29 Aralık 2015 Salı

TARİH MİLLETLERİN KADERİDİR

Sultan Abdülhamid Hindistan ve Afrika’dan sonra Mezopotamya’yı da sömürmeye gelen İngilizlere karşı direndiği için bir kahramandır. 1909’da İngiliz tezgâhı olan bir darbeyle tahttan indirilen Abdülhamid’in Yıldız Sarayı’nda geçirdiği son güne kadar dünya üzerindeki petrol arazilerinin yüzde yetmişi Devlet-i Aliyye’nin sınırları içindeydi. Yeni Devlet kurulduktan sonra ve Lozan’ın ardından ise dünya üzerindeki mevcut petrol sahalarının yüzde sıfırı.
Musul’un yüz yıl önceki sahipleri; Türkler, Kürtler, Araplar düşünsünler bakalım bugün Musul kimin? Amerikan ve İngiliz petrol şirketlerinin…
Bu gün yine Musul konuşuluyor. Çünkü yeniden paylaşılıyor. Musul’u teslim ederseniz ne Üsküp’ün, ne Kosova’nın, ne İstanbul’un, ne Diyarbakır’ın bağımsızlığını koruyabilirsiniz. Çünkü devletinizi bağımsız ve güçlü kılmak, son iki yüzyılın en güçlü silahı “petrol”ü düşmana teslim ederek gerçekleşmez. Bu gün PKK terörünün, Suriye ve Irak savaşlarının Musul’la ilgili olmadığını kim söyleyebilir? Türkiye’nin gözünü açmasının sürekli engellenmesinin, yaşadığı askeri darbelerin, idam edilen ilk seçilmiş Başbakanımız Menderes, katledilen ilk sivil Cumhurbaşkanımız Özal cinayetlerinin perde arkasında yine Musul vardır.
Nedir Musul’u bu kadar önemli kılan şey? Petroldür. Petrol zenginliktir. Zenginlik silahtır. Silah güçtür. Güç ise bağımsızlıktır.
Birinci Cihan Savaşı’ndan önce veya sonra Devlet-i Aliyye topraklarından ayrılmış veya O’na isyan etmiş hangi millet halinden memnundur? Hiçbiri. Halinden memnun olanlar: İngilizler-Almanlar-Fransızlar. Peki, bu devletler nasıl oldu da uzaklardan gelip bu coğrafyanın maden ve petrol yataklarının işletmesini kendi şirketlerine verdiler, bölgenin bütün halklarını birbirine düşman ettiler, her bir sorunu ayrı ayrı körüklediler.
Bu savaş Hindistan’ı, Amerika’yı ve Afrika’yı sömürgeleştiren devletlerin yani İngilizlerin ve Avrupalıların sonraki yüzyıllarda petrol sebebiyle bizim coğrafyamıza gelmeleri sebebiyle ilgilidir. Aynı devletler önceki iki yüz yıl boyunca Hindistan’da, Afrika’da ve Amerika’da en acımasız bir şekilde zulüm, savaş ve kıyımlarla o topraklardaki zenginlikleri gasp etmişler; direnen yerli halka ve örgütlere kıyımlar uygulamışlar, diline-dinine-sosyal/kültürel yapısına-günlük yaşamına kadar her kimliğini yok etmişlerdir.
Sömürgecilerin talanları-gaspları önce Devlet-i Aliyye’nin uzak çevresinde başlamış sonraki yüz yıllarda sınırlarına kadar gelmiştir. Batı sömürgeciliğinin ilk dönemlerinde, ekonomisi, ordusu ve devlet yapısı ile güçlü olan Devlet-i Aliyye’ye bu yağmacılar yaklaşmaya cesaret edememişlerdir. Batılı sömürgeciler Afrika, Hindistan ve Amerika’da milyonlarca yerli halkı katlederek yağmaladıkları zenginliklerle aşırı bir güç kazanmışlar bu arada devletimiz onların karşısında başta ekonomide geri kalmış, güç kaybetmiştir. Altın ve gümüş için Afrika’ya, afyon ve ipek için Hindistan’a musallat olan sömürgeciler, bizim topraklarımıza petrol için göz dikmişlerdir. Bunu anlayan Sultan Abdülhamid 1888’de Musul ve Bağdat Vilayetlerimizdeki petrol sahalarını Padişahın özel mülkü haline getirmiş böylece sömürgeci hırsızlara kaptırmamak için tedbir almıştı.
11 Temmuz 1912’de İngiliz Hükümeti şöyle bir açıklama yaptı: “ Donanmamızın ihtiyacı olan yakıtın, sürekli ve bağımsız olarak sağlanabilmesi geleceğimiz için hayati bir önem taşımaktadır. “ Bu diplomatik cümleyi şöyle anlamlandırabiliriz: ‘Hindistan’dan, Afrika’dan Londra’ya para taşıyan gemilerle, bu gemilerin güvenliğini sağlayan korsan orduların en çok ihtiyacı olan şey petroldür. Bu hırsızlığa-yağmaya devam etmek için petrolü kontrol etmemiz gerekiyor.’
1900’lü yıllardan itibaren Devlet-i Aliyye’de başlayan hürriyet-özgürlük-liberalizm eksenli yapılanmalar ideolojik değil tamamen siyasi projelerdir. Devlet-i Aliyye’ye karşı oluşturulan bütün muhalif yapılarda, 31 Mart olayında, Meşrutiyetin ilanında, isyan ve suikastlarda, darbelerde işte bu ‘siyasi projeler’ etken olmuştur. Yani, Alman ve İngiliz sömürgeciliği. Devletimizin yıkımı sürecinde kimse petrolden-madenden bahsetmiyordu. Sultan arka planda petrol için devriliyor ama perdenin önünde istibdat-baskı rejimi-irtica-hürriyet-meşrutiyet lafazanlığı yapılıyordu.( 28 Şubat sürecinde devletin hazinesi ve bankaları yağmalanırken kopartılan irtica fırtınalarına-işlenen yargısız infaz cinayetlerine-darbelere ne kadar da benziyor!) Almanlarla İngilizler arasındaki rekabet Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesine kadar devam etti. Ardından Balkan Savaşları bittikten, kurumları İngilizlerin atadığı kişiler yönetmeye başladıktan sonra maden ve petrol politikalarımız değişti. Alman ve İngiliz petrol şirketleri birleşirlerse petrol imtiyazı verileceği bildirildi. Bağdat demiryolu projeleri, petrol sahaları kısacası bölgedeki bütün imtiyazlar sömürgecilere verildi. Artık, bizim olan Mezopotamya petrolleri İngilizler eliyle paylaştırılıyor, demiryolu projelerinde İngilizler ve Almanlar söz sahibi oluyorlardı.
Anlaşmalarına göre, gelecekteki savaşın sonunda devletler mağlup olursa imtiyazlar özel şirketlerde bulunduğundan petrol yine onların elinde kalacaktı. Şayet galip gelirlerse devletimiz yıkıldığında yerine kuracakları küçük devletçikler bu imtiyaza müdahale edemeyeceklerdi.
28 Haziran 1914. İşte bu tarihte Mezopotamya petrol imtiyazları İngiliz ve Alman sömürgecilere verildi. Artık Birinci Cihan Harbi başlatılabilirdi. Gavrilo Princip, Avusturya-Macaristan Veliahtı Franz Ferdinand’ı vurdu. Bu işaret fişeğinden sonra Cihan Savaşı başlatıldı, bu savaş devletimizi / topraklarımızı paylaşma savaşıydı. İşte o yıllarda bölgede yeni bir aktör daha boy göstermeye başladı. Sessiz ve derinden kendini hazırlayan bu güç Amerika idi. Bu süreçte bizim sözde vatansever İttihatçılarımız sadece İngiliz ve Alman yanlısı değildi, Amerika yanlıları da derinden derine çalışmaya başlamışlardı. Artık bölgemizdeki petrolün Alman ve İngiliz şirketleri tarafından yağmasına Amerikan şirketleri de katıldılar.
Birinci Cihan Harbi İngiliz ve Alman petrol tröstlerinin Mezopotamya petrollerine göz dikmesi sebebiyle başlamıştı. Musul bu savaşın en kilit noktasıydı. Devlet-i Aliyye çökerken İngiliz ve Alman petrol şirketlerinin temsilcisi gibi davranan İttihatçılar on yıl sonra 1919-1925 tarihleri arasında Millet Meclisi’nde yine İngiltere’nin çıkarlarını savunuyorlardı. 5 Haziran 1926’da Ankara Anlaşması’yla Musul bizden koparılıp Kraliçe’nin Sömürgeler Bakanlığına bağlandı.
Amerika ise, İngilizler Birinci Cihan Harbi’ni kazanınca; Alman ve Amerikan petrol tröstleri Musul’un tek başına British Petroleum’a (BP) ye kalmaması için direnç oluşturdular. Her iki devlette kendine bağlı kumandan ve aydınları harekete geçirdiler. Plana göre Anadolu, Musul ve Süleymaniye direnecek İngilizler pazarlık masasına çekilecekti. Amerika Başkanı Wilson Türklerin yoğun yaşadığı yerlerin Türklere bağlı kalacağını ilan etti. Wilson Prensipleri denilen bu maddeleri başta Robert Kolej mezunu Halide Edip Hanım Wilson Prensipleri Cemiyeti’ni kurarak uygulamaya hazırladı. Cemiyete Refik Halid, Yunus Nadi gibi isimler de katıldılar. Bu cemiyet 9 maddelik bir muhtıra ile resmen Amerikan Mandası’nı Başkan Wilson’dan talep etti. Amaç Musul ve Süleymaniye’yi sadece British Petroleum’a bırakmamaktı. Mustafa Kemal’in yanı başındaki Halide Edip Lozan-Musul tartışılırken muhalif olur. 1926’da Takrir-i Sükȗn gelince Mustafa Kemal karşıtları ve konuşanlar devlet düşmanı ilan edilmiş, Halide Edip’te Musul’un BP’ye terk edildiği yıl ülkeyi terk etmiştir. Ancak 1939’da Mustafa Kemal’in ölümünden sonra İsmet Bey tarafından davet edilmiş,1942’de CHP roman ödülü “Sinekli Bakkal” romanına verilmiştir.
Türkler, Kürtler, Araplar, Musul’un yüz yıl önce sahibi olanlar; bu gün topraklarımız kimin? Amerikan ve İngiliz petrol şirketlerinin… Dün kavgalarımız, çatışmalarımız ne uğruna- kimin uğruna yapıldıysa bugünde aynı şey için yapılıyor. Yüz yıl önce Türk milliyetçiliği yoktu, Kürt Milliyetçiliği de yoktu,Arap milliyetçiliği de. Bin beş yüz yıl önce İslamcılık da yoktu. Şimdi halklarımız yine Türkçülük – Kürtçülük - İslâmcılık adına kamplaşıyor, kendi devletine saldırıyor, birbirlerini öldürüyor, birbirini dinlemiyor, anlamak bile istemiyor. İnsanlarımız mankurtlaşıyor, belhumadallaşıyorlar. Tabi bu arada Amerikan ve İngiliz şirketleri petrol ve doğal gazımızı yağmalamaya devam ediyorlar. Bu şirketlerin kârını kendi milletinin çıkarından üstün gören ve varlığını da bu kiralanmışlığına borçlu olan onursuz insanlar var. Bunlar kafanızı kaldırıp bir şeyler söylemek istediğinizde, düşüncelerinizi-sesinizi duyurmaya çalıştığınızda, Kraliçe’nin bu misyonerlerine bir şeyler söylemeye direnmeye çalıştığınızda size; “hilafetçi, gerici, yobaz, Atatürk düşmanı, şeriatçı vs. diyorlar.” Yüz yıl önce nasıl kendi gazeteleri, yazarları varsa ve Amerikan petrol şirketlerinin çıkarlarını nasıl “Türkçülük-Turancılık” diye anlattılarsa; İngiliz petrol şirketleri adına “İslamcılık” üretip perde önünde oyun oynadılarsa bu günde aynı senaryoları bize oynatıyorlar, bizi zehirliyorlar, tasfiye etmeye çalışıyorlar.
1944 Haziranından sonra İngilizler ülkemiz üstündeki haklarını artık dünyanın birinci sömürgeci gücü olan ABD’ye devrettiler. Devralan yapı yine Türkleri Kürtlere, Kürtleri Türklere karşı kışkırtmaya, milleti sağcı-solcu-alevi-sünni diye saflara ayırıp birbirine kırdırmaya, hasılı Anadolu’nun kendi enerjisini Lozan’da belirlenen sınırlar içerisinde harcatmaya devam etti.
Turgut Özal’ın “Anavatan’dan önceki bütün partiler İttihat ve Terakki’den doğmuştu” sözü soğuk savaşın bitimine kadar neredeyse yüz yıllık bir süreçte Türkiye’yi kimlerin yönettiğini anlatıyordu. Ayrıca Özal dünyada bir dönemin kapanmaya başladığının haberini veriyordu ve yeni dönemin imkânlarından en çok Türkiye’nin yararlanacağını söylüyordu. Dünyada ve Türkiye’de dengeler değişmeye başlamıştı artık. Bu dönemde İngiliz-Amerikan-Alman petrol şirketleri adına çalışan, onların çıkarlarını her şeyden üstün tutan İttihatçı grupların dışında “gerçekten ve sadece vatanını ve milletini düşünen bir grup asker ve aydın” milli bir yapı ortaya çıkmaya başladı. Devlet- Aliyye’nin bütün kalelerini zapt etmesi sebebiyle ses çıkaramayan, dünyadaki sömürgeci siyaset dengesini bozmaya çalışan, günü geldiğinde bağımsızlığı için mücadele edecek olan bu yapı soğuk savaşın bitmesiyle birlikte harekete geçti. Bunlar sadece Anadolu’da değil Rumeli’de, Musul’da, Halep’te, Bağdat’ta, Basra’da, Filistin’de Devlet- Aliyye’nin bütün milletlerini bağımsız kılmak için mücadele edeceklerdi. Farklı siyasi partilerde kendileriyle irtibatlı siyasetçilerle “millileşme” projesini yürütmek istiyorlardı. Bölgeyi talana devam etmek isteyen İngiliz ve Amerikan petrol şirketleriyle en ciddi mücadelelerinden birini 1 Mart Tezkeresi’nde verdiler. Bu tezkere döneminde ne olduğunu bilir ve anlarsak Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlık mücadelesini de anlamış oluruz.
Son yüzyıldır İran dahil bölgemizde yaşanan bütün askeri darbeler ve yönetim değişiklikleri İngiltere-ABD paylaşım savaşlarının sonuçlarıdır. ABD’nin 2003 yılındaki Irak işgali de İngiltere ile savaşından başka bir şey değildir. İngiltere ve ABD Irak’a anlaşarak değil savaşarak girmişlerdir. İngiltere bu bölgedeki birçok örgütle, aşiretle, hanedanla ABD’nin sahip olduğundan çok daha derin bağlara zaten sahipti. Bölgeyi ele geçirmesi için silah kullanması, savaş çıkarması gerekmiyordu. Diplomasi kâfiydi. Irak Savaşı 1909’dan beri Musul petrollerini yönetmek isteyen iki devletin şirketlerinin savaşıdır. Bu savaşta taraf tutan “Kahrolsun Amerika” sloganları atıp, “ ABD Go Home” pankartları taşıyan sağ-sol gruplar işin esasında İngiliz petrol şirketlerinin; İngiliz istihbaratının Türkiye’deki bazı siyasilerle ilişkilerini deşifre eden veya başka yollarla karizmasını çizmeye çalışan gazeteci ve siyasetçilerde ABD petrol şirketlerine çıkar bağlarıyla hizmet eden sömürge köleleridir. İngilizlerin Anadolu’yu işgal ettiği günlerde Türk Ocaklarına gidip Türkçülük ve milliyetçilik nutukları söyleyen Halide Edip Hanım’ın hedefi ne olabilirdi? Amerikan Mandasına girmek.
1 Mart Tezkeresine dönecek olursak; artık birçoğumuzun gördüğü bir gerçek var ki o da ABD imparatorluğunun gerilemeye başladığıdır. İkinci Cihan Savaşı’ndan sonra dünyayı süper güç olarak yöneten ABD artık tek başına hüküm sürecek kadar güçlü değil. Onunla en fazla mücadele eden devlet ise emperyalist tecrübesi, askeri ve ekonomik gücü olan İngiltere’dir.
1 Mart Tezkeresi dönemindeki refleksleri dört gruba ayırabiliriz. Bu dört grubun ikisi millȋ, diğer ikisi gayri millȋ idi.
ABD, Rusya-Çin-Hindistan bölgesinde asker ve üs bulundurmak amacıyla Afganistan’a savaş açmış sonra da Irak’ta Saddam’ı devirmek bahanesiyle Orta Doğu’yu kontrol edeceğini planlamıştı. Çünkü gerileyen imparatorluğunun yerini hemen ve hızla İngiliz ‘sömürge unsurları’ dolduruyordu. İngiltere, Irak Savaşı için kurabileceği en iyi tezgahı kurdu. ABD ile birlikte Irak’a girdi. Fakat ABD’nin verebileceği en büyük kayıp nasıl gerçekleşecekse ona göre plan yapması gerekiyordu. Savaş başlamadan önceki en önemli adım Türkiye’nin tezkereyi reddetmesi, savaştan sonraki hamle ise yerel direniş örgütlerini desteklemesiydi. Türkiye sınırlarını ABD askerlerine açmaz ve Amerikan ordusu kuzeyden bir cephe oluşturamazsa Irak’ın işgali zorlaşacaktı. Sonraki aşama işgal başarıya ulaşırken Irak’taki yerel direniş örgütlerinin ortaya çıkması ve Amerikan ordusuna karşı savaşmasıydı. Böylece Londra, ABD’ye askeri-ekonomik-sosyal birçok kayıp verdirecekti. ABD İngilizlerin bu stratejileri sonucu büyük sıkıntılar yaşadı. Bütün bu plan içinde İngiltere bir şeyden korkuyordu. Türkiye’den…
Londra’ya göre plan tıkır tıkır işleyecek, 2.Cihan Harbi’nden sonra kısmen kaybettiği devletleri tekrar ele geçirecekti. İsmet İnönü’nün Adnan Menderes’e iktidarı devri ne ise şimdi tam tersi bir durum yaşanacaktı. İngilizler bölgede ABD petrol şirketlerinin elinden yönetimi devralmaya hazırlanıyorlardı. Belki askeri darbelerle, belki ekonomik krizlerle, belki seçimlerle…
İngiltere gerek halkı örgütleyerek gerek kendisinin oluşturduğu teşkilatları organize ederek, gerek askeri darbelerle Irak’ta, Suriye’de, Lübnan’da, Mısır’da, Libya’da hakimiyetini kurmaya çalışıyordu.
“İngiltere sadece Türkiye’den korkuyordu.” cümlesi önümüzdeki yüzyılın okunması için anlaşılması şart olan gerçeği ifade ediyor. 1 Mart Tezkeresi sürecinde, İngiltere tezkerenin meclisten geçmemesi için çok çalıştı. Kendisine bağlı basın-medya, lobiler-localar aracılığıyla Amerikan düşmanlığını körükledi. Tezkereye “hayır” diyenlerin bir kısmı elbette bunu dini-milli-ekonomik veya askeri sebeplere dayandırdı. Bu süreçte dört grubun ortaya çıktığını söylemiştik, 1.Grup: ABD ile hiçbir şekilde pazarlık yapılmaması gerektiğini savunuyor, Müslüman bir ülkenin Müslüman bir ülkeye savaş açamayacağını söylüyordu. Onlara göre Türk Ordusu hiçbir şart altında kışlasından çıkmamalıydı. İşte bu grup İngiltere ile ilişkiliydi. Gayri Millȋydi. 2.Grup: ABD ile pazarlıksız ittifak yapılmasını savunuyor ve her şart altında kuzeyden cephenin açılmasını savunuyordu. Yoksa ABD ekonomimizi batırır, kuzey Irak’ta Kürt Devleti kurar hatta Kürt vatandaşlarımızın yaşadığı toprakları da alıp bir büyük Kürdistan kurardı. İşte bu grup ABD ile irtibatlıydı. Gayri Millȋydi. 3.Grup: ABD ile savaş şartlarının görüşülmesi gerektiği savunuyordu. Musul-Kerkük-Süleymaniye’nin kumandası bize verilir, ABD askerleri topraklarımızda uzun süreli konaklamamak üzere transfer edilebilirse Türk Ordusunun da kuzeyden yapılacak harekâta katılabileceğini söylüyordu. Bu grup Millȋ idi. 4.Grup: ABD ile savaş şartlarının görüşülmesine, pazarlık yapılmasına karşıydı. Amerikalıları güvenilmez buluyor, Amerikan askerlerinin Güneydoğu bölgesinden tek bir emirle transferinin çok zor olacağını düşünüyordu. 60 bin ABD askerinin bu sınıra getirilmesi her türlü operasyona açık bir durum olabilirdi. Onlara göre ABD ile Irak’a girilmemeli fakat Türk Ordusu kendi kararı ve zamanlamasıyla sınır ötesine geçmek ve Musul-Kerkük’e inmek üzere her an hazır bekletilmeliydi. Bu grup da Millȋ idi. Sonunda 3. ve 4.gruptaki isimler İngiliz kartını bir koz olarak kullanıp ABD’yi taviz vermeye zorladılar. Kimi zaman bazı bakanların dilinden, kimi zaman muhalefet liderleri aracılığıyla, kimi zaman üst düzey komutanların sözleriyle tezkerenin geçmeyeceğini kamuoyuna açıkladılar. Amaç masada pazarlık yapan heyetin elini güçlendirmekti. Fakat alınan bazı tavizlere rağmen istenilen noktaya varılamamış ve tezkerenin reddedilmesi kararlaştırılmıştı. Washington oyalandı ve sonunda meclisten “hayır” kararı çıktı. Karar devlet kararıydı.
Yine bölgede iki denge vardı. ABD ve İngiltere. ABD, artık Türk Ordusunu sınırın güneyinde her ne şartla olursa olsun istemediğini söyledi. Süleymaniye’de askerimizin başına çuval geçirilmesi de bunun ilk mesajıydı. İngiltere ise Türkiye’ye çok farklı yaklaşıyordu. ABD’yi bölgeden tasfiye edeceğini biliyor fakat İstanbul’u yani Türkiye’yi kontrol edemeden bölgeyi yönetemeyeceğini biliyordu. Irak’ta direniş örgütleriyle ABD’yi mağlup etmekten daha zor ve daha önemli olan Türkiye’yi tekrar ele geçirmekti. Bunu başaramazsa Suriye’de, Mısır’da, Lübnan’da, Ürdün’de, Libya’da, Makedonya’da, Gürcistan’da, Saraybosna’da, Kosova’da, Ukrayna’da, Kıbrıs’ta kurulacak yeni denklemde İstanbul’un bir oyun kurucu olarak yer alması yeni yüzyılın en ciddi problemiydi. ABD’nin bu bölgede kullanabileceği tek kuvvet ordusu iken bölgede Devlet- Aliyye’nin çok derin ilişkilerle bağlı olduğu yüzlerce grup, aşiret ve teşkilat vardı. Londra işte bu yüzden İstanbul’u kontrol ederse bütün bir coğrafyayı elinde tutacağını yoksa Türkiye bağımsız hareket etmeye devam ederse ABD’nin Irak’ta yaşadığı direniş gibi bütün bölgede bir direnişle karşılaşacağını biliyordu. İngiltere gelecek yüzyıl için bir kadro yetiştirmişti elbet. Onlar yukarıda söz konusu ettiğimiz 1. gruptu, işlevlerini yerine getiriyorlardı. Bunlar sadece Türkiye’de değil çevremizdeki birçok ülkede bekliyordu. Bunların yetersiz olduğunu gören Londra tezkereden sonra milli yapıdaki sivil ve asker isimlerden birkaç ismi devşirmezse Türk Ordusu’nun güneye ineceğini biliyordu. Yeni yönetimde hâkim olmak için bu yapıdaki bazı kişilere tekliflerde bulundular.
Tezkerenin reddinden sonra birleşen 3. ve 4. grup bir devlet kararı almıştı. Gerekirse Kuzey Irak’a sınır ötesi operasyon yapılacaktı. Bu operasyonlar gerçekte Kürtlere ve Araplara karşı değil Amerikan ve İngiliz şirketlerineydi. Türk Ordusunun sınırlarından aşağılara inmesi İngiliz-İsrail ekseni ile ABD’yi rahatsız ediyordu. ABD’deki bazı lobiler, orduyu ellerinde tuttuklarını, bir yere kadar ve İngilizler ile rekabet adına Türkiye’nin güneye inmesine göz yumulmasını söylemişlerse de Amerikan petrol şirketlerini ikna edemediler. Bu şirketler artık Türkiye’de ciddi bir değişim yaşandığını, ordunun tamamıyla kontrol altında tutulamadığını biliyorlardı. 2005-2006 yıllarında ‘ortak istihbarat paylaşımı, terör örgütleriyle ortak mücadele’ gibi konularda ABD’nin yaşadığı gelgitler işte bu tartışma sebebiyle yaşandı.
2006 yılından sonraki süreci yeniden gözden geçirecek olduğumuzda çok büyük sıkıntılar yaşadığımızı, sanki Lozan öncesi kurulan tezgâhın aynısını yaşadığımızı, suikastları, kutuplaşmaları, yoğun terör saldırılarını görürüz. Ermenistan’la görüşmelerin sürdüğü sıralarda Hrant Dink’in öldürülmesi, 2006’da Cumhuriyet gazetesine bomba atılması, 2003 yılında İstanbul’daki İngiliz Konsolosluğuna ve dev İngiliz bankasına, Neve Şalom ve Beth İsrael sinagoguna yapılan bombalama ve saldırılar İngiliz-ABD savaşının Türkiye’mizdeki yansımalarıdır. Enerji kaynakları ve bunların taşınacağı hat üzerinde paylaşım yaşanıyordu ve Türkiye bu savaşın tam ortasında söz sahibi olmak istiyordu. (Bu günlerde; güneydoğudaki ilçelerde birden terörün artması, barış sürecindeyken kanlı terör eylemlerinin sudan sebeplerle yeniden başlatılması, Suriye ve Irakta iç savaşın yoğunlaşması bu kavganın devam ettiğini; bölge insanımızın, Türklerin-Kürtlerin ve Arapların bu savaşın yine mağduru olduğunu acıyla yaşıyoruz.) Çuval hadisesiyle verilen ABD mesajının kabul edilmemesiyle Dağlıca-Aktütün-33 askerimizin Bingöl yolunda katledilmesi ve Uludere olayı benzeri saldırılara muhatap kılındık. Bunlar bize ‘sınırlarınızdan dışarı çıkmayın’ mesajıydı…
"Yukarıdaki bilgilerin çoğu bir ‘Yakın Plan’ yayını olan ve tarihçi-yazar Selman Kayabaşı ile O.Ertuğrul Bozok’un hazırladığı “ Muhsin Yazıcıoğlu Suikastı” adlı araştırma kitabından alıntılanmıştır. Daha geniş ve ayrıntılı bilgi için ilgili kaynağı okumanızı tavsiye ederim."
Türkiye’mizin iç-dış siyasetindeki bağımsız ve onurlu duruşu halen devam ediyor. Bu duruş millȋdir. Tabi, Türkiye’mize ve bölge halkına dışarıda ve içeride saldırılar da devam ediyor. Ne ilginçtir ki birçok aydınımız, Anadolu’muza ve Ortadoğu’ya asıl saldırıyı yapan, paylaşım projeleri uygulayan, kavgayı körükleyen sömürgecileri ve onların petrol şirketlerini görmezden geliyorlar. Türkiye’nin onlara direnişini de görmezden gelerek millȋ siyasetimizi acımasızca eleştiriyorlar ve suçluyorlar. Batı kaynaklı algı operasyonlarının etkisiyle ve eğitimiyle beslenmiş sömürge ülke aydınının güdük-köle ruhlu iddialarını ise hararetle savunuyorlar.
Dış politikamızda değişiklik yapılamasını, bugüne kadarki uygulamaların yanlış olduğunu söyleyenler ise ya konu hakkında gerçek bilgi sahibi değiller ya da bağımsız/tarihi/milli politikamızı bırakıp yine eskisi gibi İngiliz-ABD aklıyla düşünerek, yeniden sömürgecilere diz çökmemizi istiyorlar.
***