11 Temmuz 2017 Salı

Bilmiyorsan susmalisin

Akıl tutulması bu işte. Eskimesin diye kullanmaya kullanmaya küfletmiş aklını... Kalbini zaten kapatmış... Fehmi, hak getire, yok ki...Milyon kere söylesen de değişmiyor ezberleri, laklakları... Mesela, Suriye politikasının yorumlanması. Suriye'nin bugünkü durumu dışişlerimizin hatasıymış, başta Davutoğlu'nun. Ezber yapılmış bu iddia başta ABD olmak üzere bütün batı haber ajanslarının ve ilginçtir bir türlü Türkiyeli olamayanların geniş bir yelpazesinin; ana muhalefet partisinin de, maocu/ amerikancı / kemalist garabetlerinde, fetö, pkk ve diğer benzeri teröristlerinde,sömürge ülke aydınının aşağılık psikolojisinden hiç kurtulamayacak sağcı/solcu/sözde islamcı yazarlarında, pelikancı ajanlarında,İran muhiplerinin de, iki satırcık bile okuyup aklını/kalbini/duygu ve düşüncelerini özgürleştiremeyenlerin sıra gecelerinde tıkındıklarından artık sığınamayıp yan gelip içtiği sodanın geğirtisinden sonra ağızlarındaki sakız bu. Dış politikamız Davutoğlu döneminde hatalıymış da...Suriye onun için böyle olmuşmuşta... ...... O günleri yeniden hatırlayalım: "Savaştan çok çok önce Türkiye'nin yoğun bir diplomasi ile defalarca Suriye'ye gidip görüşmeler yaptığını, onlara ABD'nin Yeni Yüzyıl Projeleri gereği bölgede en başta Suriye'de kan dökeceği, savaş çıkarıp haritaları değiştireceğinin anlatıldığı, her kesime insan hak ve özgürlüklerinin verilmesi için acil reformlar yapılıp , meclislerinde temsil hakkının sağlanması çalışmaları yapıldı. Neredeyse sınırların bile kaldırılacağı/ortak parlamento kurulacağı bir seviyeye gelinmişken; batı istihbarat servislerinin tezgahladığı/Suriye derin devletinin ve halktan bazı grupların birlikte rol aldığı provokasyonların sahneye konulduğu ve kan dökülmeye/zulümlere başlandığı bu ortamda Türkiye'nin ısrarla bunların sömürgeci projesi olduğunu, mutlaka katliamın durdurulması ve barışçı olunması gerektiğini; şiddetin batı senaryosunu güçlendireceğinin (bugünkü resme gelineceği) söylenmesine rağmen Suriye rejimi katliamlardaki şiddetini arttırdı ve bütün bu olayların sonunda Türkiye Beşar'ı kınayarak " Suriye mazlumlarının yanında olacağını " açıkladı..." ........ Suriye halkına insani yardımın, batının taşeronu FETÖ'nün MİT tırlarına silahlı saldırısıyla engellendiği alçak saldırıya bile batının penceresinden bakılarak silah taşınıyor yalanlarıyla vatan haini gibi yorumlanması ve algılatılması da aynı akıl tutulması ve yanılmasıdır. ....... Bunu bilerek yapan satılmış ruhları ayıralım.Onlar batıya/batıla hizmetlerini yapıyorlar. Ya biz müslümanlar? Kul hakkına da inanıyoruz. Bu yüzden düşünce ve konuşmalarımızı ; devletimize, ülkemize ve İslam Ümmetine zarar verecek dedikodu, gıybet,iftira,hakaret ve yalan üzerine yapmamalıyız. Gerçekleri bilmiyorsak dilimizi tutmalıyız. Her duyduğunu söylemek insanın felaketidir. Doğru bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi ; fikir sahibi olmadan da kanaat sahibi olamazsınız. Allah'a emanet olunuz. 12 haziran 2017

22 Ağustos 2016 Pazartesi

ARİF OLAN ANLARMIŞ

Geçen hafta sosyal medyada paylaştığım bir kıssa beklediğimden daha fazla ilgi çekti. Birçok arkadaşım bir araya geldiğimizde ilgiyle okuduklarını söyleyip benimle düşüncelerini ve yorumlarını paylaştılar, günümüz olaylarına uyarlayarak neredeyse benzer düşünceleri paylaştılar. İnsanımız ne kadar da arifmiş, leb demeden leblebiyi anlıyormuş. Çok sevindim. Önce kıssayı kardeşlerimizin nasıl yorumladığına bir bakalım:
“Eğer devlet gün gelirde size bir yetki/görev verecek olursa bunu fırsat bilip haddi aşmayın.“ “O yetkiyi yanlış kullanıp; sadece kendi yakınlarınızı gözetip görevlendirmeyin.”
“İşi ehline verin; yakınınıza değil.”
“Devletin ‘alnı secdeli’ diye hüsn-ü zan ettikleri ve yetki verdikleri bazı kesimlerin asıl niyeti meğer devleti başkalarının (sömürgecilerin) hesabına ele geçirmekmiş. Bunu yakın geçmişte yaşadık-gördük. Bundan sonra daha dikkatli olmalıyız.”
“Artık yukarıdan aşağıya, bürokrasinin veya siyasetin her kademesinde devletin verdiği yetkiyi sadece tarikatı-mezhebi-milliyeti-aşireti-akrabaları-cemaati için kullananları; devletin verdiği yetkiyle/imkanlarla ‘devleti ele geçirmeye göz dikmiştir’ diye anlayacağız, düşüneceğiz ve bu konuda kesinlikle iyi niyetli bakmayacağız.”
“ Allah’ın kaderimize yazdığı makam/mevki/yetkiyle şaşırıp veya azıp kendimizi kaybetmeyeceğiz yani haddimizi, asıl görevimizin ne olduğunu, nereden geldiğimizi ve edebimizi bileceğiz.”
“ Devletin omzuna basılmaz. Çünkü o bütün milleti temsil eder. Buna teşebbüs edenlerin omzunun üzerindeki başı er-geç gider.” Yorumlar böyle ve benzeriydi… Şimdi kıssayı bir daha hatırlayalım:
“Halife Harun Reşid, Bermek olan veziri Cafer bin Yahya ile birlikte, “Saray’ın bahçesi”nde gezerken, canı “meyve” çekiyor... “Elma”yı dalından koparmak için uzanıyor, ne var ki; “orta boylu” olduğu için, meyveye yetişemiyor!..
Veziri Yahya’ya diyor ki;
“Omzuma çık, o meyveyi kopar ve bana ver!”
Vezir “zayıf” olduğu için, “Halife’nin omzuna” çıkıyor ve meyveyi koparıp, veriyor...
Meyveyi yiyen Halife Harun Reşid, “çok lezzetliymiş” diyor, “Bana bahçıvanı çağırın... Bu lezzetli meyveden dolayı onu ödüllendireceğim.”
Zaten az ileride duran ve olan-biteni “hayretle” seyreden bahçıvan geliyor... Halife, ona; “Sana bir ödül vereceğim, dile benden ne dilersen” diyor...
Bahçıvan diyor ki; “Sultanım, sizden bir tek isteğim olacak... Bana, benim Bermekî olmadığıma dair bir belge verir misiniz?”
Halife şaşırıyor!.. “Herkes devlet kademesinde görev almak için bir Bermekî şeceresi uydururken, herkes Bermekî olmaya can atarken, sen niye Bermekî olmadığına dair belge istiyorsun ki?..Kaldı ki, sen bir Bermekî’sin!.. Bermekî olmaktan niye kaçınıyorsun?..” “Belge”yi almakta ısrar eden bahçıvan diyor ki; “Evet, bir Bermekî’yim... Ama, madem ki, benden bir istekte bulunmamı istediniz... Ben bu belgeyi istiyorum, başka da bir isteğim yok!” Halife Harun Reşid de; “Madem ısrar ediyorsun, istediğin belgeyi vereceğim sana” diyor ve daha sonra da, o belgeyi veriyor bahçıvana... Aradan yıllar geçer...Halife Harun Reşid, yattığı “uyku”dan uyanır, “göz”leri açılır, “kulak”ları duymaya başlar...
“Civar ülkelerden gelen uyarılar”ın ve “halktan yükselen tepki”lerin, hiç de yersiz olmadığını düşünmeye başlar!.. Bermekîler ; Halife Harun Reşid’in kendilerine beslediği “büyük güven ve yakın ilgi”yi “istismar” ederek, sadece “Saray kademeleri”ni değil, “eyaletleri de kendi yandaşları ile yönetmeye” başlarlar!..
Devletin her kademesini anlayacağınız bir “ur” gibi sarmışlar, en ücra yerlerine bile “kendi adamlarını” yerleştirmişlerdir!..
Yattığı “derin uyku”dan uyanan Halife, Bermekîlerin “ bir devlet içinde devlet” kurmak için uğraştıklarını “ülkenin her yanını ele geçirdiklerini” ve “kendisini devre dışı bıraktıklarını” fark edince, derhal emir verir:
“Bermekîleri kılıçtan geçirin!..Yaşlılarını da zindana atın!” Emir, yerine getirilir!.. Bermekiler öldürülür. Peki, “bahçıvan”a ne olur?.
. Halife’nin emri üzerine, görevliler “bahçıvan”ın evine de giderler... Ya kılıçtan geçirecekler, ya hapse atacaklardır!..
Ama, bahçıvan; hemen, “Bermekî olmadığına” dair, “Halife imzalı belge”yi gösterir!..
“Gördüğünüz gibi, ben Bermekî değilim” der ve kellesini kurtarır!.. “Kılıçtan geçirme ve zindana atma operasyonu” sona erince, Harun Reşid, son durumu öğrenmek için “kurmay”larını çağırır ve sorar; “Emrimi yerine getirdiniz mi?”
Kurmaylar der ki;
“Listedeki herkes; ya kılıçtan geçirildi, ya zindana atıldı... Sadece bir adam kaldı... Ama, ona dokunamadık, çünkü elinde sizin imzaladığınız bir belge vardı!”
Halife; “Hatırladım ben onu... Onu bulun ve bana getirin” der...
Bahçıvan huzuruna getirilince, Harun Reşid sorar adama;
“O gün, Bermekî olmadığına dair, benden ısrarla belge istedin... Ben de verdim... Peki, bugünlerin geleceğini nereden anladın?”
Bahçıvan der ki; “Sultanım; hani, o elmayı koparmak isterken, vezir, sizin omzunuza basmıştı ya... İşte o an dedim ki; eyvah, bizim sonumuz geldi!”
Harun Reşid, araya girip; “Ama ben söyledim omzuma basmasını” deyince, bahçıvan der ki;
“Farketmez sultanım... Sizin, Sultan olarak, vezirinizin omzunuza basmasını istemeniz bir alicenaplıktır, büyüklüktür... Siz istemiş olsanız bile, vezirinizin omzunuza basması ise; hem şımarıklık, hem hadbilmezlik, hem de küstahlıktır!..Sizin omzunuza basıp meyveyi koparmak yerine, pekâlâ beni çağırabilir ve benden isteyebilirdi!..
Bir adam, vezir de olsa, sultanının omzuna basacak kadar cüretkâr ve hadbilmez olduysa, bunun sonu felâkettir!.. Ben, işte o gün bu felâketi gördüm ve sizden o belgeyi istedim.”
Evet, atalar ne demiş: "İslamın şartı beş ise altıncısı haddini bilmektir". Zira, unutulmamalı ki, haddini aşanlara Allah eninde sonunda haddini bildiriyor!”

İBRETTEN DERS ALMAYAN İBRET OLUR-2

FETÖ’nün nasıl bir yapı olduğunu daha iyi anlamanız için, Selçuklu Devletimizin yıkımında önemli rol oynayan ‘Hasan Sabbah hareketini’ araştırmanızı tavsiye ederim. İllegal örgüt yapılanmalarını, haramı-helali iptal etmelerini, münafıklık ve takiyeyi mutlaklaştırmalarını, suikast ve cinayetlerini ve yönetimi darbelerle içten zayıflatıp ele geçirme eylemlerini okuduğunuzda, Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayip Erdoğan’ın bunları “haşhaşi” diye tanımlamasının ne kadar yerinde olduğunu göreceksiniz.
15 Temmuz Haşhaşi Darbe Teşebbüsünden sonraki günlerde Ergenekoncu kalıntısı bazı kesimler; ülkemizdeki sorunun laikliğin uygulanmaması ve İslami kurumlar olduğuna işaret etikleri gibi, artık kendilerine ihtiyaç olduğunu ifade etmişlerdir. Halt etmişler tabi. Biz eski Türkiye’yi ve onların ne olduklarını unutmadık ki.
Müslümanlar Hakkın rızasını kazanmak için halka hizmet yolunda çeşitli metotlar uygulamışlar, sivil kurumlar kurmuşlardır. Haçlılar da bunları dejenere etmek / yıkmak / kontrol etmek için ellerinden geleni yapmıştır. İslami kurumlarımızdaki insani zaafları istismar etmeye çalışan batı(l), tabi ki kurumlarımıza da el atmıştır.
Böyle diye her ekoldeki kurumlarımızı reddetmek/karalamak yerine onları onarmak ve tedavi ederek desteklemek durumundayız. Yani pirincin içinde taş var diye hepsini toptan süpürmek yerine; Allah’ın Kitabı ve Resulü’nün sünneti çerçevesinde ayıklamalı, temizlemeliyiz. Batı(l)ın en çok saldırdığı yapılarımızdan biride tasavvuf ekollerimizdir. İbret almamız gereken FETÖ benzeri saldırılardan biri de Irak’taki kardeşlerimize uygulanmıştır. Bu yazımızda Ahmet Dinç’in Selis yayınevinde yazdığı “Babil’de Amerikan Tangosu-Saddam’ı Deviren Güdümlü Tarikat” kitabından bazı bölümleri, ders almamız dileğiyle paylaşacağım:
“Saddam’ın çevresinde 1990’lı yıllardan itibaren başlayan ve 2000’lere girildiğinde hızlanan öylesine beklemediği ve alışmadığı bir ağ örülmeye başlamıştı ki. Saddam’ın düşüş süreci aslında ne 10 Nisan’da Amerikan birliklerinin Bağdat’ı teslim almalarıyla ne de 20 Mayıs’taki Bush’un açıklaması ile başladı. Bu süreç, gizemli “Kesnizani” tarikatının, Saddam’ın bütün çevresini adeta bir örümcek gibi sarmasıyla başlamıştı.
Sayısız savaşların, entrikaların, saray darbelerinin, global güçlerin saldırılarının yıkamadığı Saddam’ı yıkan bu meçhul tarikat nereden, kim tarafından çıkartılmış, hangi beşiklerde sallanıp büyütülmüştü? Bir bakıma Saddam’ın kader örgüleri, iktidara tek başına geldiği 1970’lerden itibaren örülmeye/dizilmeye başlanmıştı. Hem kan ve şiddet üzerine kurduğu diktatörlük düzen, hem de onun sonunu getirecek organizasyon aynı anda sürmüştü. Saddam’ın en yakınındakileri kendine “mürit” yapan bu tarikat diktatörün her hareketini ve işini an be an tarikat şeyhinin oğlu Nehru’ya ulaştırmış oradan da bilgiler MOSSAD ve CIA’ya akmıştı. Kesnizani tarikatı aslında vaktiyle Kadiri tarikatının bir kolu idi. Kesnizan, Süleymaniye tarafında bir Kürt aşiretiydi. Aşiretin lideri olan kişi aynı zamanda Kadiri’nin bu kolunun da başında bulunuyor, halife statüsü taşıyordu. Kürt kökenli Şeyh Abdulkerim Kesnizani, Kadiri şeyhinden el almış mütevazi bir tekke halife/şeyhi olarak Süleymaniye civarındaki üssünde son nefesini verince yerine oğlu Muhammet geçmişti. Kesnizani tekkesinin ve belki de Irak’ın kaderi posttaki işte bu değişiklikten sonra başlamıştı. Oğul Şeyh Muhammet’in tarikatta bazı ‘dönüşümler’ gerçekleştirdiği ve İsrail/MOSSAD/CIA gibi ilginç bağlantılara sahip olduğu biliniyordu. Şeyh Muhammet o kadar giz(em)li biriydi ki basında çıkmış fotoğrafı dahi yoktu. Hakkında bilinenler ise birkaç satır malumattan ibaretti. Tarikat, baba Şeyh Abdulkerim zamanında ve Şeyh Muhammet’in ilk zamanlarında BAAS rejimine ve Saddam’a bağlılık görüntüsü taşıyor, hatta rejime eleman ve silah temininde rol oynuyordu.
Tarikatın, Kadiri bünyesinden tam olarak ayrılması, MOSSAD/CIA ilişkilerinin kurulması, müritlere hahamların ders vermesi, Şeyh’in yazdığı kitapta Kabbala gibi mistik Yahudi kaynaklarından alıntıların yer bulması gibi ‘dönüşüm’ işaretleri 1990’ların başlarında daha kesin ve keskin şekilde fark edilmeye başlanmıştı. Tarikatını yeniden kurduktan sonra Şeyh Abdulkerim Kesnizani sadece Kürtlerden değil Türkmenler dahil Irak’ın bütün İslami renklerinden kendine mürit edinmeye başlamıştı. Kadiri geleneğinde kanlı-bıçaklı cezbe halleri ve gösteriler ülkede önce ve herkesten ziyade askerlerin ilgisini çekti. Zira erinden generaline kadar Irak askeri yıllardır kanın, ölümün içinde idi. Kafasına kama saplanıp, böğrüne kılıç girip, kurşun değip ölmeyen müritlerin durumu askerleri haliyle tarikatın müdavimi, müridi yapmıştı. Askerler arasında Kesnizanilik öylesine yaygınlaştı ki Genelkurmay Başkanı Mareşal Ayat Fetih El-Ravi, Hava Kuvvetleri Komutanı Mareşal Hamit Şaban, Umumi Askeri İstihbarat Başkanı Mareşal Vefik El-Samarayi de Şeyh Muhammet Kesnizani’nin ayağını öpüp mürit olmuşlardı. Devletin emniyet biriminin ve istihbarat birimi El-Muhaberrat’ın elemanları da aynı güzergahı izleyip Şeyhe hizmet etmeye başlamışlardı. Sadece askeri ve bürokratik kadroyu kendisine mürid yapmakla kalmayan Şeyh, Saddam’ın en yakınındaki isimleri de bağlamayı başarmıştı. Bunların arasında Saddam’ın iki kardeşi Vathan ve Barzan, karısı Sacide Hayrullah, oğlu Uday’da vardı. Belki bunlardan önemlisi, Saddam’dan sonra devletin ikinci adamı konumundaki İbrahim İzzet El-Düri’nin Şeyhe bağlanmış olmasıydı.
İsrail, Birinci Körfez Savaşından hemen sonra Kesnizanilerle irtibata geçip ilişkiyi geliştirdi ve ilerleyen dönemde birçok konuda sınırsız destek vermeye başladı. Öyle ki, devletin kritik bir noktasında bulunan ve tarikata girmek istemeyen kimseler, İsrail’in tarikata akıttığı paralarla ikna ediliyordu. Doğal yolların yanı sıra parayla da mürit satın alınıyordu. Destekler tabi ki karşılıklı olacaktı; Şeyh Muhammet de istihbarattaki müritlerden, gerekse Saddam’ın yakın çevresinden devletin üst katlarından aldığı bilgileri oğlu Nehru aracılığı ile MOSSAD’a iletiyordu. Nehru tarikatın İsrail ve Amerika ile ilişkilerden sorumlu veliahtıydı. ‘Savaşta özellikle Bağdat ve çevresinde Amerikan güçlerine hiç direniş gösterilmeyişi, Şeyh’in emrindeki generallere bağlayanlar vardı.’ Şeyh Muhammet tarikatını devletin ve siyasetin tam orta yerine getirmişti. Yeni Irak’ın polis teşkilatı kurulurken, örneğin Kerkük’teki bütün karakollarda en az beş Kesnizani müridi polis bulunacak şekilde atamaların yapılmasını bizzat Şeyh istemiş isteği yerine getirilmişti. Kerkük’te onlarca karakol bulunduğu ve Şeyhin aynı yöntemi diğer kentlerde de uygulandığını bilmek için fazla delile ihtiyaç yoktu. Böylece tarikatın sadece polis teşkilatındaki müthiş gücü hemen anlaşılabilirdi. Sadece Kürtlerden değil, Türkmen ve Araplardan da birçok kişi Şeyh Kesnizani’nin müridi idi..
Bu gizemli ve karanlık tarikatın bütün Irak genelinde 3 milyona yakın mensubu bulunuyordu İsrail Irak’taki birçok işini bu tarikat üzerinden yürütüyordu. Bu çerçeveden bakıldığında İsrail’in Irak’ta siyasetin olduğu kadar (belki daha fazla) dinende çok tesirli olduğu sonucuna varılabilirdi. İsrail böylece, Yahudi tarihindeki dönüm noktası vakalarda hep merkezi yerler işgal etmiş olan Mezopotamya’ya ilgisini sınırlı yöntemler üzerinden değil çok yönlü olarak sürdürüyordu. İsrail, tarihte Nabukadnezar’dan Selahattin Eyyubi’ye, oradan Saddam’a dek Yahudiler için hep bir esareti, yıkımı, tehlikeyi getirmiş olan Irak coğrafyasını artık bir tehlike olmaktan çıkartmak, kontrol altında tutmak, belki bunun en iyi yolu olarak ülkeyi üçe bölmek istiyordu.”
Yazar bunları 2004’te yazmış. Irak bu gün ne yazık ki üçe bölünmüş durumda. Batı(l), Irak’taki yapılanmanın bir benzeri FETÖ’de gördüğümüz gibi fitne-fesat operasyonlarıyla sivil kurumlarımızı kontrol etmeye çalışıyor. Bir yandan da PKK/PYD gibi terör örgütlerine ihaleler vererek terörist müdahalede buluyor. Yazımızı bir soruyla bitirelim. Türkiye’de 2012 yılında öldürülen teröristler içerisinde 32 teröristin İsrail vatandaşı Yahudiler olduğu ortaya çıktı ve İsrail devleti vatandaşlarının cenazelerini Türkiye’den aldı götürdü. Bu Yahudiler neden Türkiye’de öldüler? ***

İBRETTEN DERS ALMAYAN İBRET OLUR-1

15 Temmuz 2016’da ABD sömürgecilerinin güdümünde yapılan FETÖ/NATO askeri darbe teşebbüsüne karşı koyan kahraman Anadolu halkının zaferi, dünya silahsız sivil direniş tarihine geçecek güzel bir örnektir.
FETÖ, Müslümanların bütün samimi duygularını istismar etmiş, altın nesil iddiasıyla yola çıkanlar yetiştirdikleri gençleri, Hasan Sabbah’ın günümüz temsilcisi olan örgüt lideri “Bizim hizmetimizin felsefesi bir yerlerde bir ev açmaktır ve örümceğin sabrıyla ağlarımızı öreceğiz, insanların gelip bu ağlara düşmesini bekleyeceğiz ve ağlara düşenleri eğiteceğiz.” diyerek işe başlamış; sonra ağlarına düşenleri devletine/hükümetine kasteden, halkına kurşun sıkıp bomba atan, milletin meclisini ve diğer kurumlarını tankla, uçakla bombalayan, yüzlerce vatandaşını-askeri-polisi şehit eden; vatan haini, devlet-millet-ümmet düşmanı örgüt mensubu haşhaşi militanı yapabilmiştir.
Bu alçak saldırı herkese ders olmalıdır. Müslüman aynı delikten iki kere ısırılmaz.
Deniz pislik tutmaz derler. Eninde sonunda içindeki yabancı cismi kabul etmez, dışarı atar. İslâm dünyası da öyledir. Müslümanların arasında yapılan örgütlenmeler eğer İslam’a uymuyorsa veya zamanla bozulmuşsa, belli bir süreçte ayarı ortaya çıkmakta, iflas etmekte ve genel olarak dışlanmaktadır.
Yeni Türkiye on yıldan fazla halkının hizmetindedir. Sivil Toplum Örgütleri taleplerini, uyarılarını demokratik, sivil, barışçı yollardan ve hukuk çerçevesinde bildirirler. İslami çizgide olan veya olmayan bütün STK’lar da bulunan Müslümanlar artık daha ayık, daha uyanık olmalıdırlar. Devlete karşı veya kendini devlet olmaya/ele geçirmeye uyarlamış yapılardan, dini ve milli duyguları radikal bir şekilde kullanan, bölücü ve yıkıcı illegal örgütlerden uzak durulmalıdır. Bir Müslümanın bulunduğu toplulukta devletine karşı düşman ediliyorsa, kendi ismi yerine kod adı ile çağırılıyorsa, silah kullanmaya, illegal eylem yapmaya ve teröre özendiriliyorsa, lideri için hata yapmaz-günah işlemez deniyorsa, Kur’an’a ve sünnete uymayan söylemler ve hareketler söz konusu yapılıyorsa oralardan hemen uzaklaşılmalıdır. Yasalara uymayan gizli bütün yer altı örgütlenmeleri mutlaka kötü niyetli kişilerin, yabancı istihbarat servislerinin oyuncağı olurlar, iyi niyetli insanlarımızı kullanırlar. Örnek vermeye gerek bile yok, 15 Temmuzda bunların en azgınının yaptıklarını gördük.
Haçlılar, görevleri gereği Müslümanlara saldırılarında çeşitli stratejiler uygulamışlardır. İslam coğrafyası da saldırılara karşı direnmekte, zulme rıza göstermemektedir. Buna Hak-Batıl mücadelesi diyoruz. Bu mücadele kıyamete kadar sürecektir.
İçinde bulunduğumuz zaman diliminde batı(l) saldırılar zaman zaman doğrudan olmakla birlikte, genelde Müslümanları birbirine kırdırmaya dönük projelerle uygulanmaktadır. Emperyalist batı bunun için önce mezhep/milliyet/tarikat/parti/cemaat taassubu ile Müslümanları bölmekte, birbirini kırması için yardım etmekte, Müslümanlar iyice zayıflayınca da üstlerine çökmektedirler. Afganistan, Pakistan, Irak, Suriye. Mısır, Libya, Filistin ve diğerlerinde yaşadığımız gibi…
Batı(l), Müslümanların zulme/küfre karşı uyguladıkları farklı direniş metotlarını çeşitli oyunlarla kendi lehlerine çevirebilmekte ve kontrol edebilmektedirler. Mesela Afganistan’da silahlı direnişle sömürgeci İngiliz-Rus-ABD ordularını farklı tarihlerde defedebilen mücahitler, batı(l)ın fitneci istihbarat oyunlarıyla başa çıkamamışlar, mezhep / milliyet / tarikat / parti (hizip) / cemaat taassubu ve farklılığıyla birbirlerine ve kendi ülkelerinin halklarına silahlarını doğrultarak eylemler yapmaya başlatılmışlardır. İşgalci Rus İvanına, ABD conisine karşı kahramanca direnen mücahitlerin yerini haçlının fitne-fesat projeleriyle bugün Ortadoğu’da, Afrika’da genelde Müslüman halklara karşı ihale alan DEAS ve benzeri terör örgütleri almışlardır. Son yıllarda Lübnan Hizbullah’ının İsrail yerine Suriye halkına silahlarını çevirmesi de aynı batı(l) cephesinin bir oyunu ve görevlendirmesidir. Taassup sahiplerinin bunların yaptıklarına kulp takması hiç de inandırıcı gelmemektedir. Bir zamanlar bütün dünya Müslümanlarının duasını alan, şimdi ise nefretle anılan silahlı örgütler bu tür hareketlerin risklerini-zaaflarını göstermektedir.
Bir sonraki yazımızda iyi niyetle yola çıkılan bir tarikat hareketinin çizgiden çıktığında o ülkenin yıkımında nasıl rol alabildiğini paylaşacağız…
***

25 Nisan 2016 Pazartesi

GÜNCEL NOTLAR

Geçen hafta boyunca toplumun çeşitli kesimlerini gezdim dinledim. Onların birlik ve beraberlik ruhlarının, geleceğe olan güvenlerinin ve imanlarının alkışlanacak ölçüde ileri olduğuna şahit oldum. Genel olarak devletimizin terörle mücadelesinin devam etmesini beklediklerini, gerek PKK, gerekse FETÖ illegal yapılarına yapılan operasyonlara devam edilmesini istediklerini, Ergenekon davasında alınan son mahkeme kararını pek anlamadıklarını; FETÖ’nün o dönemde yaptığı bütün sulandırmalara ve saptırmalara rağmen eski Türkiye’nin suç işleyen-darbe yapan gizli yapılanmalarının yasal olarak hesap vermesini beklediklerini, ekonomik sıkıntıların ise çözümlenmesini beklediklerini şimdiki sıkıntılı durumun geçici olduğuna inandıklarını söylüyorlardı.
Bu arada konuştuklarımın nerdeyse hepsi Cumhurbaşkanımız ile Başbakanımız arasında çıkartılmaya çalışılan dedikoduların şiddetle karşısında olduklarını söylediler. İkisini de çok sevdiklerini, ayrı tutmadıklarını, ikisinin de Anadolu’nun/ümmetin birliği ve beraberliği için çalıştıkları ve Yeni Türkiye misyonunu 2023-2071 kutlu yürüyüşünü devam ettikleri müddetçe kavli ve fiili dualarının da devam edeceğini söylediler. Hz. Ebubekir’in yaşadığı olayını örnek vererek ” Yeni Türkiye’nin Kutlu Yolundan şaşan ve ilgisiz çevreden etkilenen olursa biz onları düzeltmesini biliriz” gibi cevaplar verenler az değildi.. Her iki liderimizin de arkasına saklanıp diğer büyüğümüze edepsizlik yapanların ganimet peşinde olan aramıza saklanmış çapulcular olduğunu söylediler.
Bir kardeşimiz de sözlerini not almamı istedi, şunları söyledi: “- Paralelcileri ve diğer solcuları tanıyoruz onlar zaten iyi olan her şeye karşılar. Şimdi de içimize saklanmış münafıkları tanıma dönemi başladı, fitne ve fesatla, dedikodu ve gıybetle bozgunculuk oynayanlara kesinlikle prim verilmemesi gerekir, yakın gelecekteki Devlet Başkanımız, şimdiki Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın ve Başbakanımız ve AK Parti Genel Başkanımız Ahmet Davutoğlu’nun arkasına saklanıp karşılıklı laf atarak kavga ortamı oluşturmak gayretiyle edepsizlik yapanlar, bizim dediğimiz televizyonlarda, gazetelerde, sosyal medyadaki hesaplarında ahlaksızca saldırganlık yapanlar ‘ganimetçiler’dir. FETÖcülerden cephane alarak laf atıyorlar onlar. Uhut savaşında ganimetçiler yüzünden başımıza neler geldiğini gördük biz, tıpkı o zaman okçular tepesini arkadaşları gibi terk etmeyen, Peygamberimizin (as) çevresinde savunma yapıp ‘ona değmesin bize değsin’ diyenler gibi şimdi de bu milletin, ümmetin iki yiğidinden vazgeçmeyeceğiz. Onların çevresini bizden olamayan tiplere bırakmayıp liderlerimize sahip çıkacağız…”
Bir başka kardeşimiz ise: “ Bütün İslam dünyası, bütün Türkiye; Recep Tayyip Erdoğan’ın ve Ahmet Davutoğlu’nun sonuna kadar arkasındadırlar. Yiğitlerin harman olduğu bu ülke, bu Anadolu R.Tayyip Erdoğan gibi bir yiğit oğlu yiğit yetiştirmiştir. Başbakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı döneminde bütün ümmet dualarına O’nu da katmıştır. Bu güne kadar gösterdiği üstün liderliği Allah’ın izniyle bundan sonra da devam ettirecektir. Başbakanımız Ahmet Davutoğlu’da Anadolu’muzun yetiştirdiği özel liderlerinden, stratejistlerinden ve devlet adamlarından biridir. 2023-2071 Yeni Türkiye’sinin misyonunu kendine dava edinmiştir. Cumhurbaşkanımızla sevgi ve saygıyla birlikte çalışmaktadır. Bundan sonrada mutlaka birlikte çalışmalıdırlar. İkisini de yedirmeyiz! “
Halkımızın bu birlik ve beraberlik dolu sözlerini selamlıyorum…
***
Yeni Türkiye, 2023/2071 misyonuna emin ve güçlü adımlarla yürüyor. Anadolu’muzun güneydoğusunda batı taşeronu örgütlerin halka ve devlete olan saldırıları da terörizmin büyük bir mağlubiyetiyle sona eriyor. Bu kutlu yürüyüşe İslam Dünyası da gün geçtikçe daha fazla katılım gösteriyor. Güvenlik güçlerimizin terörle mücadelesinde yiğitçe savaşmalarının önlerinde hiçbir şeytani/küfür cephesinin dayanamayacağını bir kez daha yaşayarak gördük. Sürekli sataşan muhalefet eden, fitne/fesat çıkarıcı alçak dedikoduculara yukarıdan aşağıya gereken cevaplar verildi. Alçakların bütün hesapları boşa çıktı. Yiğitlerden bir yiğit; Özel Kuvvetlerden Bordobereli Uzman Çavuşumuz Selçuk Paker’in paralel karıştırıcı fesatçıların sözlerini soranlara “Asker dediğin vatanını korumakla mükelleftir. Bir nevi canını kiralar asker dediğin. Yıllardır savaş yoktu ama şimdi var. Yıllardır savaşmadan-savaşmak için- maaş aldık değil mi? Bu zamana kadar neden hiç sesimiz çıkmadı? Neden biz savaşmıyoruz, bu paranın bu kadarını geri alın demedik” sözleri en güzel cevaplardan biriydi.
***
Geçen hafta İstanbul’da yapılan (İİT) İslam İşbirliği Teşkilatı toplantısı birlik ve beraberlik ruhumuzu daha da güçlendirdi. İslam Ordusu’nun Suudi Arabistan’da yapmış olduğu tatbikat da ümmetin kendine olan güvenini kat be kat arttırdı. Teşkilat, verdiği mesajda şunları söyledi: “Artık İslam dünyası Müslümanları ilgilendiren kararları kendisi alacak. Müslümanlara ait ülkelerdeki kargaşayı yine Müslüman ülkelerle bir araya gelerek çözecek. Kendi iç sorunlarına BM veya NATO’yu karıştırmadan, müdahale etmelerine izin vermeden kendisi çözecek.” Müslümanlar artık güvenlik olarak NATO’dan; ülkeler topluluğu olarak da Birleşmiş Milletlerden ve sömürgeci batının diğer kurumlarından medet beklemeyecekler.
Tabi ki bütün sıkıntılarımız hemen bitmeyecek. İslam dünyasının güçlü ülkesi Mısır’da yakın zamanlarda bu çalışmalara daha fazla katkıda bulunacak. Mısır’da kurulacak yeni düzen umarız Mısır’ın İslam dünyasıyla arasındaki buzları eritir. Muhtemelen Sisi’nin Suudi Arabistan’a veya bir körfez ülkesine gitmesi; Mursi’nin ise Türkiye’de misafir olması bekleniyor.
Suriye’de ise beş yıldır devam eden savaşın İslam Ordusunun, (ÖSO) Özgür Suriye Ordusu’nun mücahitlerini destekleyen müdahalesiyle sona ereceğini ümit ediyorum. Müdahalede ABD’nin, Rusya’nın ve İran’ın İslam Ordusu’na karşı çıkmaya cesaret edemeyeceklerini düşünüyorum. Bu konuda, bizim mahalleden bazı ‘sömürge ülke aydınlarının’ psikolojisine bölenmiş; “NATO’suz-ABD/AB’siz olur mu hiç. İslam Birliği Teşkilatı-İslam Ordusu da neymiş, bunlarda kimmiş gevezeliklerine tıpkı Başbakanımız ve Cumhurbaşkanımıza sataşanlarda olduğu gibi adam yerine konulmamalarını ve bu şaşkınlara kulak bile asılmamasını söylüyorum.
Bu aşağılık kompleksinde boğulmuş lafazanlara sadece bir örneği, 2016’nın ilk aylarında Lübnan hizbulunun ve İran generallerinin başlarına gelenleri anlatmak gerek. Hatırlayacak olursak: hizbullübnan lideri, Türkiye ve S.Arabistan’ı küçümseyerek ‘bunlar mı Rakka’da savaşacaklar, bedelini öderler’ demişti. Rıdvan birliklerinden, Amerika’nın özel birliklerinin ve İranlı generallerin denetimindeki 100 tane ölüm makinesi askerlerini Suriye’ye göndermişlerdi. Bunlardan 70 tanesinin; sadece 6 ay askeri eğitim alabilmiş Ahraru Şam mücahitlerince cehenneme yollanmaları sadece bir gecede olmuştu. Kalan 30 tanesi Lübnan’a zorla kaçabilmişlerdi….
***
Bu gün bize düşen; ümmet düşmanlarına, vatan/millet düşmanlarına karşı bireysel-küçük hesaplar peşinde koşmadan, saf tutup, kenetlenip hep birlikte devletimize sahip çıkmaktır.
Bizler, ümitvarız…
Anadolu insanları içeriden/dışarıdan tüm tuzakçılara, engellemelere ve oyunlara rağmen batıya/batıla karşı mücadelemizi kazanacağımızı; önümüzdeki yüzyılın YENİ TÜRKİYE yüzyılı olacağına bütün kalbimizle inanıyoruz.

31 Mart 2016 Perşembe

HAK-BATIL KAVGASINDA NEREDEYİZ?

Mehmet Akif merhum Mısır mektuplarının birinde şunları söylüyordu: “ Londra’da doğmuş, nâz-u naim içinde büyümüş, ebeveyninin milyonları sayesinde her türlü ihtiyaçtan fersahlarca uzak bir lordun oğlu kalkıyor, Sudan’lara, Afrika’nın en yaşanmaz, en cehennemȋ bucaklarına giderek gençliğinin en kıymetli çağlarını, İngiltere hesabına, o kumlara gömüyor. Vatanı uğruna çektiği tahammülsüz meşakkatleri hiçe sayıyor. Daha doğrusu kendisi için şeref biliyor. Biz biçarelerse İstanbul’dan çıkıp Bursa’ya gitmeyi felaket telakki ediyoruz! “
İki dünya harbinin dışında İngilizlerde mecburi askerlik olmamıştır. Gönüllü askerleri ve ajanları, romantik, idealist ve profesyonel idiler. Dünyanın dört bir yanına kontrollü bir şekilde dağıtıldılar. 1. Dünya Harbi’nden önce, İngilizler yetiştirdikleri W.Churchill gibi en iyilerini önce en zor saha çalışmasına, Afganistan’a yolladılar. Orada direnç göstermeyi, askerliği ve liderliği öğrendiler. Başka kıtalarda kendini kanıtlayan T.E. Lawrence gibi ajanlarda tam manasıyla olgunlaşmak için Afganistan’a gönderilmişti.
Baba tarafından İngiliz Marlborough Dükü’nün, ana tarafından Amerikalı bir milyonerin torunu olarak dünyaya gelen W.Churchill son yıllarına kadar Müslümanlarla savaşmayı hayatın ta kendisi olarak yaşadı. 1897’de Yunanlılarla savaşımızı işitti,yola çıktı ama yetişemedi.İngiltere’ye dönmeye hazırlanırken Afganistan’a girişilen çarpışmaları işitti ve oraya gitti. 1898’de Mısır’da, sonra Sudan’da genç bir subay ve gazeteci, Çanakkale’de Donanma Birinci Lordu olarak Müslümanlara karşı savaştı. İki defa Başbakanlık yaptığı yıllarda Hitlerce çok meşgul edilince asıl görevine zaman ayıramadı. O yıllarda Iraklı Kürtlere zehirli gaz kullanımını hararetle destekledi. Çanakkale taarruzu onun düşüncesiydi. Müslümanların direnişinin çetinliği karşısında Avam Kamarası’nda şunları söylemişti. “Harp hukukuna göre zehirli gaz kullanmak yasaktır. Biliyorum. Ama zehirli gazı insanlara kullanmak yasaktır! Türkler Müslüman’dır. Dolayısıyla da insan sayılmaz hiçbiri. Yani Türklere karşı rahatça zehirli gaz kullanabiliriz!” Sonraki yıllarda onun sömürgeci katil misyonunu takip edenler Halepçe’de Saddam’la Kürtlere, Suriye’de Beşar’la Araplara zehirli gaz kullandılar binlerce Müslüman kardeşimizi katlettiler. 1951’de Araplar için “Bir daha içinden çıkamayacakları bir çukura atılmalılar.” diyen Churchill Müslümanlarla olan savaşını sadece silahla değil satın alarak da ‘daha etkin’ olacağını işaret etmişti. “ Halk ve ülke üzerine yapılan umumi araştırmalardan görülmektedir ki gümüşten bir silah çelikten olandan daha iyidir.”
Emperyalistlerce kaçak avcının bekçi; Kurt’un bekçi köpeği yapılması biraz pahallı olsa da askeri metot kadar masraflı olmamaktadır. Toplulukların doların yeşiline; altının sarısına tutsak olmaları yeni değildir. Coğrafyamızda ABD ve diğer emperyalist ülkelerin bölge halkının bir parçasını milis olarak kullanmasını ve ‘Biji Obama!’ ve ‘Biji Putin!’ sloganlarını çevremizde sıkça görüp duyabiliyorsak Churchill’in tavsiyelerini sömürgeciler hâlâ uygulamaya devam ediyor demektir.
Bir sör ile kendiside gayri meşru olan bir dadının gayrı meşru çocuğu olarak doğan Lawrence’da İngiliz sömürgecilerinin en yetenekli ajanlarından biridir. Urfa dahil olmak üzere bütün Müslüman halklara karşı savaşmış, insanlıktan hiç nasip almamış bir psikopattır.
Bunlar ve onların yolunda gidenler sömürgeci ülkeleri-batıl davaları için binlerce kilometreden gelip dünyanın dört bir yanında mücadele vermişlerdir. Bu günde binlercesi topraklarımızda mesai yapıyorlar. Sömürgecilerin Müslüman halklara karşı savaşı devam ediyor. Kıyamete kadar da devam edecek bir ‘hak-batıl kavgası bu.
Haçlı askerleri ve ajanları satın aldıkları yerli milisleri ile de Müslümanlara saldırmaya ve savaşmaya devam edecekler. Onlar yüz yıllardır “Cehennem olup gelmişlerdi; cehennem olup gittiler, teşebbüs edip yine geliyorlar, aynı yere yine gidecekler!” Tamam, hak-batıl savaşı bu! Batılda olan haçlılar ve taşeronları ümmete saldırıyorlar, insanlarımızı katlediyorlar, topraklarımızı işgal ediyorlar, sürekli sömürge olmamızı istiyorlar. Hak yolunda olanlar, İslam ümmetini oluşturan Müslümanlar ise Kur’an-sünnet ekseninde adaletle mücadele verip dengeli bir şekilde direniyorlar, bunu biliyorum.
Bilemediğim, onların dilini-jargonunu kullanan, ülkesine savaş açan liderinin emri ile imanını iptal edip maaş aldığı devletin askerini-polisini-arkadaşını şehid eden teröristin partisine oy verilmesini bile isteyebilen, açıkça batıya ülkesini satarak-onlara bilgi ve belge vererek gönüllü ajanlık eden, coniye-ivana onların yanında olduğunu ayaklarına gidip söyleyen, Beşar’ın cinayetlerini-katliamlarını-haçlı işbirlikçiliğini bile mezhep-politika-parti gözlüğü takarak savunan ve onunla işbirliği yapan, seksen senedir insan yerine bile konulmayan zulmedilen Anadolu insanımızın artık son on yıldır rahatlamaya başladığı-hak ve özgürlüğünü kazandığı-sömürge olmaktan kurtardığı Yeni Türkiye’ye silahlı savaş açan batıl taşeronlarına dini gayreti iptal edip kavmiyet gayreti ile destek veren, AB gibi, ABD gibi-İngiliz-Rus gibi, pkk gibi, perinçek gibi Yeni Türkiye politikalarını yorumlayarak propaganda yapıp üzerine az biraz hadisi ve sünneti inkâr eden bir İslam sosu serpiştirenler, bütün bu olup bitenleri görüp ne olur ne olmaz taraf olmak zorunda değilim diyerek haksızlık karşısında susup sessiz kalarak iki tarafı da idare ettiğini sananlar, sözde cihat yaptığını zannederek halkın içine girip kendini patlatarak batıya/batıla kamuoyu sağlayanlar “Hak-batıl mücadelesinde “ neredeler?
Ben bilmiyorum.

28 Şubat 2016 Pazar

1 MART TEZKERESİ

Amerika, Vietnam ve Afganistan’dan sonra yeni bir bataklığa daha giriyordu. Irak onun bir kere daha yenilgi alanı olacak ama bölgeyi de öncekiler gibi bir kaos ortamına ve savaş yangınına sürükleyecekti.
Küresel işbirlikçisi İngiltere ise ABD ordusuyla müttefik olduğu gibi gerek bölge halkını örgütleyerek gerek kendisinin oluşturduğu sözde İslamcı-milliyetçi taşeron teşkilatları organize ederek, gerek askeri darbelerle Irak’ta, Suriye’de, Lübnan’da, Mısır’da, Libya’da kaos ve savaş ortamını büyüterek yeniden hakimiyet kurmaya çalışıyordu.
Amerikan ordusu Irak’a bizim doğumuzdan da bir cephe açarsa işgal işinin daha kolaylaşacağı hesabını yapıyordu. Daha Türkiye resmi bir karar bile almadan askerlerinin gelişi hazırlıklarına başlamış, bölgemizde üs kuracağı arazileri kiralamaya başlamıştı. Nasılsa onun sömürgesi kapı kullarıydık, onlar 60 bin askerini yığar biz TBMM’de karar alırdık. Bu durumda Türkiye hemen resmi bir tavır almak zorundaydı. Bu günlerde ABD-AB-Rusya-İran yandaşı olan bütün gayri milli batı devşirmeleri, basın, aydıncıklar ve partiler aynı o günlerde de istilacı sömürgecilerin yanında olmayı tercih etmişlerdi. Anadolu halkı ise tarih boyunca hep mazlumun yanında olmuş, zalimin ise hasmı olmuştu. Müslüman Irak halkının topraklarının emperyalist ülkeler tarafından istilasını ve batı işgalinin işbirlikçisi olunmasını reddediyordu.
1 Mart 2003 Tezkeresi dönemindeki refleksleri dört gruba ayırabiliriz. Bu dört grubun ikisi millȋ, diğer ikisi gayri millȋ idi.
1.Grup: ABD ile hiçbir şekilde pazarlık yapılmaması gerektiğini savunuyor, Müslüman bir ülkenin Müslüman bir ülkeye savaş açamayacağını söylüyordu. Onlara göre Türk Ordusu hiçbir şart altında kışlasından çıkmamalıydı. İşte bu grup İngiltere ile ilişkiliydi. Gayri Millȋ idi.
2.Grup: ABD ile pazarlıksız ittifak yapılmasını savunuyor ve her şart altında kuzeyden cephenin açılmasını savunuyordu. Yoksa ABD ekonomimizi batırır, kuzey Irak’ta Kürt Devleti kurar hatta Kürt vatandaşlarımızın yaşadığı toprakları da alıp bir büyük Kürdistan kurardı. İşte bu grup ABD ile irtibatlıydı. Gayri Millȋ idi.
3.Grup: ABD ile savaş şartlarının görüşülmesi gerektiği savunuyordu. Musul-Kerkük-Süleymaniye’nin kumandası bize verilir, ABD askerleri topraklarımızda uzun süreli konaklamamak üzere transfer edilebilirse Türk Ordusunun da kuzeyden yapılacak harekâta katılabileceğini söylüyordu. Bu grup Millȋ idi.
4.Grup: ABD ile savaş şartlarının görüşülmesine, pazarlık yapılmasına karşıydı. Amerikalıları güvenilmez buluyor, Amerikan askerlerinin Güneydoğu bölgesinden tek bir emirle transferinin çok zor olacağını düşünüyordu. 60 bin ABD askerinin bu sınıra getirilmesi her türlü operasyona açık bir durum olabilirdi. Onlara göre ABD ile Irak’a girilmemeli fakat Türk Ordusu kendi kararı ve zamanlamasıyla sınır ötesine geçmek ve Musul-Kerkük’e inmek üzere her an hazır bekletilmeliydi. Bu grup da Millȋ idi.
Sonunda 3. ve 4.gruptaki isimler İngiliz kartını bir koz olarak kullanıp ABD’yi taviz vermeye zorladılar. Kimi zaman bazı bakanların dilinden, kimi zaman muhalefet liderleri aracılığıyla, kimi zaman üst düzey komutanların sözleriyle tezkerenin geçmeyeceğini kamuoyuna açıkladılar. Amaç masada pazarlık yapan heyetin elini güçlendirmekti. Fakat alınan bazı tavizlere rağmen istenilen noktaya varılamamış ve tezkerenin reddedilmesi kararlaştırılmıştı. Washington oyalandı ve sonunda meclisten “hayır” kararı çıktı. Karar devlet kararıydı.
Tezkerenin reddinden sonra birleşen 3. ve 4. grup bir devlet kararı almıştı. Kuzey Irak’a sınır ötesi operasyonlar yapılacaktı. Bu operasyonlar gerçekte Kürtlere ve Araplara karşı değil Amerikan ve İngiliz şirketlerineydi. Türk Ordusunun sınırlarından aşağılara inmesi İngiliz-İsrail ekseni ile ABD’yi rahatsız ediyordu. Bu gün bile Irak’ın kuzeyinde askerlerimizin bulunmasının sancısı ABD-AB-İran ve Rusya’yı sancılandırmaya devam ediyor.
Türkiye’mizin iç-dış siyasetindeki bağımsız ve onurlu duruşu halen devam ediyor. Bu duruşu millȋdir.
Türkiye’mize ve bölge halkına dışarıda ve içeride saldırılar hâlâ devam ediyor. Ne ilginçtir ki birçok sözde aydınımız, ulusal medyaları ve haşhaşi yapılanmasında gözü-kalbi-aklı bağlanmışlar; Anadolu’muza ve Ortadoğu’ya asıl saldırıyı yapan, paylaşım projeleri uygulayan, kavgayı körükleyen sömürgecileri ve onların küresel petrol şirketlerini görmezden geliyorlar. Türkiye’nin onlara millȋ direnişini de görmezden gelerek Yeni Türkiye siyasetimizi acımasızca eleştiriyorlar ve suçluyorlar, ülkemize ve halkımıza saldıran terör örgütlerine bile açıkça maddi/manevi destek verecek kadar alçaklaşıp, aşağılaşabiliyorlar. Batı kaynaklı algı operasyonlarının etkisiyle ve eğitimiyle beslenmiş sömürge ülke aydınının güdük-köle ruhlu utanmaz iddialarını ise hararetle savunuyorlar.
1 Mart tezkeresi ruhunun reddini, dış ve iç politikamızda değişiklik yapılamasını, bugüne kadarki uygulamaların yanlış olduğunu söyleyenler ise ya konu hakkında gerçek bilgi sahibi değiller ya da bağımsız/tarihi/millȋ politikamızı bırakıp; Türkiye’nin yine eskisi gibi İngiliz-ABD aklıyla düşünmesini, yeniden sömürgecilere diz çökmesini istiyorlar.
“Gavurun ekmeğini yiyen onun kılıcını çekermiş.”
Kendisine, İslâm’a, Ümmete yabancılaşıp ‘İngiliz-ABD kültürüyle beslenen’ bazı siyasetçi, aydın ve mütefekkirler eninde sonunda sömürgeciler gibi düşünüp onlar için çalışıyorlar.
Nasipsizler, ‘dünyalıklarla şeref bulacağınızı’ sanacağınıza; Allaha yakın olunda dünyalıklar sizinle şeref bulsun.
***
erkam90@gmail.com

17 Şubat 2016 Çarşamba

CİBİLLİYET

Bu batının ilk göz boyacılığı değil. Uluslararası kamuoyunda ve batı devşirmesi sözde yerlilerimizde aynı söylem devam ediyor. Türkiye’mizin Anadolu’da ve Suriye’de yaptığı güvenlik eksenli operasyonları, “güvenlik güçlerimizle terör örgütü pkk arasında” geçiyor olmasına rağmen bazı ulusal ve uluslararası medyada ‘Kürtlere yönelik operasyon’ olarak gösteriliyor. Bu alçakça bir algı operasyonudur. Müslümanlar kardeşliğimize zarar verebilecek, batının işini kolaylaştıracak tanımlamaları yapmamalıdırlar. Hiçbir terör örgütü Kürtleri temsil edemez, Kürt-Türk kardeşliğine engel olamaz. Çünkü bu kardeşliğin harcı İslam’dır.
Suriye’mizde katliam hâlâ devam ediyor. ABD, bölgemizdeki taşeronları; Beşar, İran, hizbulat ve PKK/PYD işe yaramayınca bu defa Rusya’yı kendine ortak seçti. Ruslar tarihsel kan dökücülüklerini bu defa da Suriye’de gösterdiler. Kısa bir zamanda 22 hastaneyi, 10’dan fazla okulu, şehir-kasaba ve köyleri bütün vahşiliğiyle bombalayıp insanlarımızı katlettiler. PYD ise sınırımızda bombalanan yerleri kontrol altına alarak ABD ve Rusya’nın lejyoneri olarak hizmet vermeye devam ediyor.
Bu süreçte batıdan ve Bir leşmiş Milletlerden en ufak bir ses çıkmadı. Hepsi kör-sağır ve dilsiz oldular. Türkiye her ortamda defalarca yapılan katliamları anlattı, kırmızı çizgileri işaret etti, yine üç maymunları oynadılar, kör-sağır-dilsiz oldular.
Hiçbir harp müdafaada kalarak kazanılamaz. Şimdi Türkiye artık top atışlarıyla zalimlere karşılık veriyor. Rus ve Beşar’ın katil uçaklarının alçakça halkı bombalamasına ses çıkaramayan BM, ABD ve AB anında terör odaklarına yapılan top atışlarını durdurun diye bizi uyarmaya başladılar. İbretlik bir ihanet, ibretlik bir alçaklık!
Anlaşıldı ki ABD bölgede Türkiye’yi sıkıntıya koyarak 1944-2006 sömürge dönemine tekrar dönmemizi istiyor, çok beklerler.
Ho Amca’nın dediği gibi ‘ Amerika son Vietnamlıyı da öldürebilseydi belki kazanabilirdi. Ama öldüremedi.’ ABD Vietnam’da, bütün zalimlerin ortak kaderini paylaştı, rezil kepaze oldu, yenildi. Bütün dünya halkları, kendi halkı bile yüzüne tükürdü.
Amerika, sözünü hiçbir ahmağın dinlemediği ihtiyar tarihi; Afganistan’da ve Irak’ta da dinlemedi. Yine yenildi. Dünyanın en fakir milleti Afganlar, dünyanın en zengini ülkenin ordusunu yendiler. Tıpkı son yüz yılda İngiliz ve Rus emperyalistlerinin katiller sürüsü ordularını yendikleri gibi. Amerika Irak’ta tarihin en büyük vahşetini sergiledi. Öylesine bir kaos ortamı oluşturdu ki kendisi de battı.
Vahşet Amerikan toplumunu hem maddi hem de manevi olarak çökertti. Irak ve Afganistan’da bulunmuş ABD askerleri arasında her seksen dakikada bir intihar vakası yaşanmıştır, sadece 2009’da1868 intihar teşebbüsü olmuştur. İntihar eden asker sayısı, ceset torbasında evine gönderilen conilerden daha fazla olmuştur. ABD’nin her 5 askerinden biri psikolojik tedavi görmekte, 140 bin askeri narkotik ilaçlar kullanmaktadır. Hiçbir zalim hakkın karşısında duramaz.
Şimdi emperyalizme yumruk vurma sırası Suriye’de-Ortadoğu halklarında… Ön ayakları Afganistan’da, arka ayakları Irak’ta kumlara gömülmüş Amerika’yı ne ortağı Rusya ve İran ne de taşeronları PYD/PKK-Hizbullat kurtaramayacaktır. Vietnam’dan da, Afganistan’dan da, Irak’tan da yedikleri tokadın daha şiddetlisini Suriye’de bölge Müslümanlarından yiyeceklerdir.
Ne zaman, diye soranlara Afganlı bir mücahidin, aynı soruyu soran batılı bir gazetecinin bileğindeki saate bakarak verdiği cevabı tekrarlayayım. “ Sizin saatleriniz var; bizimse vaktimiz.”
Birkaç yıl önce bölgede STK’lara, resmi kurum ve partilere ziyaretler yaparak saha çalışması yapan ABD konsolosluk yetkilisi; son dönemlerde Müslümanların Amerikan düşmanı olma seviyelerinin en yüksek seviyede olduğunu bunun sebeplerini ve nasıl düzelebileceğini sormuştu, kendisine aşağıdaki hikâyeyi anlattım:
“ Zamanın birinde köylünün biriyle bir yılan dost olmuşlar. Köylü yılana her gün süt götürmekte bunun karşılığında ise yılan ona bir altın getirmektedir. Karşılıklı menfaat dostluğu olsa da her iki tarafta halinden memnundur. Bu alışveriş yıllarca sürer ve bir gün köylü sütü götüremeyecek kadar hastalanır ve oğlunu çağırarak ‘bak oğlum, ben her gün bahçedeki kuyunun yanına süt bırakırım, bir yılan da kuyudan çıkar ve bir altın bırakır, bu gün sütü sen bırak ve altını al getir’ der. Köylünün oğlu denileni yapar, sütü bırakır ve altını alır ama tamah eder; ‘yılanı öldürsem de kuyudaki altınların hepsini bir defada alsam’ diye düşünür. Yerdeki taşı kapar yılanın başına vurmak için fırlatır. Bunu gören yılan kaçmak isterken taşın isabetiyle kuyruğu kopar ve can havliyle köylünün oğlunu ısırır ve onu öldürür. Oğlunun uzun zaman gelmediğini gören köylü durumu anlar ve oğlunun defninden günler sonra kuyunun başına gider, sütü bırakır ve yılanın altını getirmesini bekler, kuyuya ‘yine dost olalım’ diye seslenir. Yılan gelir, ağzında altın yoktur, köylüye kopmuş kuyruğunu gösterir. ‘Ben de bu kuyruk acısı; sende de evlat acısı varken biz eskisi gibi dost olamayız’ der ve kuyusuna kayıp gider. “
Yetkilinin dinlediklerinden pek hoşnut olmadığını yüz ifadesinden anladım. ‘Kan dökmeyi bırakırsanız, tecavüzleri ve işgalleri bırakır silahlarınızın ucuna artık çiçek takarsanız belki’ dedim, gittiler. Ders almalarını, değişmelerini hiç beklemedim. Niye mi? Cevabı aşağıdaki kıssada.
“Günlerden birinde ülkenin padişahı vezirini çağırmış; ‘söyle bakalım’ demiş ‘Eğitim mi yoksa cibilliyet mi?’ Vezir cibilliyet diye cevap verince hadi oradan sende dercesine dudak bükmüş, bütün ülkeye kedisinin eğitimini verecek birinin bulunması için duyuru yaptırmış. Başvuranları tek tek dinleyen Padişah içlerinden en beğendiğine ‘kedime hizmet etmesini öğret, birkaç ay sonra yabancı ülkelerden misafirlerimiz gelecek onlara hizmet etsin, tepsileri taşısın’ demiş. Aylar geçmiş, padişahın misafirleri gelmiş, kedi padişahın misafirlerine hizmet etmiş, onun istediği gibi servislerini yapmış ve vezirini çağırarak kediyi işaret etmiş ‘şimdi söyle bakalım vezir; eğitim mi cibilliyet mi?’ Vezir cebinden çıkardığı bir fareyi salonun köşesine atmasıyla kedinin elindeki tepsiyi fırlatıp fareyi yakalamaya koşması bir olmuş. Vezir padişaha dönmüş, ‘cibilliyet hünkârım cibilliyet’ demiş. “
Mesele cibilliyet meselesi.
“Katranı kaynatsan olur mu şeker, cinsine tükürdüğüm cinsine çeker.”

6 Şubat 2016 Cumartesi

TÜRK-KÜRT-ARAP KARDEŞLİĞİ ÇELİĞE SU VERMEKTİR

Halep ile Antep’i; Musul ile Urfa’yı; Kudüs ile Konya’yı farklı anlıyorsanız ümmet bilincinizde bir yamukluk vardır. Müslümanlar emperyalistlerin çizdiği sınırlara göre vatan ve ümmet bilincini oluşturamazlar. Müslüman halkların yaşadığı bütün topraklar ortak vatanımızdır.
Sömürgeci batı bölgemizde son beş yılda 400 binden fazla Müslüman’ı katletti, şehirlerimizi yıktı, tarumar etti. Birleşmiş küfür güçleri şimdi de Halep’e var güçleriyle saldırıyorlar. 30 binden fazla muhacir Kilis sınırında bekliyor. Daha fazlası yollarda Türkiye’ye ulaşmaya çalışıyorlar. Bayır Bucak’taki, Türkmen dağındaki alçakça saldırılar devam ediyor.
100 yılın sonunda, batının Yeni Yüzyıl haritalarına ön hazırlık yapan emperyalizmin bölgesel taşeronları; Beşar’ı, Rusya’sı, PYD’si, hizbul’u, MLKP’si bir olmuş katliam yapıyorlar. Bu arada Türkiye’de son günlerini yaşayan taşeronları ise güneydoğuda iç savaşçılık oynuyor, Ankara ve İstanbul’da bombalar patlatıyor.
Türkiye, bir kurtuluş savaşı bilinciyle topyekȗn teyakkuzda. Yeni Türkiye inşa ediliyor. İçeride yaralar sarılıyor, adalet tahsis ediliyor, düzen sağlanıyor. Komşularımızdan gelen muhacirlere ayırım yapılmadan sahip çıkılıyor, kucaklanıyor. Türk-Kürt-Arap kardeşliği, ümmete saldırılar arttıkça daha da pekişiyor. Bu birliktelik çeliğe su verilmesi gibi her geçen gün Müslümanları daha da güçlendiriyor. Araplar-Kürtler-Türkler tabanda olgunlaşıyorlar. Olayları daha doğru değerlendirmeye başlıyorlar. Biz ümitvarız. En gür sedanın İslam’ın sesi olacağına iman ediyoruz. Ne olup bittiğini anlamayanlara, romantik takılıp lafazanlık yapanlara boş verin. Necip Fazıl’ın dediği gibi “Tomurcuk derdinde olmayan ağaç odundur!”
İslâm Dünyası 17 Aralık 2010’da Tunus’ta başlayan, 3 Temmuz 2013’te Mısır darbesine kadar Arap Baharı diye adlandırılan “dışarıdan hızlandırılmış” bir süreç yaşadı. Bilindiği gibi ‘erken doğum kanlı olur; gecikeninde ise doğacak çocuğun ölmesi söz konusudur.’ Devrimlerinde tıpkı insanın doğumu gibi belli bir süre olgunlaşması gerekir. Küresel mafya sömürgelerini kaybetmemek için Müslüman tabanın özgürleşme hareketliliğini hızlandırdı, tuzaklarla dolu erken devrime zorladı. Sonuç ortada, biz Müslümanlar kan kaybediyoruz.
Arap Baharı; 100 yıllık bir bekleyişte olan Müslüman halkların sömürgeci batının mafya düzenini istemediğinin çığlığıdır. Halklar bölgesel düzeyde bir değişimin hayata geçmesini talep ediyorlardı. Onların ortak yönleri; samimiyet, acı ve onuruna sahip çıkma talebidir. Türkiye ile yarı gönüllü Katar ile S.Arabistan dışında sağlam bir destek bulamamışlardır. Mısır’da Mursi’yi saymazsak çoğunlukla lidersizdirler. Devrim olgunlaşmadığından genelde kolay provokasyonlara gelebilen, hazırlıksız, politik olmayan, tecrübesiz ve duygusal hareketlerdir.
Karşı devrimci cephe ise sırtını bölgesel ve küresel güçlere dayamış, sömürgecilerin 100 yıllık talanının yerel taşeronlarıdır. Düzenlerini korumak konusunda oldukça tecrübelidirler. Bu süreçte başta Mısır ve Suriye’de küresel mafyanın yerel temsilcileri acımasızca ve pervasızca kan döktüler, 100 binlerce Müslüman’ın canına kıydılar, şehirlerini yakıp yıktılar, harabeye çevirdiler.
Küresel emperyalizmin desteklediği düzeni elinde tutanların acımasızlığı, şiddeti ve alabildiğine alçaklığı; bölgede derinden bir hareketin yeniden oluşmasını başlattı. Bu dip dalga gün geçtikçe yükseliyor ve güçleniyor. Tıpkı tsunami öncesindeki depremin habercisi gibi fay hatları şiddetle kırılıyor.
Müslümanlar; ülkelerinin zalim yöneticilerinin, kendi güvenliklerini sağlamak için İran-Rusya-hizbul gibi bölgesel mafyaya ve ABD-İngiltere-Almanya-Fransa gibi küresel sömürgecilere teslim olmalarına büyük öfke duyuyorlar. Mısır konuşulurken; Sisi’den fazla ABD-İsrail-Avrupa’nın müdahil olduğunu görüyorlar. Libya konuşulurken ABD ve Fransa’nın; Yemen konuşulurken İran, ABD ve onun körfez şubelerinin sahneye çıktıklarını görüyorlar. Tıpkı Suriye tartışılırken bölge halklarının yerine Rusya-İran-ABD ve Avrupa’nın konuşması gibi. Küresel mafyanın kendi aralarındaki paylaşım çatışmaları onların sahtekârlığını daha da açığa çıkarıyor.
Müslümanların kaybedecek bir şeyleri kalmadı, uyanıyorlar, yeniden büyüyen devrimin dip dalgası yükseliyor.
DAİŞ tarzındaki İslâm kamuflajlı İngiliz oyuncakları bu dip dalgayı sadece biraz yavaşlatabilir.
Ey zalim batılı sömürgeciler, şark kurnazı İran ve onun Lübnan hizbi; garp kurnazı İsrail! Az kaldı. Döktüğünüz kanda boğulacak, yakıp yıktığınız şehirlerimizin harabelerinde kül olacaksınız.
İslâm Ümmeti uyanıyor!
Yeni Vietnam’larınız; Yeni Afganistan’larınız hazırlanıyor.
Yaptıklarınızın sonucuna katlanacaksınız.
Büyük Savaşa az kaldı bekleyin !
Kahrolmayı siz istediniz !