli güçler, devlet kurumlarının tamamına hakim olmaya doğru gitmeye başlamışken ülkedeki ABD yanlısı ulusalcıların cumhurbaşkanlığı feryatları da bu kurumun son kale olarak görülüp teslim edilmesine karşı çıkma gayretlerine dayanmaktadır. Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olmasının engellenmesinin ve bu uğurda parlamentonun bile tıkanmasının arkasında bu kaygı vardır. Bu yüzden ülkedeki bütün muhafazakâr-sağcı-solcu-maocu-kemalist-ulusalcı-ırkçı-milliyetçi-türkçü-kürtçü ve ismini sayamadığımız her renkten ve telden gurup; ellerinden imkânlarının alınacağından paniğe kapılan statükocu elitlerin emirleriyle anında esas duruşa geçip mitingler tertip etmeye başlamışlardır. Hemen ardından aynı emirle birleşik partiler kurmaya ve koalisyonlar oluşturmaya başlamışlardır. Ülke içinde marjinal, tutucu, statükocu, halk tabanı olmayan, halktan korkan, halkı hor gören, dışlayan etkin statükocu elitler, yayınlattıkları bir sanal askeri bildiriyle demokrasi tekrar tıkanma noktasına getirilmek istenmiştir. Yeniden hortlatmak istedikleri terör ve şiddet olayları sayesinde kitlesel olarak halkın içine korku salarak ülkedeki sivilleşme, özgürleşme sürecini geri çevirmek, Cumhurbaşkanının halkın istediği birinin / halktan birinin, sivil-dindar-demokrat biri olmasının önüne engel olmak istemişlerdir.

Her türlü çaba ve engellemeye rağmen Türkiye büyük devlet olacaktır.

Bu millet uzak olmayan bir gelecekte kaderine hükmeden, onu hak etmediği bir muameleye tabi tutanları çok ciddi sorgulayacaktır. O günlerde yüzünün kızarmasını istemeyenler şimdiden ona göre hareket etmeliler. Bu millete hak etmediği muameleyi reva görenlerse hak ettikleri muameleyi eninde sonunda göreceklerdir.
Devletin, halkından yana milli gelişmelerinin Anadolu insanı tarafından sonuna kadar desteklenmesi gerekmektedir. Yapılacak bütün provokasyon ve kışkırtmaların, sanal bildirilerin, ulusalcı mitinglerin, zoraki parti birleşmelerinin, kışkırtıcı üsluplarla ortaya çıkan kürtçü yerel yönetim başkanlarının ve bağlı oldukları parti yöneticilerinin parçalanmaya götürecek söylemlerinin, türkçü/ırkçı yapılanmaların yaptığı bireysel veya toplumsal eylemlerin, büyük şehirlerde patlatılan bombaların altında neyin ve hangi hesapların yattığı bilinmelidir. Seçimlerde değişimden yana tavır almak statükocu elitlere karşı onurlu bir duruş olacaktır. Hepimiz sığ tartışma ve gevezelikleri bir yana bırakıp statükocu elitlerin yazdığı senaryoların figüranı olmaktan kaçınmalıyız. Yoksa ülkemiz insanı bir seksen sene daha beklemek zorunda kalır ve bu vebale ortak olur.
Unutmayın ki ‘nasılsanız öyle idare edilirsiniz.’

Yazımızın başında söylediğimiz cümlelerle bitirelim. 22 Temmuzda tercihimizi; değerlerimizi aşağılayanlara, ülkemizdeki değişime set çekenlere, Anayasa mahkemesine gidenlere, demokrasiyi içine sindiremeyen çetelere, geçmişte ülkeyi kan gölüne çeviren ama bugün statükocu elitlerin emri ile canciğer koalisyon hazırlıkları yapanlara, ülke insanını kamplara bölenlere karşı kullanalım böylece istikrarı devam ettirmiş ve devlet içinde değişimi savunanlara yardım etmiş, halkımızla devletimizin kucaklaşmasını sağlamış oluruz…
İçinde bulunduğumuz zaman diliminde; dış güdümlü statükocu elitlerin karşısında tek başına tavır alanlar desteklenmelidir.