21 Aralık 2009 Pazartesi

“DEYİLER Kİ” BELASI

Son bir yıldır yaptığım seyahatlerde Ankara, İstanbul ve İzmir’e göç etmiş Urfalılarla yaptığım söyleşilerde hep aynı sitemi ettim ve aynı soruyu sordum:
“ –Sizin ve yetişkin evlatlarınızın almış olduğu yüksek eğitimi ve kariyeri neden doğduğunuz kentte değerlendirmiyorsunuz?”
Aldığım cevapların neredeyse hapsi aynı havuzda toplanıyordu. Şöyle diyorlardı genelde:
“ – Urfalının terazisi Urfalıyı her zaman hafif tartmıştır. Biz aldığımız eğitimi ve kazandığımız kariyeri; siyasete bulanmış, kente hakim olmuş ve iletişim araçlarıyla da kamuoyu oluşturabilen feodal yapının geleneksel adam yiyiciliğine feda edemeyiz. Bize iyi eğitim almış ve memleketine hizmet etmek isteyen ama harcanmamış bir tane Urfalıyı gösterin yarın işimizi taşıyalım veya Urfa’ya tayin isteyelim.”
Tabi sadece yutkundum bu cevaba. Çünkü gerçekten de şöyle bir düşündüğümde iyi eğitimli çocuklarımız Urfa’ya geldiklerinde ya harcanmışlardı ya da sürekli yıpratılıyorlardı. İşin ilginç yanı, adam yıpratan ve yiyen bu yamyam çevreler ‘niye Urfalı bürokrat atanmıyor’ diye sürekli şikayet edenlerle aynıydı.

Büyük kentlerimize göç etmiş, yaşı 60’ın üzerindeki Urfalıların bu konuda anlattıklarını bir araya topladığımda ortaya çıkan ilginç analiz şu:

“ Urfa’yı gündelik hayatta daha çok da sıra gecelerinde kullanılan iki kelime olumsuz etkilemektedir. Bu kelimeler şehrimizin başına bela olmanın yanında insanlarımızın hem dünyalarını hem de ahiretlerini de mahvetmektedir.

Bunların birincisi “bana gelmiy”dir. Kendilerine doktorlarınca yasaklanan yağlı ve ağır yemekleri ve tatlıları sıra gecelerindeki geç vakitlerde “-bana gelmiy” diye kısa bir anlık nazlanmadan sonra alabildiğine tıkınmalarıdır. Bu adet onların dünyalarını mahvetmektedir. Bedenlerin bu şekilde erken yaşlarda yıpranması ve hastalanması algılamalarını da olumsuz etkilemektedir.

İkinci kelime ise “deyiler ki”dir. Sıra gecelerimizde genellikle gündemin başlangıcını oluşturan bu kelime Urfalıların birçoğunun dünyalarını olduğu kadar ahiretlerini de mahvetmektedir. Gıybetin de ötesinde iftira niteliğini taşıyan “deyiler ki” nin ardından söylenen; hiçbir belgeye ve insafa dayanmayan yalan-dolan ve iftiraların bini bir para bir halde ertesi gün dalga dalga bütün şehre yayılmaktadır. İşin ilginç yanı bu yalan ve iftiraları pompalayanlar bir süre sonra kendileri de buna inanmaktadırlar. Tabi bu bulanık ortam kötü niyetliler ve hortumcular için bulunmaz bir ortam sağlamaktadır.

İşte bu ikinci kelime iyi eğitim alıp kariyer yapmış memleketlerine gelip hizmet etmek
isteyen Urfalıların büyüklerince alıkonmasının/engellenmesinin önde gelen sebeplerinden biridir. “

Böyle diyorlar büyük kentlere göç etmiş yaşlı Urfalılar. “Urfamız için direnmek ve denemek lazım” dediğimde ise aldığım cevap bana oldukça ağır geldi doğrusu.

“Çocuklarımızı hâlâ etkin olan bedevilere yedirmeyiz, siz merak etmeyin biz Urfa’da olup bitenleri internetten günü gününe takip ediyoruz, olup bitenleri de apaçık görüyoruz, değişen bir şey yok.”

3 Ekim 2009 Cumartesi

TÜRKİYE - SURİYE İLİŞKİLERİ

Suriye-Türkiye arasında uygulanan vize uygulamasının karşılıklı kaldırılması sanırım en başta Urfa’mızı sevindirmiştir. Özellikle sınır kapılarında yapılan bayramlaşmalardaki o acı görüntüler tarihe karışacak inşallah. Şimdi de mayınlı arazilerin temizlenmesini ve sınırların kalkmasını bekliyoruz.

Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad, 16-17 Eylül 2009 tarihlerinde İstanbul’u ziyaret etti. AKParti’nin iftar yemeğine katıldı. Esad, geçtiğimiz yıl Ağustos ayında da tatilini geçirmek üzere Bodrum’a gelmişti.

25 Ağustos 2009’da Irak’ın Şam Büyükelçisi’ni çekmesi üzerine gerilen Suriye-Irak ilişkilerinde Türkiye’nin arabuluculuğu olmuş; Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Ağustos 2009 sonunda Bağdat, Şam ve Kahire’yi ziyaret ederek bu konuda önemli adımlar atmıştı.

Suriye-İsrail arasındaki “Golan Tepeleri” konusundaki barış sürecinde Türkiye’nin doğrudan katılımı barışın sağlanması sürecine önemli katkılar sağlıyor.

Suriye’nin özellikle Batı dünyasıyla ve Orta doğuda yaşanan sıkıntılarında Türkiye bütün samimiyetiyle yardımcı olmaktadır. Zira Suriye-Batı dünyası ve Suriye-komşu ülkeler ilişkilerinin düzelmesiyle Orta Doğu önemli ölçüde istikrara kavuşacaktır. Bu istikrar da bölge ülkeleri olarak hem Suriye’nin, hem de Türkiye’nin ekonomik ve politik gelişmelerinde olumlu rol oynayacaktır.


Mart 2007 de Halep’teki büyük bir stadyumun açılışına Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın davet edilmesi ve açılışı yapılan stadyumda Fenerbahçe-El İttihat futbol takımlarının dostluk maçı Suriye’deki kardeşlerimizin bizlere olan kardeşlik duygularını ortaya koymuştu. O güne kadar haritada yerini bile gösteremeyeceğimiz ülkelerle maçlar yapan Türkiye, komşularımızla ve diğer Müslüman ülkelerle, bu tür ilişkilerden bile özellikle kaçınmıştı. O günlerde ulusal basınımızın çoğu kardeşlerimizin bu sevgi gösterilerini tabi ki anlayamadılar ve genellikle de görmezden geldiler. Bölgemizde Müslümanlardan yana olumlu gelişmeleri hazmedemeyenler ne kadar anlamazlıktan gelseler de Türkiye’nin, Suriye ve diğer Ortadoğu ülkelerindeki kardeşlerimizle özlediğimiz /hasret kaldığımız birlik ve beraberlik çalışmaları sürüyor.



Güneydoğu bölgesinde, akrabaların bayramlaşmaları için bayramdan bayrama sevinç dolu çığlıklarla gündeme getirilen sınır ilişkilerimizin artık daha ileri boyutlara taşınması yolunda önemli bir adım olarak vizenin kaldırılması bölge insanını yürekten sevindiriyor. Neredeyse seksen yıldır neden birbirinden ayrı kaldığını bir türlü anlayamayan insanlarımız yeniden yakınlaşmaya doğru atılan adımları gönülden destekliyorlar. Hepimiz aramızdaki tel örgülerin ve mayınların kaldırılacağı, yeniden birlikte olacağımız günleri özlemle bekliyoruz.



Geçen yıllarda benim de şahit olduğum duyguları ve düşünceleri neredeyse Suriye’yi ziyaret eden herkesten benzeri cümlelerle dinlemişimdir. “-Sadece konuştuğumuz dil farklı geri kalan her şeyimiz aynı…”


Sahi hiç düşündünüz mü bizi niye ayırdılar? Bizler yüzyıllarca Türkü-Kürdü-Arabı bu topraklarda birlikte yaşamadık mı? Bizim aramıza bu tel örgüleri ve hiçbir anlamı olmayan mikro milliyetçilik düşmanlığını kimler koydu? Elin Avrupalısı, Amerikalısı bir araya gelerek sınırlarını kaldırıp ortak birliktelikler kurarken, bırakın vizeyi / pasaportu sadece kimliklerini gösterip birbirlerine gidip gelirken, her türlü ekonomik-siyasal- kültürel ve sportif ortaklıklar ve birlikler kurarlarken; bin yıldır beraber yaşayan bizleri kimler ayırdı biliyor musunuz? “Bugün bizi biraz daha ayırmak isteyenler ve aramıza ayrılıkçı fitneler sokanlar!” Tabi ki bunlar da önce Birleşik (!) Amerika ve Birleşik (!) Avrupa dediğinizi duyar gibi oluyorum. Dikkat ederseniz onlar hep birleşikler, bizlerse hep ayrı ayrı…


Bölgemizde şovenizmin her türünden dikkatle uzak kalınmalıdır. Türk-Arap-Fars-Kürt hatta Sünni veya şia şovenizmini inatla yaymak sadece, insanlarımızın kanını dökmekten ve namusuna göz dikmekten başka bir şey bilmeyen sömürgeci batının işine yarar. Bugün Irak’taki kardeşlerimizin yaşadıkları felaketleri ve aynı oyunların bize ve diğer komşularımıza da yapılmak için hazırlanıldığını görünce şöyle demeliyiz: “-Bu topraklarda yaşayanlar yeniden beraber yaşamayı ve böylece güçlenmeyi gündemlerinden kesinlikle düşürmemelidirler.”


Sözün burasına gelmişken Sezai Karakoç’a kulak vermek gerekiyor: ” Siz Fırat’ı ve Dicle’yi bıçakla kesebilir misiniz? Burası senin, burası benim diyebilir misiniz? Oysa Fırat ve Dicle, şırıltılarıyla kendi mecralarında akarken bize diyorlar ki, ’- Sen nasıl parçalanmazsan bir bütünsen ben de bir bütün olarak yalnız türkün, yalnız arabın, yalnız kürdün değilim. Hiç kimse bana tek başına sahip çıkmasın. Ben İslam milletinin suyuyum, onun can damarıyım. Siz de bundan cesaret alınız ve parçalanmayınız, bölünmeyiniz.’ İşte bize coğrafya böyle sesleniyor.” (Çıkış Yolu-1/ Ülkemizin geleceği / Diriliş Yayınları,İstanbul 2002 ) ” -Suriyeliler Hatay üzerinde hak iddia ediyorlar, buna ne diyorsunuz?” Şöyle cevap vermiş Sezai Karakoç:” -Doğru söylüyorlar, Hatay onların. Hatta İstanbul’da onların. Tıpkı Halep’in, Şam’ın bizim olması gibi. ”


Yazar Hakan Albayrak bu konuda şöyle diyordu: “ Türkiye’nin 1 numaralı gündem maddesi Suriye ile birleşmek olmalıydı. Ne hazindir ki bunu söylediğimizde bazı şuurlu kardeşlerimiz bile müstehzi bir yüz ifadesi takınıyorlar; olur muymuş öyle şey? Özgürlük özgürlük deyip duruyoruz; önce beyinlerimizi ve yüreklerimizi özgürleştirelim. Emperyalistler tarafından çizilen suni sınırı beyinlerimize ve yüreklerimize kabul ettirmekten utanmıyor muyuz? Suriye halkıyla dinimiz, coğrafyamız, tarihimiz, medeniyetimiz, çarşımız, mutfağımız, neşemiz, kederimiz, ümidimiz ve korkumuz bir; üstelik kanımız birbirine karışmış, akraba olmuşuz; bütün bunları tali şeyler olarak göreceğiz de emperyalistlerin çizdiği suni sınırı esas kabul edeceğiz, öyle mi? 1096 dan beri çatışma halinde olduğumuz Avrupalılarla birleşmeyi akımız alıyor, ama 9. yüzyıl itibarı ile yoldaş olduğumuz ve 11. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar stratejik bir işbirliği sergilediğimiz, aynı halifelerin bayrakları altında barış ve huzur içinde beraber yaşadığımız Suriyelilerle yeniden birleşmeyi aklımız almıyor..Bu nasıl akıl?... “ (İslam Birliği’nin Nüvesi Olarak-Türkiye-Suriye Birliği-Vadi Yayınları )


Türkiye ve Suriye hükümetleri 1999 yılından beri iki ülkeyi birbirine yakınlaştırmak için her türlü çabayı gösteriyorlar. Sadece bizim tarafımızda kalmış sınır boyunca döşenmiş mayınların kaldırılması için hazırlıkların yapılması, yeni gümrük kapılarının açılması, karşılıklı ekonomik bağımlılığı geliştirecek ve sırt sırta vermemizi kolaylaştıracak anlaşmaların imzalanması ve demeçlerin verilmesi yapılan çalışmaların sadece bir kısmı. Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın 2004 yılında Türkiye’ye yaptığı resmi ziyaret büyük yankı uyandırmıştı.


1946 yılından bu yana Suriye tarihinde ilk defa Suriyeli bir devlet başkanı Türkiye’ye geliyordu. Ardından dışardan ve içerden bütün engellemelere rağmen Cumhurbaşkanı Sezer 12-13 Nisan 2005’te Suriye’yi ziyaret etti. Bu ziyaretler, iki ülke ilişkileri açısından olduğu kadar, bölgesel dengeler açısından da yepyeni bir dönemin başlangıcı olarak görülmüştür.


ABD’nin Ortadoğu Projesinin uygulama şansının kalmadığı ortadadır. Bizim esas büyük projemiz ise Ortadoğu ve Orta Asya halklarının geçmişin ışığında, ayrılıkları değil de benzerlikleri ve aynılıkları öne çıkararak yeni bir dayanışma içine girmeleri olmalıdır. ABD sadece zalimce bir hayal olan BOP için yüz milyarlarca dolar harcıyorsa biz hayali bile cihan değer böyle bir ideal için neden gayret etmeyelim? Sonra bu neden imkânsız olsun ki?


Bendeniz gelecekte güçlü bir Türkiye’nin Ortadoğu’daki ve Orta Asya’daki kardeşlerimizle ekonomik-siyasal hatta askeri birlikler kurulmasında öncü olacağına / liderlik yapacağına, böylece yaşadığımız bölgedeki her milletten insanların AB, ABD, Rusya veya Çin gibi sömürgeci ülkelere karşı güçlü ve özgür bir blok oluşturacağına inanıyorum. Böyle hayırlı bir çalışmayı başta ABD ve İsrail ne kadar engellemeye kalksa da Türkiye bunu başarabilecek güçtedir.


Ahmet HATİP

23 Ağustos 2009 Pazar

KARDEŞLİK PROJESİ

Hepimizin yakından izlediği bu demokratik değişim süreci bütün Anadolu insanımız tarafından sevinçle izlenmektedir. Ülkesini seven herkesin çözümü kolaylaştırması gerekmektedir. Özellikle Kürtler adına siyaset yaptığını söyleyenler/düşünenler davranış ve söylemlerine daha da dikkat etmeli, süreci engellemeye yönelik provokasyonlara yol açacak eylemlerden uzak durmalıdırlar. Ortak akılla çözüm için gayret etmek yerine sivri çıkışlar yapmanın kimlerin kavgadan ve kandan nemalandığını zaten açıkça göstermektedir.
Türkiye’nin yeniden yapılanmasında demokratik anayasaların vazgeçilmezlerinden olan, insan haklarına dayalı, temel hak ve özgürlükleri güvence altına alan, sosyal hukuk devleti ve hukukun üstünlüğünü gerçekleştirmek temel amaç olmalıdır.
Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan, içinde bulunduğumuz demokratik açılım sürecinde tamamen kararlıdır. Türkiye genelinde halkımız, akademisyenler, yazarlar, sivil toplum örgütlerinde de olumlu yaklaşımlar bulunmaktadır. Geniş bir mutabakat zeminini oluşturup bu proje kararlı bir şekilde sürdürülmek istenmektedir. Bütün istenilen ülkemizin birliği, beraberliği ve bütünlüğüdür. Buna 'Milli Birlik Projesi'' de diyebiliriz. Bu projede 71.5 milyonun kardeşçe kucaklaşması asıl hedeftir.
CHP ve MHP’ye kapılar kapatılmamıştır. Bu demokratik açılım sürecine destek verseler de; destek vermemeyi sürdürmeleri durumunda da yola devam edilmelidir. Eğer bu sürece hep birlikte destek verilirse inanıyorum ki çok daha güzel bir neticeyi yakalamak mümkün olacaktır Bu sürecin yakın bir zamanda sonuçlanmasını; yeni yasama döneminde açıklanmasını beklemeliyiz.
Bu güne kadar yok sayılan Kürtlerin, Türkiye’mizin hep birlikte var olma yolunda kültürel hak ve hürriyetlerinin tanınacağına ve bu konunun istismarını yapanlardan da kurtulacağına inanıyoruz. Onlar gölge etmesinler başka ihsan istemiyoruz. Ülkemiz insanının; başına çöreklenen, ‘aynı merkezden’ yönlendirilen, sağ-sol, alevi-sünni, laik-anti laik, Kürt-Türk bölücülüğü yaparak on binlerce insanımızın ölmesine, yüz binlerce insanımızın yaralanmasına/sakat kalmasına ve cezaevine girmesine sebep olan dolayısıyla terörden nemalanan bu çetelerden/örgütlerden kurtulacağına da inanıyoruz.
Aziz milletimiz, yıllardır akan kardeş kanından kimlerin ekonomik, sosyal ve siyasal olarak beslendiğini yakından bilmektedir. Son Ergenekon davası iddianamelerinde görüldüğü gibi aynı güç merkezi, kardeşi kardeşe düşman etme projeleri uygulamışlardır. Anadolu insanımızın bir ömür beklediği bu süreç, Kürt ve Türk ulusalcılarının karşı çıkmalarına ve türlü engellemelerine rağmen devam edecektir. Sonunda, elimizden alınmak istenen kardeşliğimizin daha da pekiştiği görülecektir. Anadolu insanımızın istediği aslında eşitlik değil kardeşliktir.
Halkımız artık birinci sınıf vatandaş olacağı bu olumlu gidişe olan desteklerini büyük bir sevinçle ve bütün ferasetiyle yansıtmaktadır. Bu değişim sürecinin sonuna kadar arkasında olacağını da bu şekilde göstermektedir.
İçeride devlet-millet yakınlaşması, dışarıda ise yepyeni bir vizyon sahibi olan lider ülke olma adımlarımız birilerini telaşlandırsa da bu yeni süreç devam edecektir.

3 Haziran 2009 Çarşamba

BREMEN MIZIKACILARI

Türkiye’ye karşı uygulanan yeni taktik bu.
Yaygara siyaseti.
Ülkemiz için atılacak her olumlu adımdan önce bir gürültüdür kopuyor.
Tıpkı Bremen Mızıkacıları gibi..
Konuyla ilgili doğru bilgileri var mı? Yok ! Olduğu iddia edilense sadece kirli bilgi,heva ve heves.
Bilgi olmayınca doğru düşünce de olmuyor, zikirleri de sadece gürültüden/yaygaradan ibaret kalıyor.
Yakın tarihimizdeki önemli gündemlere bir bakın hep böyle.Yıllardır birbiriyle kanlı-bıçaklı olduğu sanılan ideolojik gruplar sağcısıyla, solcusuyla,ırkçısıyla Türkiye yararına atılan her adıma muhalefetlerinde eylem birliği yapıyor ve aynı taktiği uyguluyorlar.Sadece yaygara!

Sadece birkaç örnek verelim; “Sivil Anayasa” denildiğinde gürültüye boğanlar veya görmezden gelenler, bu güne kadarki darbe anayasalarından en çok muzdarip olanlar ve en ilgili olması gereken kesim olan hukukçulardı. İlginç değil mi?
“Kürt Sorunu” diye adlandırılan meselenin çözümüne yönelik ilk defa atılan/atılacak samimi ve cesur adımların hemen öncesinde de aynı şeyler oldu. Saptırma,çarpıtma ve yaygara! Hem de bu sorunu en çok dile getirenlerden başlamak üzere… Sonunda anlaşıldı ki zulmü yapanlar kendilerine karşı silahlı-silahsız muhalefet edenleri de yönlendiriyorlar.
Bir örnekte Ermenistan’la olan ilişkilerin normalleştirilmesi çalışmalarından verelim. Son bir kaç yılda yapılan ön çabalarla Türkiye ve Ermenistan arasındaki sorunların çözümüne yönelik pozitif adımlar atılmıştı. Türkiye’nin hazırladığı ve Karabağ’ın işgalinin de bittiği bu projeye Ermenistan hükümeti de olumlu yaklaşmaya başlamıştı. Bu yüzden Ermenistan’daki sertlik yanlıları hükümetten çekilmişler ve yoğun ırkçı/milliyetçi yaygaralara başlamışlardı. Karabağ sorunu çözümlenmeden sınır kapılarının açılacağı iddiasını ortaya atanlar Türkiye deki statüko yanlısı ulusalcılar ve onların Azerbaycan’daki aynı kaynaktan beslenen yandaşlarıydı. Bu olumsuz/yalan propagandayı iki ülkede de yapanları siyasetçisi ile basını ile apaçık gördük. Karabağ’ı işgal eden Ermenilerin açıkça Rus ordusu ile birlikte hareket ettiği, şu anda işgal edilen bölgede bile halen Rus askerlerinin nöbet beklediği de herkesçe biliniyor. Doğal olarak bunları en başta Azeri hükümeti ve muhalefeti de biliyor. Hani şu Başbakanımızın Davos’taki çıkışından panikleyen ve olumsuz niteleyen, İsrail yandaşı olan Azeri siyasetçiler de biliyor. Birçok siyasilerinin İsrail ağzıyla konuşturulduklarını Azeri tv lerinde dinlemiştim o günlerde. Tabi burada süpürücülük yapmıyorum, oluşturulan genel havayı anlatmaya çalışıyorum. Çünkü aynı hava bizim siyasilerde de oluşturuldu iyi saatte olsunlar tarafından. Bu yalan dolan dolu gürültülü kampanyanın ardından, Azerbaycan da gitti Ruslarla anlaştı. Sonuçtan kim kazançlı çıktı? Önce Ruslar ve bölgede güçlü bir Türkiye olmasını istemeyen diğerleri. İlginç değil mi? Yaygaracılardan bir tık bile çıkmadı.Verilen vazifelerini başarıyla yapan,Türkiye Karabağ’ı satıyor diye zılgıt çeken muhafazakarlarımızı ve ulusalcılarımızı görüyor musunuz ? Yaygaraları kimlere yaramış. Allah’tan dış işlerimiz çabuk toparlandı da yeniden yapılan görüşmelerle ve Başbakanımızın Azerbaycan ziyaretiyle aramızda yeniden olumlu bir hava oluştu.

Şimdi “Mayınlı Arazilerin Temizlenmesi” ile ilgili çalışmalarda da aynı gürültü taktiği uygulanıyor, ilgili-ilgisiz her kafadan bir ses çıkıyor. Şöyle ideolojiyle kirlenmemiş salim bir kafayla bakacak olursak diplomatik tarihimizin en mesafeli dönemini yaşadığımız İsrail’e bölgede izin verileceği ve yeraltı kaynaklarımızın başkalarına peşkeş çekileceği iddialarının başlı başına bir uydurma olduğunu göreceğiz. Aynı uydurma gürültülerin Genelkurmay’a karşı iddia edilenleri de, yapılacak çalışmalardan Suriye’yi karşımıza alacağımız safsatalarını da kapsadığı ortadadır.

Bilgi sahibi olmayanlar fikir ve zikirlerini büyük bir gürültüyle seslendiriyorlar. Kirli bilgiden de göz gözü görmüyor. Bu sorunlar başarıyla aşıldığında kimlerin alçakça oyunlarının bozulduğunu ve toz duman ortamından kimlerin yararlanmak istediğini hep birlikte göreceğiz.

Arifler doğru söylemişler; “Bildiğini bilene öğrenci ol.-Bilmediğini bilene öğret.-Bildiğini bilmeyeni uyandır.-Bilmediğini bilmeyenden kaç.”
***

20 Nisan 2009 Pazartesi

KİMLER YARGILANIYOR?

2007’nin ortalarında Ümraniye’deki bir evde ortaya çıkarılan el bombalarıyla başlayan ve milletçe gerçeklerle yüzleştiğimiz, Cumhuriyet tarihimizin en önemli temizlenme operasyonunun adı bu: Ergenekon Terör Örgütü Davası…

Batılı devletlerin 1908 yılında, Osmanlı Devleti’nin içinde oluşturdukları bu gizli yapılanma, uyguladığı projelerle Osmanlı Devletinin yıkılmasında çok önemli roller üstlenmişti. Bu yapılanmanın zamanla şekil değiştirdiği ve Türkiye’nin NATO’ya girmesinin akabinde ise tamamen ABD/NATO çizgisine göre yeniden biçimlendirildiği görülüyor. Küresel bir hegemonya arzusunda olan ABD’nin, bu yapılanmanın operasyonel gücü olarak 1957’de kurduğu örgütlenmenin Mayıs 1993’ten sonra aldığı ad Ergenekon’du. Bu anlamda neredeyse yarım asırlık gizli bir teşkilat söz konusu olan.

1960 darbesi ve sonrakiler olmak üzere bütün askeri müdahalelerde darbe şartlarının olgunlaştırılması için oluşturulan projelerin ve uygulamaların bu teşkilat tarafından yapıldığı görülüyor. Seçimle veya atamayla işbaşına gelen bürokratların bazıları bu yapıya uymak zorunda kalmış, işbirliği yapmış veya görmezden gelmişlerdir. Rahmetli Turgut Özal gibi mücadele/müdahale etmeye kalkanların ise bu organizasyon tarafından ortadan kaldırıldığı kanaati yaygındır. Bu örgütün sızmalarından dolayı birçok siyaset, medya ve iş dünyasının herhangi bir şekilde etkileneceği ve ‘Ergenekon Terör Örgütü Davası’nda yargılanabileceği sanılmaktadır.

Bu davada:

Nerdeyse 10 yılda bir Anadolu insanının tepesine düşen, onun seçtiklerini iktidardan uzaklaştıran darbelerin oluşmasına yol açan, anarşi ve terörü azdıran, tanınmış isimleri katleden ardından bunu basın yoluyla dindar insanların üzerine atarak Anadolu insanına baskı yapan; binlerce faili meçhul olayının sorumlusu bir çete yargılanmaktadır.

Solcu-sağcı-İslamcı-ulusalcı-Türkçü-Kürtçü-milliyetçi örgütler kurarak veya bunları kontrol ederek Anadolu insanını bölen ve çocuklarını birbiriyle kavga ettirenler yargılanmaktadır.

Askerimizi ve polisimizi şehid ettireni el altından besleyip/destekleyip sonrada şehidimizin cenazesi üzerinden siyasi çıkar elde etmeye çalışanlar yargılanmaktadır.

İş dünyasında ön sıralarda yer alan, en vatansever pozisyonlarda bulunan bazılarının servetlerini meşru olmayan yollarla yüz kat arttırmalarını sağlayan; bunun için ortam hazırlayan ve bundan da nemalanan bir çete yargılanmaktadır.

Ergenekon adlı terör örgütü ortadan kaldırılıyor. Devlet mekanizmasının başarılı çalışmalarıyla Cumhuriyet tarihimizin en önemli temizlenme süreci yürütülüyor. Çete destekleyicilerinin özellikle basın yoluyla oluşturmaya çalıştıkları sulandırma ve karşı koyma gayretlerine rağmen, bu davanın belgelerinin devletin en önemli kurumlarının defalarca kontrollerinden geçtikten sonra iki iddianameye girdiği görüyoruz. Son kullanma tarihi geçmiş bazı liderlerin çete avukatlığını üstlenmelerinin ve kendini sivil toplum kuruluşu sananların sürekli kışkırtmalarının sonucu değiştiremeyeceğine inanıyoruz. Yani bu önemli davaya zaman zaman Ergenekon adına müdahale etmeye kalkanların da ve direnenlerin de olması bir şeyi değiştirmeyecek, milletimizin başına bela olan bu çete tarihin çöp sepetini boylayacaktır.

Bazı sözde aydınların ve kurum yöneticilerinin, bu soruşturmanın ABD’nin desteğiyle yapıldığını ve ilgisi olmayanları da kapsadığını söylemeleri resmin tamamını görememelerinden veya görmek istememelerinden ya da yarası olanların sıranın kendilerine de geleceğini görmelerinin sancısından kaynaklanıyor.

Eski statükoyu özleyenlerin bu asrın davasını engelleme kışkırtmalarını; ‘Yeni Anayasa’yı ve yapılacak reformları engelleme çabalarını, yurtta huzursuzluk oluşturma gayretlerini bütün halkımız ibretle izliyor.

Devam eden reformlarla Türkiye’nin Kürt tanımlamasının değiştiği hepimizin malumudur. ABD Başkanının Türkiye gezisinde, Kürtleri ‘azınlık’ olarak tanımlamasının ardından, PKK’nın sonunu getiren projenin bir parçası olan Erbil Konferansı’nın engellenmeye çalışılmasının, dağılan bu örgütün ısmarlama eylemlerle yeniden işleme konulması çabalarının, ETÖ davası kapsamında yapılan, malum bir parti içindeki operasyonların engellemesi çığırtkanlıkları gibi karşı koymaların bütün Anadolu insanının huzur bulmasını hazmedemeyenlerin yaptıkları da gün gibi aşikârdır.

Ermenistan’la olan ilişkilerin Türkiye lehine değişmesini istemeyenlerin de; Türkiye’nin ‘Karabağ sorununu çözmeyeceği’ yalanıyla oluşturdukları gerilimle, getirdikleri son nokta ortadadır. Bölgede Türkiye’nin lider ülke olmasını istemeyenler ABD-Rusya’dır. Azerbaycan’ın Rusya’yla kucaklaşmasının eski günlerin özlemcilerini üzmediğini hatta memnun ettiğini, ayrıca iç kamuoyunu Türkiye’nin aleyhine yanlış yönlendirdiklerini de ibretle izliyoruz.

Eski günleri özleyenler boşuna çabalıyorlar. Bölgede ve yeniden şekillenen dünyada önder/lider ülke olmamızı hedefleyen bir Türkiye’nin, bu çete temizleme operasyonunu ve davasını, ABD’nin ve onun yerli yardımcılarının bütün engellemelerine rağmen sonuna kadar gitmesini milletimiz onurlu bir inatla bekliyor.

24 Mart 2009 Salı

TÜRKİYEMİZ VE SEÇİMLER

Yerel seçimler öncesi Türkiye’nin içinde bulunduğu son durumu anlamaya çalışacak olursak; ülkemizin, tamamen milli menfaatlerine uygun, bölgeyi de içine alan, gerçekçi ve barışçı bir iç ve dış politika izlemekte olduğunu görürüz.

Mayıs 2006’nın ortalarından beri devam eden değişim süreci inkâr edilemez bir şekilde ülkemizdeki milli iradeyi güçlendirmiştir. Oluşan bu “Milli İrade” ve “Yeni Türkiye” içerden ve dışardan bazı operasyonlarla engellenmeye çalışıldıysa da bunlar başarılı olamamışlardır. Şimdi, ülkemizde birkaç yılda neler değişti bunları kısaca hatırlayalım.

1 Mart tezkeresinin ardından kopan Türk-ABD ilişkileri sonucunda ülkemiz bağımsız ve milli menfaatlerine uygun bir dış politika uygulamaya başlamıştır. Öncekinin tam aksine bütün komşularımızla dost olma yolunda adımlar atılmıştır.

ABD; kopan ilişkilerin “Türkiye’nin milli menfaatlerine uygun bir şekilde kurulması” ön şartımız ile yeniden kurulabileceğini kabul etmiş olacak ki yeni seçilen Devlet Başkanı Obama, Nisan ayı içerisinde yapacağı ziyarette Ankara’da Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül ile yapacağı görüşmeden sonra halkımıza hitap edecektir. Daha sonra İstanbul’da Başbakan Recep Tayip Erdoğan’la görüşecek olan ABD Başkanı bu defa bütün İslam âlemine hitap edecektir. Bu hitapların Türkiye’nin bölgedeki yeni duruşunun ABD tarafından da kabul edildiği yönde olması beklenmektedir. ABD’nin NATO kanalıyla oluşturduğu PKK’nın yok edilmesi programına destek vermesi ABD’nin ne kadar zor durumda olduğunun bir kanıtıdır. Çünkü kısa bir zaman içinde çıkma programını yaptıkları Irak’ı daha az kayıpla terk edebilmesi için önemli bir çıkış yolu olarak Türkiye’nin önemini bilmektedirler.

Türkiye’nin uygulamış olduğu uluslararası strateji Ortadoğu’da ve Ortaasya’da olduğu gibi Afrika ülkelerinde bile azami ölçüde destek bulmaktadır. Ortaasya ülkelerinden bir çoğu Türkiye ile kurulacak olan birlikteliklerde yer almaya çalışmaktadırlar.

Suriye bugün bütün dış politikasını Türkiye’nin stratejilerine uygun olarak düzenlemektedir ve bunu bütün uluslararası platformlarda apaçık ilan etmektedir.

Irak’ta ise geçtiğimiz yıl yapılan anlaşmalar gereği Irak bütün dış politikasını Türkiye’nin talepleri doğrultusunda yapacaktır. Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül’ün Irak’a yaptığı son ziyarette de; terör örgütü PKK’nın en geç bu yaza kadar yapılacak olan tasfiyesi konusunda son hazırlıklar yapılmaktadır. Ergenekon uzantısı kanlı terör örgütü PKK’nın çeyrek yüzyıldır on binlerce Anadolu insanının ölmesine, yaralanmasına ve göç etmesine neden olmuştur. Bu terör örgütü bitirilme aşamasındadır. Irak şimdi Kuzey bölgesinin yönetimini bölge halkının isteği doğrultusunda Türkiye’ye bırakmanın çalışmalarını yapmaktadır.

İran ile ilişkilerimizde tıpkı Suriye ve Irak’la olduğu gibidir. Özellikle 1979’dan beri kopan ve hep gergin olan İran-ABD ilişkilerinde az da olsa olumlu adımlar atılmasına yardımcı olunmuştur. Geçen günlerde ABD Başkanı Obama’nın İran’a gönderdiği Nevruz mesajı bunun bir göstergesidir.

Uluslar arası ortamda Türkiye’ye karşı sürekli bir tehdit kaynağı olarak kullanılan ve yakın bir zamana kadar hiçbir ilişki kurulamayan Ermenistan’la oluşturulan diyalog sonucu yapıcı adımlar atılmıştır. Soykırım iddiaları ve Karabağ konularındaki sorunlara çözüm getirici çalışmalar sürdürülmektedir.

Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın Filistin’e sahip çıktığı Davos’taki onurlu duruşu bütün Müslümanlar arasında sevgiyle ve saygıyla karşılanmıştır. İsrail ve ABD yönetimlerinin olduğu kadar onların içimizdeki şakşakçılarının da rahatsız olduğu, bilahare seslerini kesmek zorunda kaldıkları bu durum Türkiye’nin siyasal kredisini bütün dünyada arttırmıştır. Başta İsrail ve Filistin yönetimi olmak üzere bütün bölge ülkeleri Filistin sorununun ancak Türkiye’nin çizdiği politika ile çözümleneceğini apaçık görmüşlerdir.

Rus gazı ile birlikte İran ve Musul-Kerkük gazının Anadolu üzerinden Avrupa’ya verilmesi çalışmalarını kapsayan NABUCCO projesi, ülkemizin bölgemizdeki önemini arttırmaktadır. Türkiye bu projede sadece ara bölge olmak değil, doğal gazı pazarlayan ülke olmayı istemektedir. Bu proje Türkiye’nin önemini bölgede tabiî ki daha da arttırmıştır.

NATO’ya üye olduğumuz tarihten bu yana bütün iç ve dış politikamızı manipüle eden Ergenekon adlı bir terör örgütü yok edilmektedir. Mahkeme safhası süren, Anadolu insanının yaklaşık elli yıldır zarar gördüğü bu kanlı örgütün işlediği cinayetler tek tek ortaya çıkmaktadır. Ayrıca 27 Mayıs,12 Mart,12 Eylül,28 Şubat başta olmak üzere yapılan darbelerin bu örgütçe uygulamaya koyulduğu görülmüştür. Bu süreçte işlenen binlerce cinayetin ve çatışmaların arkasından Ergenekon Terör Örgütü (ETÖ)’nün yönlendirdiği PKK-sağ ve sol örgütler birer birer çıkmıştır. Asrın davası olan bu soruşturma halen devam etmektedir. Özellikle bölgemizdeki 17 bin den fazla faili meçhul cinayetin aydınlatılabilmesi için çalışmalar Ergenekon soruşturması kapsamında sürdürülmektedir. Ergenekon Terör Örgütüne yapılan temizlik operasyonundan rahatsız olan iç-dış çevrelerin sulandırma ve engel olma çabaları ise boşunadır.

İç politikada ise en göze çarpan gelişmelerden biri; Kürtler konusunda bu güne kadar yapılan hataların düzeltilmeye başlanmasıdır. Kürt gerçeğinin kabulünün ardından; Üniversitelerde kurulacak Kürt Dili ve Edebiyatı bölümü, anadil öğretimi, TRT 6 ile gün boyu sürecek Kürtçe televizyon yayını gibi çalışmalar artarak devam edecektir. Aslında Tunceli’de ve bölgedeki bazı şehirlerde valiliklerce yapılan beyaz eşya yardımları da bu kapsamdadır ve eski statüko özlemcilerinin iddia ettikleri gibi seçimlerle herhangi bir ilgisi yoktur. Problem zamanlamadan kaynaklanmaktadır.

Alevilerle ilgili açılımlar da iç huzurumuzu sağlayan önemli adımlar olmuştur.

Dünyadaki ekonomik krizin ülkemizi etkilediği kriz tellallarının iddia ettiği boyutlarda değildir. ÖTV indirimi sonucu günde bin tane satıldığı söylenen sıfır km araçların stoklarının birdenbire tükenmesi ise bunun bir işaretidir.

Yıldızı hızla yükselen Türkiye’miz bu görüntülerle bir yerel seçime giriyor. Ülke dışında da seçim sonuçları sanki bir genel seçimmiş gibi merakla bekleniyor.

Türkiye’mizdeki değişim sürecinin farkına varan Anadolu insanının bu seçimlerde; yüzde 48-49 arasında olacağını tahmin ediyorum. Şehrimizdeki tahminim ise yüzde 41’e yakın olabileceği yönünde.

29 Mart’ta yapılacak olan mahalli seçimlerin demokratik bir olgunlukta, barış ve huzur içinde geçmesini; ülkemiz, milletimiz ve yaşadığımız beldeler için hayırlı olmasını dilerim.

***

hatipce@gmail.com