18 Ekim 2007 Perşembe

SUNİ GÜNDEME ALDANMAMAK GEREK

17-EKİM-2007
Görüyor musunuz nasılda suni gündem oluşturuyorlar? Önce, bütün Türkiye’nin gönülden desteklediği Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olmasını engellemek için ABD uzantılı askeri darbe meraklıları kartel basını ile birlikte harekete geçtiler. 28 Şubat öncesindeki koro, yine aynı nakaratları söylemeye başladılar. Terörist gruplar eş zamanlı olarak şehirlerde bomba patlatmaya ve dağlarda mayınlarla askerlerimizi şehit etmeye başladılar ısmarlama eylemlerle. Tabi hepsinin iplikleri pazara çıktığından kimse yüz vermedi kendilerine, kimse inanmadı. Bütün oyunları boşa çıktı statükocu elitlerin ve halkımızın teveccühü ile her haliyle bir Anadolu insanı olan Abdullah Gül Cumhurbaşkanımız oldu.Sonra da sıra Sivil Anayasa’ya geldi. Ülkemizde (neredeyse) ilk defa halkımızın “temel insan hak ve özgürlüklerinin” önünü açacak bir Sivil Anayasa’ya sahip olmak için yola çıkıldı. Önce milletin meclisinin yetkilerini paylaşan kurumlar feryada-figana başladılar. Daha taslağı bile görmeden zehir zemberek açıklamalar yaptılar. Hele biri çok ilginçti ki yeni Anayasa’yı “iç düşmanı” görmezden gelmekle suçluyordu. Sözde hukukçu bu beyler kendi halkını dininden-dilinden-ırkından-mezhebinden dolayı düşman olarak görmeyen yeni bir Anayasa oluşmasını hazmedemiyorlardı. Veya ellerindeki antidemokratik yetkilerin alınacağından paniğe kapılıyorlardı. Ardından neredeyse elli senedir bu ülkenin üzerine bir kâbus gibi çökmüş NATO kaynaklı projeler ardı ardına devam etti. Yine bombalı araçlar, yine ülkemizden kalktığı iddia edilen yabancı uçaklarla Suriye’deki bazı tesislerin vurulması ve güneydoğuda çok sayıda askerimizin/vatandaşımızın şehit edilmesi ve sınır ötesi askeri harekâtın gündeme oturması.Gündemi değiştirerek engellemeye çalıştıkları Sivil Anayasa’nın sadece iki konusunu kabaca tanımaya geçmeden son olayların NATO’nun ülkemizin başına ne kadar bela olduğunu artık sokaktaki vatandaşın bile dile getirmeye başladığını görmek ilgi çekici bana kalırsa. Askerlerimizi ve vatandaşlarımızı şehit edenlere, ABD silahlarının yanında başka başka desteklerde verdikleri söylentileri kulaktan kulağa yayılıyor. Tabi ABD ve NATO’nun Türkiye’ye “müttefik” olduğu söylense de bu artık halkımıza pek inandırıcı gelmiyor. Niye mi?“İnandırıcı gelmiyor çünkü; 1952’den beri üyesi olduğumuz NATO’nun 27 Mayıs 1960,12 Eylül 1980,12 Mart 1980, 28 Şubat 1997 yıllarında yapılan askeri darbeleri yönlendirdiği biliniyor artık.”“İnandırıcı gelmiyor çünkü; sağ-sol, alevi-sünni, laik-antilaik ideolojik kamplaşmaların, anarşi ve terörün, faili meçhul cinayetlerin, irtica korkusu şamatalarının, binlerce insanımızın kanına giren PKK saldırılarının NATO kaynaklı olduğu biliniyor artık.”“İnandırıcı gelmiyor çünkü; 55 yıllık süreçte kurulan 40 hükümette bir türlü siyasi istikrarın sağlanamamasının, milli gelirimizin 2000 doların altında kalmasının, onlarca ekonomik krizle ülkemizin yoksul bırakılmasının, irtica sorunu - başörtüsü problemi - Kürt sorunu - Kıbrıs sorunu - Ege sorunu - Ermeni sorunu gibi sorunların çözümlenemeyişinin, milli birlik ve bütünlüğün sarsılmasının ve bölünme sendromunun yaşanmasının, devleti milletine-milleti ise devletine düşman haline getirilmesinin ardında NATO’nun olduğu biliniyor artık.”“İnandırıcı gelmiyor çünkü; 2. Dünya Savaşında yenilen, yakılıp yakılan aynı ‘ittifak’taki ülkelerden bile her bakımdan geride kalmamız için yapılan sosyal, siyasal ve ekonomik çalkantıların ve bunların ardındaki derin yapılanmaların ardında NATO’nun olduğu biliniyor artık.”“İnandırıcı gelmiyor çünkü; NATO’ca 50 yıldır bize inatla düşman olarak gösterilen bütün komşularımızla pekala dost olarak yaşayabildiğimizi özellikle son birkaç senedir hepimiz yakından şahit olduk.”“İnandırıcı gelmiyor çünkü; Kuzey Irak’taki; sözde haritaların, PKK terör örgütünün varlığının, Kerkük meselesinin ve diğer bütün olumsuz oluşumların NATO destekli ‘Çekiç Güç’ kaynaklı olduğu görüldü artık.”“İnandırıcı gelmiyor çünkü; BOP denilen İslam dünyasını daha da parçalamaya, bölmeye ve katletmeye dönük uygulamanın içinde görev alan NATO’yu Irak’ta da, Afganistan’da da halkımız görüyor artık.”“İnandırıcı gelmiyor çünkü; Avrupa’da Varşova Paktına sınır ülkelerdeki nükleer başlıklı füzelerin 1990 yılından itibaren kademeli olarak kaldırıldığını ama nedense Türkiye’deki Adana/İncirlik’te, İstanbul’da, Ankara’da, Karadeniz’de yerleştirilen 100’den fazla nükleer başlıklı füzenin varlık nedenini ve hedeflerini soruyor artık.”“İnandırıcı gelmiyor çünkü; Suriye hava sahasının üzerinde uçan yabancı uçakların (ki bu yabancı uçakların bazen ABD, bazen İsrail bazen de NATO etiketleri takarak uçmalarının) bir hedefinin de Müslüman ülkelerle Türkiye’nin son yıllarda hayli artan güven ve dostluğunun bozulmasını amaçladığını görüyor artık.İşte son zamanlardaki karışıkların ve evlatlarımızın kanlarının dökülmesinin sebeplerinden biride NATO’nun artık her kesimde sorgulanmaya başlanmasıdır. Türkiye’mizin NATO ve ABD ile olan ilişkilerini yeniden sorgulama zamanı gelmiştir hatta geçmektedir.Sivil Anayasa’yı engellemek için uğraşanların bir korkuları da “iç düşman” konseptinde görmeye alıştıkları İslam ve Kürt meselesinin çözümlenmeye başlanmasındandır. Başta başörtüsü ve dinlerini öğrenme haklarının yeniden halkımıza verilmesi ardından doğal olarak devlet-millet kaynaşmasını getirecektir. Bu da yukarıdaki anlattığımız birilerini rahatsız etmektedir. Ülkemizdeki diğer bir sorun da Kürt kimliği meselesidir. “Kürt kardeşlerimizin sorununu da devlet çözecektir.” Bu da Sivil Anayasa’ da çözüme kavuşturulacak konulardan biri olacaktır. Tabi burada Kürt vatandaşlarımıza da büyük görev düşmektedir. Bu ülkenin vatandaşı/ferdi olduklarını göstermelidirler. Bunu etnik partilerden uzak durarak, ulusal partilerde güç oluşturarak yapmalıdırlar. Osmanlı’daki gibi ortak kimlik bulunmaya çalışılmalı, Türkler-Kürtler-Araplar ve diğerleri devletin uzatacağı ‘kardeşlik’ elini tutmalıdır. Artık yönetenler, Allah’ın kullarını hiç ellerinde olmayan bir kimlikte doğdukları için farklı görmek ahmaklığından da vazgeçeceklerdir. Kürt kardeşlerimizde kendi kimliğini özgürce söylemeye başlayacaktır artık. Anadolu insanının hiçbir duraksaması olmayacaktır bu konularda. Çünkü halkımız Kabe’yi tavaf ederken kimsenin milli kimliğine aldırış etmeden hepsini kardeş olarak algılamaya iman etmiş ve buna alışmıştır. Türkiye’ye dönünce niye farklı baksın ki birbirine?Bu değişim sürecinden de tabiî ki statükocu elitler, bir de doğal olarak düşmanlık üreterek beslenen Türk ve Kürt ırkçıları rahatsız olacaklardır. Dikkat edilirse ırkçı çeteler de provokasyon ve saldırılarını bu dönemde arttırmışlardır. Anadolu insanımız suni siyasi gündemlerle oyalanarak vakit kaybetmek yerine yeniden ”Sivil Anayasa ve NATO/ABD’den kurtulma “ konularının çözümlenmesini beklemektedir.
E.AHMET HATİP

DEĞİŞİM VE GÜNDEMİMİZ

Ne Allah’tan korkar ne de kuldan utanır bunlar. ABD güdümündeki yüzleri hedik suyuyla yıkanmış medyanın Cumhurbaşkanlığı konusunda sinir harbini tekrar başlatmalarının halkımıza hiç de sevimli gelmediği muhakkak. Alınan %47’lik sonucun bile statükocu elitlerin yüzünü kızartmadığı da ortadadır. Cumhurbaşkanlığı konusunda hükümetin sonuna kadar Abdullah Gül’ün arkasında olacağına inanıyoruz. Bu arada statükocu elitlerin güdümünde felaket tellalığı ve ince ayar yapanlara da halkımızın demokratik tepkisini koyması gerektiğini de hatırlatalım.Türkiye’nin büyük ülke olmasını istemeyen mihrakların oyunları inşallah boşa çıkacaktır. Bu arada neredeyse altı aydır gündemi değiştirerek içerde ve dışarıda ABD’nin elini güçlendirenleri, tarih sayfaları gereken yere koyacaktır. Çünkü onlar içerideki demokratik ilerleme sürecimizi engelledikleri gibi Orta Asya ve Ortadoğu’daki olumlu gelişmelerimizi de engellemiş oluyorlar. ABD ve Rusya’nın ise lehlerine olan bu çatışmalardan memnun oldukları muhakkak. Bremen mızıkacılarının yaygaralarını bir kenara bırakıp, Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonraki beş yıl içerisinde ve Türkiye’mizin bu değişim sürecindeki önemli gündemleri neler olacaktır biz ona bakalım. Bu arada hemen belirtelim ki Şanlıurfa Temsilci olduğum Yarınlar İçin Düşünce Platformu’nun bu yıl Antalya’da üçüncüsünü yapacağı Yaz Çalışma Kampındaki tebliğ konuları önümüzdeki yıllarda muhtemelen gündemimizi oluşturacaktır. İki başlık altında satırbaşlarıyla verebileceğimiz ülkemizdeki gündem konularımız şunlar olabilecektir. A-Ülkemizdeki Devlet Yönetiminde ve Sosyal Politikalarında değişim Süreci.1. Demokratik bir Anayasa Nasıl Olmalıdır? Başkanlık, Yarı Başkanlık ve Parlamenter Sistem. Anayasa Mahkemesinin Yeniden Yapılanması ve Üyelerinin Seçimi. Yargı Sisteminin Yeniden Düzenlenmesi. YÖK’ün Anayasa’daki Yerinin ve Şeklinin Yeniden Düzenlenmesi. TSK’nin Anayasadaki ve Devlet Sistemindeki Yeri Nasıl Olmalıdır? Din Eğitiminin Anayasadaki Yeri.2. Güneydoğu Sorunu ve Çözüm Yolları.3. Ülkemizde Sivil Toplum Kuruluşları. (STK ve Bağımsız STK’ların Oluşması için Yapılabilecekler.)4. Ülkemizde Yabancı Sermaye Girişi, Özelleştirmeler ve Ekonomik Durumumuz.5. Mevcut Siyasi Partiler ve Olması Beklenen Siyasi Değişiklikler.B- Türkiye’nin Bölgesel ve Uluslar arası Politikalarında Değişim Süreci.1. ABD - NATO Politikalarımız ve Değişim Süreci.2. AB Politikalarımız ve Değişim Süreci.3. Bölge Politikalarımız ve Değişim Süreci.4. Rusya -Avrasya Politikalarımız ve Değişim Süreci.5. İslam Dünyası ile ilgili Politikalarımız ve Değişim Süreci.6. Kıbrıs - Ege Politikalarımız ve Değişim Süreci.Bu konuları konuşacak Türkiye önümüzdeki aylarda ve yıllarda. Ülkemiz bu demokratik gelişmeleri yaşayacak. Biz Urfalılara düşen ise bu süreci iyi takip etmek ve omuz vermek olacaktır. Geleneksel kısır çekişme ve sıra gecesi lafazanlıklarını bir kenara bırakarak hasret kaldığımız demokratik değişimlere ve gelişmelere destek vermemiz gerekiyor. Bunu; ülkemiz için, insanımız için, evlatlarımız için, gelecekteki büyük Türkiye için yapmak zorundayız.

DEĞİŞİM VE SEÇİM

Bildik bileli Anadolu insanının üzerinde projeler üretiyorlar. NATO’ya girdiğimizde önce komünizm öcüsü ile korkutulmaya başlandık. ABD saflarında kalmamız için uzun yıllar bu hikâyelerle yaşadık. Bu projede hayli başarılı oldularsa da bu söylemler zamanla eskidi. Yerine seksenli yıllarda sağ-sol çatışmalarını servis yapmaya başladılar. Binlerce insanımız birbirini öldürdü o dönemde. Tabi NATO kaynaklı bu projede zamanla eskidi.Alevi-Sünni çatışması garnitürü de pek işe yaramadı. İnsanlarımız oynanan oyunun iyice farkına varmaya başlamışlardı artık. Doksanlı yıllarda ise milliyetçilik akımları pompalanmaya başlanıldı aynı kaynaklar tarafından. Türk-Kürt çatışması hedefleniyordu. Bunun için yapılmadık entrika bırakmadılar. Her iki tarafın laikçileri var güçleriyle çalıştılarsa da, binlerce insanımızı öldürdülerse de; sökmedi. Toplumsal çimentomuzun İslâm olması senaristlerin emellerini boşa çıkardı. Türkler ve Kürtler birbirlerini sevmeye hep devam ettiler, kışkırtıcı provokatörlere yüz vermediler.Sıra İslâmcı-Laik kamplaşmasına gelmişti. Yine belli dış kaynaklardan beslenen derinlerdeki odakların her türlü oyunu denemelerine rağmen bu proje de tutmadı. 28 Şubat döneminde, İslâm dinine inanan insanlara yapılanlar inananların imanını daha da arttırdı. Ayrıca dindarların inançlarında kaynaklanan hoşgörüsü ve karşıtlarını yok etmeye değil var etmeye/kurtarmaya dönük, dua eksenli yaklaşımları Anadolu insanının daha da bir araya toplanmasına sebep oldu.28 Şubat sonrasında kurdurulan koalisyonlar artık ayılmaya başlayan insanlarımızın yüz vermemesinden ve çok cılız olduğundan yok olup gittiler. Ardından bütün hukuki engellemelere rağmen halkımız Ak Parti’yi iktidara getirdi. Yine bu halk ‘Muhtar bile olamaz’ diye çığlık atanların inadına Recep Tayip Erdoğan’ı Başbakanlık koltuğuna oturttu.Kabul edilmesi halinde; BOP projesi doğrultusunda tamamen ABD ve tetikçisi İsrail’in oyuncağı haline geleceğimiz 1 Mart tezkeresinin TBMM’den geçmemesi milletimizin yüzünü bir kere daha ak etmiştir. Bu direnişin ardından ABD’nin intikam eylemleri de çoğunlukla boşa gitmiştir, oyunları boşa çıkmıştır. Bunlara örnek olarak; Şemdinli olaylarını, Danıştay suikastını, mikro milliyetçi Türk ve Kürt gurupçukların eylem yapmak için piyasaya sürülmesini verebiliriz.2007 yılında ise, Cumhurbaşkanının halktan birinin seçilmesini engellemek için aynı güçler tarafından yazılan senaryolara örnek olarak; PKK terörünün yeniden arttırılmasını, H.Dink cinayetini, Malatya cinayetlerini, hükümet karşıtı sözde cumhuriyet mitinglerini, DYP ve ANAP’ın CHP’nin hizmetine verilmesiyle meclisi boykot etmelerini, gece yarıları verilen sanal bildiriyi, Anayasa Mahkemesinin 367 kararını, Ankara’da ki menfur patlamayı, CHP-DSP birlikteliğini verebiliriz.Cumhurbaşkanlığı seçimindeki seviyesiz engelleme çalışmalarının iflası, halkımızın Abdullah Gül’ün etrafındaki gönül birliğini daha da arttırmıştır. Halkımız meclis yoluyla veya halkoylamasıyla kendi adayını Çankaya’da göreceği günleri beklemektedir.Şimdi ise 22 Temmuz’da yapılacak seçimler öncesinde yine birçok senaryoyu piyasaya sürüyorlar. Bunlardan ilki İstanbul’daki bir lisede vakit namazlarını kılmaya çalışan çocuklarımızın öcü gibi gösterilmeye çalışılmasıyla olmuştur. Gördüğümüz kadarıyla gün geçtikçe basitleşen senaristler 28 Şubat öncesindeki gibi bir kaos ortamı yaratmak için gürültü yapmaya başlamışlardır.Halkımız hep aynı senaristlerin hazırladığı, koalisyonlarla / çığırtkanlıklarla / anlamsız söylemlerle / bağımsız aday oyunlarıyla ; elit statükoculardan yana tek cephe oluşturanlara inat yine kardeşlik ve beraberlikten yana olacaktır. Halkımız geçmişte olduğu gibi bu gün de oynanan oyunları, yeise kapılmadan bozmaya devam edecektir. Seksen yıllık statükocu elitlerimiz ne kadar inat etseler de hem TBMM’ne hem de Çankaya’ya “Anadolu insanlarından” yana olanlar gideceklerdirSeçime rağmen borsanın zirve yapması, Petkim’in %51’inin rekor fiyata satılması, çetelerin provokasyonlarla halkımızı yönlendirememesi ve afişe olmaları, ABD’nin zor durumda kalarak artık K.Irak kozunu kullanamaması, AB’den askerimizi çekince(AGSP) Avrupalıların akıllarının başlarına gelmesi, Anayasa mahkemesinin Türkiye’nin içinde bulunduğu süreci kavramaya başlaması ülkemizin güzel günlere doğru gitmekte olduğunu göstermektedir.22 Temmuzda tercihimizi; değerlerimizi aşağılayanlara, ülkemizdeki değişime set çekenlere, Anayasa mahkemesine gidenlere, demokrasiyi içine sindiremeyen çetelere, geçmişte ülkeyi kan gölüne çeviren ama bugün statükocu elitlerin emri ile canciğer koalisyon hazırlıkları yapanlara, ülke insanını kamplara bölenlere karşı kullanalım böylece istikrarı devam ettirmiş ve devlet içinde değişimi savunanlara yardım etmiş, halkımızla devletimizin kucaklaşmasını sağlamış oluruz…İçinde bulunduğumuz zaman diliminde; dış güdümlü statükocu elitlerin karşısında tek başına tavır alanlar desteklenmelidir.
E.AHMET HATİP

DEĞİŞİM SÜRECİ

Türkiye’de son yıllarda çok önemli değişimler yaşandı. Bu değişimler hem iç hem de dış politikamızda hayli olumlu yeni gelişmelere neden oldu. Türkiye’mizdeki değişim süreci; ilk defa ABD’den bağımsız olarak siyasi istikrarımızın sağlanmasını, ekonomik kalkınmamızın hızlanmasını, demokrasiye bakışımızın daha ileri bir noktaya ulaşmasını, özgürlüklerin önündeki engellemelerin her geçen gün daha da azalmasını, dış politikamızın ülkemizin çıkarları doğrultusunda yeniden yönlendirilmesini getirdi. Yani Anadolu insanı yarım asırdır hapsolduğu etrafını çeviren demirden dağları eritip dış dünyaya çıkmaya ve özgürce hareket etmeye başladı.Gelecekteki nesiller 11 Haziran 1944’ten, 15 Mayıs 2006’ya kadar geçen ABD’ye bağımlı olduğumuz süreçte neler kaybettiğimizi tarih kitaplarında okuyacak ve hayıflanacaklardır. Bağımsız dış politika üretemememiz ülkemize olduğu kadar geçmişte yine bizim bir parçamız olan kardeş ülkelerin de sıkıntıda kalmalarına neden olmuştu. Tabi bu sıkıntılarımızın hem ABD’ye hem de Rusya’ya yaradığını bilmek için kâhin olmamız gerekmez. Mesela bunlardan birini anmadan geçemeyeceğim. 1999 yılında Nahçıvan Meclisi uzun çalışmaların sonucunda bir karar alır. Bu karar nedir biliyor musunuz? Türkiye’ye iltihak etmek. Aynı Hatay gibi, yani Türkiye’nin bir parçası olmayı kabul ederler. Bununla bizim neler kazanacağımızı hayal edebiliyor musunuz? Karar Türkiye’ye bildirilir ama reddedilir, ilgisiz bir tavır takınılır. Çünkü o zamanlar bizim, ne kendi başımıza karar alabilme ne de uygulayabilme cesaretimiz yoktur. Velhasıl bu talep de kapatılır ve unutturulur gider. Ama geçti o günler. Artık ülkemiz Orta Doğudan Orta Asya’ya, Pakistan’dan Uzak Doğudaki Endonezya ve Malezya’ya kadar ‘uluslar arası harekât plânı’ yapmaktadır. Tabiî ki tarihi tecrübemiz bunu başarmamız için bizlere kolaylıklar sağlayacaktır.Komşularımızla olan ilişkilerimiz tarihimizde olmadığı kadar iyi bir duruma gelmiştir. Diğer İslâm ülkeleriyle olan ilişkilerimizde öyledir. İslâm konferansı Teşkilatı Genel Sekreterliğini Türkiye’nin almasından sonra bu örgütün işlevi gün geçtikçe artmaya başlamış, umut verici yeni bir kimlik kazanma yoluna girilmiştir. Bu ülkeler arasında’ tercihli ticaret’ yapılması için çalışmalar sürdürülmektedir. İKÖ genel sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu’nun titiz çalışmaları sonucu İKÖ yeniden şekillenmektedir.2007’de açıklanan ve merkezi İstanbul’da olacak olan “İslami Yardım Fonu” bütün Müslüman ülkelerdeki yardım kuruluşlarını tek çatı altında toplayarak gerekli bir koordinasyonu sağlayacaktır. “İslam Barış Gücü” olarak adlandırılabilecek bir adım dünyanın dört bir yanında sıkıntıda olan Müslüman ülkelerde etkin görevler yapabilecektir. İlişkilerimizin en güzel bir şekilde geliştiği İran’la 2007 Temmuz’unda enerji protokolü hazırlanmıştır. Bu anlaşmaya göre İran doğal gazı Türkiye üzerinden Avrupa’ya pazarlanacaktır. Aynı anlaşmada İran bazı kuyuların işletmesini ihalesiz olarak Türkiye’ye vermiştir. Yine İran ve Türkiye arasında termik santraller, barajlar ve elektrik üretimi konusunda yeni anlaşmalar sağlanmıştır. Önümüzdeki 2007 Ekim ayında 450 milyar doları elinde tutan körfez sermayesinin İstanbul’da yapması beklenen toplantı ülkemize tabiî ki çok şey kazandıracaktır.AB ile olan ilişkilerimizin devam etmesi ülkemizin lehine olmaktadır. 50 yıllık bir geçmişi olan bu sürecin sonunda ülkemiz bu topluluğa alınmasa da, kendi isteğiyle girmekten vazgeçse de bu süreci yaşamalıdır. Çünkü siyasi, hukuki, sosyal ve ekonomik açılardan birçok şekilde yararlanacağımız ortadadır.Türkiye’nin yanında; Türkmenistan, Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, KKTC, Tacikistan ve Gürcistan’ın da bulunduğu bir birliğin oluşturulması çalışmaları tahminimizden daha hızlı ilerlemektedir. Merkezinin İstanbul olması planlanan bu birliğin yatırım fonları, ortak parlamentosu ve icra mekanizması olacaktır. Ülkemizdeki statükocu hazımsız işgüzarların Cumhurbaşkanlığı krizi çıkarmaları sonucu bu yaz açıklanması gereken bu oluşumun açıklanmasının ertelenmesi söz konusu olmuşsa da en yakın zamanda ilanı beklenmektedir. 2006’da Gürcistan’la karşılıklı olarak vize uygulamasının kaldırılması, 2007 Temmuz ayından itibaren Orta Asya Türk Devletlerine vize uygulamasının kaldırılması, THY’nın 2007’nin mayıs ayından itibaren Batum’a iç hat uçuşları uygulaması başlatması bu projenin ilk aşamalarıdır.Türkiye’miz bütün bu gelişmelerde hem aktif hem de doğal lider konumundadır. Bu biraz da çevremizdeki ülkelerin tarihi geçmişimizden dolayı bizden beklediği bir misyondur.Türkiye’mizin bütün hızıyla tam bir milli dönüşüm süreci yaşadığının bilincinde olmalıyız. Bu sürecin bir parçası olarak, Sivil Anayasa’nın hazırlanması aşamasında, başta YÖK olmak üzere statükocu elitlerin uzantılarının ellerindeki saltanatın alınacağını görerek kuru gürültü yapmalarına kulak asılmamalıdır. Kervan yürümelidir. Geçmişine sahip çıkan, geleceği görme ufku olan, kendine güvenen, izzetli, güçlü bir ülke olma yolunda yürüyen bir toplum olmamız duası ile …***
E.AHMET HATİP

NASIL BİR TÜRKİYE?

17.01.2007
Böyle bir sorunun cevabını beş başlık altında verebiliriz.
1.Türkiye’nin ABD’den bağımsız hareket etmesi dönemi.
2.Türkiye’nin Orta Asya programı.
3.Türkiye’nin Orta Doğu programı.
4.Güneydoğu meselesinin çözümü. Başkanlık sistemine geçiş.
5.Türkiye’nin AB süreci.Türkiye’nin ABD’den bağımsız hareket etmesi:
Bilindiği gibi Türkiye’miz kurulduğundan 1944 yılının ortalarına kadar İngiltere’nin etkisinde kalmıştır.1944 yılının ortalarından itibaren ise ABD güdümüne geçen Türkiye iç ve dış politikalarında bu ülkenin istediği gibi hareket etme durumunda kalmıştır.
1 Mart 2003 tezkeresinin reddinden sonra Türkiye ABD güdümüne isyan etmiştir. Bu tarihten itibaren Türkiye ile ABD arasındaki gizli savaş büyük bölümüyle topluma yansımadan sürmüştür. Kuzey Irak’ta askerlerimizin başına çuval geçirilmesi ve bazı suikastlar,16 Mayıs 2006’dan itibaren başlayan doların yükselişi, borsa ve para piyasalarının sarsılması ve dalgalanması, 17 Mayıs Danıştay saldırısı, siyasette sahte arayış senaryolarının sürdürülmesi, çeteleşen bazı askeri grupların deşifre olması ve bunun gibi olayları bu çatışmanın su yüzüne çıkanları olarak değerlendirebiliriz.
ABD ile yapılan görüşmelerden sonra Türkiye, 2006 Eylül ayından itibaren NATO ve ABD politika ekseninden çıkıp, iç ve dış politikalarını kendi ulusal çıkarları üzerine projelendireceği kararlılığını bildirdi. Bu olumlu gelişmenin sonuçlarını önümüzdeki dönemlerde yakından göreceğiz…
Türkiye’nin Orta Asya programı: Bazılarınca hayalci bazılarınca ise antipatik bulunan Orta Asya projesi artık daha gerçekçi bir zeminde oluşmaya başladı. Bu projede Türkiye’nin yanında Kıbrıs Türk Devleti, Azerbaycan, Türkmenistan, Kırgızistan, Kazakistan, Özbekistan, Tacikistan ve Gürcistan var. Merkezi İstanbul olarak düşünülen bu birliğin ortak parlamentosu, yatırım fonları, icra mekanizmaları bulunacak.
Türkiye’nin Orta Doğu programı: Türkiye seçimlerle İslam konferansı Genel Sekreterliğini devraldıktan sonra bu oluşuma yepyeni bir kimlik kazandırmaya çalışıyor. Artık sadece teorik kararların alındığı bir teşkilat yerine bu kararların pratikte uygulanabileceği uluslar arası bir teşkilat oluşturulması için gayret ediliyor.
ABD’nin ‘Yeni Yüzyıl Projesi’ kapsamında bölgemizde yapmak istediği işgal ve yıkımlara karşı İran ve Suriye başta olmak üzere birçok Ortadoğu ülkesi Türkiye’nin kararlı ve onurlu duruşunu desteklemektedir. Bu duruşun devamı bölgede Türkiye’ye yeniden bir ‘Osmanlı misyonu ‘ yükleyebilecektir.
Güneydoğu meselesinin çözümü ve Başkanlık sistemine geçiş : Bu sorunun adını ne koyarsanız koyun çözümü de Türkiye’nin normalleşmesi sürecinde olacaktır. Bu süreçte bu güne kadarki ezber bir yana bırakılıp birçok şey yeni baştan düşünülecektir. Devletin şefkatinin ve kuşatıcılığının; düşünce yapısı, dini ve etnik kökeni ne olursa olsun her vatandaşını kapsayacağı, onları koruyup kollayacağı bir duruma gelecektir. Aşırı uçlara kayanlar rehabilite edilmeli merkeze kaymaları sağlanmalı, ısrar edenler ise sadece hukuk kuralları içinde cezasını çekmeli. Böylece halkla devletin arasındaki güven ortamının yeniden tesisi sağlanabilecektir. Bu yolda yürünüldüğünde Türkiye’nin vizyonu değişecek tabularından, komplekslerinden korkularından sıyrılıp ufku bugün bize misak-ı milli olarak gösterilen sınırlardan çok daha ötelere gidebilecektir.
Bu; gücüne güvenen, uluslar arası bir vizyonu olan bir Türkiye mesajı olacaktır.
Bir örnek verecek olursak artık Urfalı; ürettiği çimentoyu,kumaşını, güneş enerjisini veya elektrik motorunu Kerkük’te, Musul’da veya Erbil’de sorunsuz ve gümrüksüz olarak nasıl pazarlayacağının hesaplarını yapabilmelidir…
2010-2020 yılları arasında Türkiye’nin Başkanlık Sistemine geçeceği tahmin edilmektedir. Osmanlı’lar döneminden alışkın olduğumuz ve yüzyıllarca başarılı bir şekilde uyguladığımız yerinden yönetim anlayışı herhangi bir komplekse girmeden önyargısız olarak tartışılmaya başlanılmalıdır.
Türkiye’nin AB süreci: Yarım yüzyıldır devam eden bu süreç Türkiye AB alınsa da kendisi vazgeçse de yaşanmalıdır. Türkiye siyasi, sosyal, ekonomik ve hukuki açıdan bu sürecin faydasına inanmaktadır. Bu süreçte Kıbrıs’la ilgili hiçbir taviz verilmeyecek hatta Kıbrıs Türk Devleti’nin tanınması sağlanabilecektir.
Yukarıda saydığımız bütün bu gelişmelerin sonunda ufku misak-ı millilerin çok ötesinde bir Türkiye; aktif ve doğal bir lider konuma gelecektir.
Geleceğimizi anlayabilmek için bu temel dinamiklerimizi keşfetmemiz ve milli bir dönüşüm yaşadığımızı bilmemiz gerekmektedir.
Kişisel veya kurumsal çıkar kaygıları taşıyarak bu sürece engel olmaya çalışanlar ne kadar sanal sebepler ileriye sürerlerse sürsünler hata ettiklerini sonunda anlayacaklardır…

YARINLAR İÇİN DÜŞÜNCE PLATFORMU 3. YAZ ÇALIŞMA KAMPINDAN

13.09.2007Bu yıl üçüncüsüne katıldığımız yaz çalışma kampımız da başarıyla sonuçlandı. Ülkemizin uzun yıllardır biriken çok önemli sorunlarının çözümünün satırbaşlarını görmek hepimizi heyecanlandırdı. Çalışma Kampının gündemini oluşturan konular ülkemizin genel sorunlarını kapsamaktaydı. Geçmişin şanlı tarihini sadece okuyan değil; hem şimdi hem de gelecekte yazacak günlerin ve neslin özlemini duyan bizler kıvançla şahit olduk ki işte o kutlu günler başlamıştır. İşte bu kutlu çizgiyi oluşturan noktalardan biri olmak büyük bir şeref olacaktır. Ne mutlu bize ki şimdiye kadar nesnesi olduğumuz dünyayı, özlemini duyduğumuz geçmişteki gibi öznesi olduğumuz hale çevirecek günlere geldik. Hepimiz bu değişimin ülkemizi özlediğimiz günlere getireceğine inanıyoruz. Ramazan ayının gölgesinin üzerimize düştüğü bu günlerde, tüm insanlığa bir anne gibi yaklaşan bir millet olarak isimlendirilen kavrayışa sahip olabilme duasıyla Sonuç Bildirgesini aşağıda sunuyorum.YARINLAR İÇİN DÜŞÜNCE PLATFORMU 3. YAZ ÇALIŞMA KAMPI[ 07 - 09 EYLÜL 2007, ANTALYA ]SONUÇ BİLDİRGESİYarınlar İçin Düşünce Platformu olarak 7-9 Eylül 2007 tarihlerinde Antalya Dedeman Otel'de düzenlenen 3. Yaz Çalışma Kampında ülkemizi ilgilendiren bazı konularla ilgili görüş ve düşüncelerimizi paylaşarak, çeşitli meslek mensuplarından oluşan yaklaşık 200 katılımcı huzurunda, "Sivil ve Demokratik bir Anayasa ile Ülkemizin Devlet Yönetiminde, Sosyal-Ekonomi Politikalarında Değişim Süreci" ve "Türkiye'nin Bölgesel ve Uluslararası Politikalarında Değişim Süreci" ana başlıkları altında sunulan bildiriler ve yapılan müzakereler sonucunda, aşağıdaki noktalar üzerinde mutabakata varılmıştır: 1. Ülkemizin özgürlükçü, çoğulcu, laik ve demokratik sosyal hukuk devleti anlayışının bütün kurum ve kuruluşlarıyla oluşturulacak yeni bir anayasaya kesinlikle ihtiyacı vardır. İhtiyaca cevap verecek Anayasanın, ayrıntıdan uzak, kısa ve özlü olması, bununla birlikte egemenlik, demokrasi, laiklik ve sosyal hukuk devleti gibi temel kavramların içerikleri doldurularak bunların, değişik amaçlarla kullanılma ve yorumlanmasına imkan bırakılmayacak şekilde yeniden tanımlanması gerekmektedir. 2. Anayasada yer alan değiştirilemez maddelerin sağlamlaştırılması ve korunması ne kadar önemli ise, çoğulcu, katılımcı ve demokratik bir anlayışla ülke çoğunluğunun, seçkinci bir gruba köle yapılmaması için, hak ve özgürlükleri genişleten, milletin sesine kulak veren ve onu koruyan maddelerin de anayasada yerini alması, en az o kadar önemli ve gereklidir. 3. Devletin temel kurumlarının çalışma şekli ve nasıl işleyeceğini açıkça ortaya koymadan, özgürlüklere karşı darbe yapılmasının önünün alınması mümkün değildir. Egemenliğin, kayıtsız şartsız millette ve millet adına bunu kullanma yetkisinin de TBMM'de olduğundan yasama, yürütme ve yargı erkleri dışında hiçbir organın millet adına yetki kullanması mümkün değildir.4. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi dikkate alınarak kişi hak ve özgürlüklerinin genişletilmesine önem verilmeli, tabiî hukukun temel ilkelerine sadık ve bağlı kalınmalıdır.5. Ülkemizde yaşayan insanların dînî duygularına da yer verilerek din eğitimi ve öğretiminin devlet eliyle yapılmasının lüzumlu olduğunu düşünmekteyiz. İnsanın dinini en iyi şekilde bilip öğrenmesi, tabiî bireysel bir haktır. Kişi, dininin temel prensiplerini kavrayacak kutsal kitabını okuyup belirli düzeyde yorumlayabilecek din eğitimini alma hakkına sahiptir. İlke olarak din eğitimi zorunludur. Ancak bu eğitimi almak istemediğini beyan edenlere muafiyet getirilmelidir. Bu şekilde bir taraftan evrensel kabul gören ebeveynlerin çocuklarına dinlerini öğretme hakkı yerine getirilirken diğer taraftan da özgürlüklerin korunmuş olacağını düşünmekteyiz. 6. Temel hak ve özgürlükler kapsamında eğitim, öğrenim ve çalışma hakkı ile din ve vicdan özgürlüğü teminat altına alınarak, uygulamada yorum ve anlayış farklılıklarına meydan vermeyecek bir düzenleme yapılmalıdır. Bu bağlamda kılık ve kıyafetleri sebebiyle eğitim ve çalışma hakları engellenenlerin mağduriyetleri giderilmelidir. 7. Sivil toplum kuruluşlarının varlığına, bağımsız çalışabilmelerine ve ifade özgürlüğüne ilişkin kısıtlamalar ortadan kaldırılmalıdır. Bu kuruluşların, eylemleri suç teşkil etmediği müddetçe toplumun sesi olmaları ve bireylerin bu kuruluşlarda yer almaları için özendirici kurallar getirilmelidir. 8. Yaşanan küreselleşme sürecinde katı devletçilikten, milletin refahı ve özgürlüğüne uzanan gelişmede, devlete ait kamu mallarının özelleştirilmesindeki ve yabancı sermayenin ülkeye girişindeki engeller ortadan kaldırılmalıdır. Bu bağlamda anayasada daha açık ve belirleyici hükümlerin bulunması, özelleştirme ve yabancı sermayenin girişi konularında yargının farklı kararlar alması ve bürokrasinin katı tavrının etkileri, en az düzeye indirilmelidir.9. YÖK kaldırılmalı, ülke genelinde bütün üniversiteler arasında koordinasyonu sağlayacak yeni bir yapı oluşturulmalıdır. 10. Cumhurbaşkanı halk tarafından seçilmeli, yetkili fakat sorumsuz olma anlayışına son verilerek, 1982 Anayasasında verilen yetkiler azaltılmalıdır. Yüksek Askeri Şura (YAŞ), Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) kararları ile birlikte Cumhurbaşkanının tek başına verdiği kararlar ve idari işlemler yargı denetimine tabi tutulmalıdır. 11. Anayasa Mahkemesi yeniden yapılandırılmalı, mahkeme üyelerinin seçim şekli değiştirilmeli ve üyelerinin önemli bir bölümü TBMM tarafından seçilmelidir. Anayasa Mahkemesi'nin "kanun koyucu" gibi hareket etmesine imkan vermeyecek şekilde yetki ve sorumlulukları açıkça düzenlenmelidir. Bu mahkemenin kararlarına karşı itiraz veya temyiz yolu açık olmalıdır.12. Güvenlik politikalarımız, ülkemizin ulusal ve uluslararası çıkarlarına uygun olarak devamlı gözden geçirilmeli, bu bağlamda NATO ve ABD ile ilişkilerimiz yeniden sorgulanmalıdır. Dış politikada çok yönlülük ve denge politikası tekrar tesis edilmelidir. Yeni güvenlik, siyasi ve iktisadi işbirlikleri süreci oluşturulmalı ya da mevcutlara dahil olunmalıdır. Türkiye, ilk etapta Şanghay İşbirliği Örgütü'ne gözlemci üye sıfatıyla katılmalı, başta ABD olmak üzere Batı ile ilişkilerinin seyrine bağlı olarak tam üyelik çerçevesinde çalışmalarını sürdürmelidir. 13. İslam dünyasının şu anda yaşadığı çıkmaz ve açmazlardan kurtarılması için, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin geliştireceği politika ve projelere âcil gereksinim duyulmaktadır. İslam dünyası ile yeniden kucaklaşmak, onlara yardımcı olmak ve hep birlikte bir üst kimlikte birleşmek gerekmektedir. Bu kapsamda İslam dünyası ile var olan çok yönlü ilişkiler geliştirilmelidir. 14. Orta Asya Cumhuriyetleri, Azerbaycan, Nahçıvan, Gürcistan'la yakın diyaloglar tesis edilerek işbirliği ve entegrasyon için aktif çalışmalara başlanmalıdır. Orta Asya devletlerinde ve Azerbaycan'da mevcut yer altı kaynaklarını, Rusya, Çin ve ABD'nin ticari hesaplarından mümkün olduğunca kurtararak bu kardeş devletlere gerekli destek verilmelidir. Ekonomik, siyasî ve askerî işbirliği oluşturabilmenin yolları aranmalıdır. 15. Ülkemizin AB sürecini, ülke çıkarları doğrultusunda en iyi bir şekilde sürdürmesi gerekmektedir. Halkımızın sosyal refahı, ekonomik kalkınma, güçlü bir dış politika, kişi hak ve özgürlükleri için bu sürecin devamında fayda görülmektedir. AB'ye girilse de girilmese de bu süreçten her hâl ü kârda kazançlı çıkacağımız düşünülmektedir.16. Ege ve Kıbrıs'la ilgili uluslararası sorunlarımıza alternatif çözüm yolları aranmalıdır. KKTC'de halkın sesine de kulak vererek hükümetlerin çözüm yolları bulabilmesine önem ve destek verilmelidir. Milletin seçerek göreve getirdiği parlamentonun ve onun içinden çıkan hükümetin, çözüm yolları bulabilmesine katkı sağlanmalıdır. Türkiye, KKTC halkının millet olma bilincini pekiştirmesi için milli ve manevi açıdan önemli destek vermelidir.17. "Güneydoğu sorunu" ya da "Kürt sorunu" denilen sorunun çözümü bağlamında asıl çabayı Kürt vatandaşlarımızdan değil, devletimizden beklediğimizi belirtmek isteriz. Devletin, Kürt sorununun varlığını kabul ederek, oluşturacağı yeni yaklaşımlarla üstesinden gelmesini bekliyoruz. Bölge halkından bir kısmının sarıldıkları alt kimliğe sıkışıp kalmamalarını da özellikle bekliyoruz. Ülkemiz, yaratılan kardeş düşmanlıkları ve şer odaklarından kurtarılmalıdır. Tek devlet, tek millet ve tek bayrak altında bütün etnik kimlikleri, sosyal ve kültürel hakları tanıyarak, ortak değerler çevresinde üst kimliklerde bütünleştirerek mutlu yaşatmayı başarmak, Devletimizin öncelikli görevi ve hedefi olmalıdır.Sonuç olarak Türkiye, Onbirinci Cumhurbaşkanı seçimi sürecinde başlatılan gerginlik ortamından, 22 Temmuz 2007'de verdiği sağduyulu kararla çıkmıştır. Ülkemizde yaratılan krizin asıl sebebinin, Anadolu insanı ile seçkinci sınıfın iktidar kavgası olduğu bilinmektedir. Sun'i olarak ve sanal ortamda yayınlanan 27 Nisan 2007 bildirisi ve TBMM'nin, Cumhurbaşkanlığı seçimi için oturumlarının 367 üye ile toplanması gerektiğine dair yorumun neden olduğu kriz, ulusal ve uluslararası baskılar, Anadolu insanının iktidarı ele almasının önüne geçememiştir. 22 Temmuz 2007 genel seçim sonuçlarında TBMM'de bütün kesimlerin temsilcilerinin yer almasıyla milli iradenin tam yansımasından son derece mutlu olduğumuzu ifade ederiz. Cumhurbaşkanı seçimi sürecinde uygulanan yanlış ve zorlamalı kriz politikasını onaylamadığımızı ve kınadığımızı ifade ediyoruz. Seçilen Onbirinci Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah GÜL'ün TBMM'nin özgür iradesiyle seçilerek milletin bağrından çıkmış bir cumhurbaşkanı olduğunu herkes kabullenmelidir. Ülkemizde yaşanan değişim ve gelişme sürecinde, demokratik ve sivil bir anayasanın hazırlanıp kabul edilmesi için azami destek vereceğimizi ifade ederek, devletle milletin kucaklaşmasının mutlaka sağlanacağına; daha güçlü devlet, daha güçlü birey ve daha güçlü millet olarak bölgemizde ve uluslararası camiada yer alacağımıza yürekten inanıyoruz. Kamuoyuna saygılarımızla sunuyoruz.

ANKARA-WASHİNGTON HATTI

‘Ankara Washington Hattı-Amerikan İktidarının Sonu‘ Tamer Korkmaz ’ın yeni kitabı. Timaş Yayınlarında basılmış. Zaman gazetesinde köşe yazıları yazan Tamer Korkmaz’la Eylül ayının ilk haftasında aynı ortamda bulunma imkânımız oldu. O sıralarda son yazdığı ‘Ankara Washington Hattı’ kitabını neredeyse yarılamıştım. Haliyle sözü döndürüp dolaştırıp son kitabına getirdik. Kitaptaki konularla ilgili kısa kısa yorumlar yaptık. Son birkaç yıldır çok ciddi bir değişim sürecine giren Türkiye’mizdeki olup bitenleri 1944’ lerden bu yana gelen bir süreci ustaca ele almış yazarımız. Anlatılanlar kesinlikle komplo teorisi falan değil. Cumhuriyet tarihini bağımsız kaynaklardan da takip edip özgürce yorumlayanlar için; gelinen sonucu anlamak hiç de zor olmuyor. Tabi aklını kiraya verip; statükocu elitlerin istedikleri gibi aktarılan tarihe göre bakanlar başka.Kitabımız ‘nehir söyleşi’ tarzında yazılmış. Seçilen birinin, hakkında sorduğu sorulara verdiği cevaplardan oluşan bize has bir çalışma tarzı bu. Gelecekte de oldukça da ilgi göreceğini sanıyorum. Biyoğrafi ya da otobiyoğrafiden daha farklı olan bu tarz edebiyat çalışmaları gerçekten de bir nehir gibi derin, uzun ve akıcı. Söyleşi tekniği ile tüm olup bitenleri, kendisiyle söyleşi yapılan kişiden alıyorsunuz.Tamer Korkmaz bu kitabında 1940’lı yıllardan bu güne kadarki Türkiye resmini; gazeteciliği, arşivciliği, gözlem ve analiz gücüyle objektif bir şekilde çizmiş. Bu resimde 2.Dünya Savaşından sonra süper güç olarak kendini ilan eden ABD’nin Türkiye üzerinde söz sahibi olmasıyla İngiltere’nin geri plana düştüğünü başka bir deyişle İngiltere’nin haklarını ABD’ye devrettiğini görüyoruz. Yani 11 Haziran 1944. ABD-Türkiye ilişkilerinde bu tarihin başlangıç olduğunu biliyoruz artık. Diğer satırbaşlarından sadece birkaçını kısaca şöyle verebiliriz. Kitabı alıp okuyunca ilgili konuların 190 sayfada daha derinlemesine işlendiğini göreceksiniz.“……..Yani 1908 de Abdulhamid’in halliyle birlikte ele almamız gerekiyor. Osmanlı İmparatorluğunun fiilen bittiği tarih 1908’dir.Abdulhamid’in tahttan indirilmesidir, aslında…1908 bir final olduğuna göre o vakit Osmanlı’ya yapılan büyük ‘dış operasyon’un bu tarihten önce başlamış olduğu da açıktır…”“ …..Menderes ‘uçak kazasından’(şubat 1959) kurtulamasaydı-o kaza değil suikasttir- 27 Mayıs olmayacaktı. Bu tamamen Menderese yönelik bir infaz projesidir.Menderes içimizdeki Amerikan etkisine veya varlığına karşı çıktığı için hayatını kaybetti.…Menderes fotoğrafı çekilmesi için tekrar asılmıştır.Bu da tarihi bir gerçek…..”“…12 Mart’taki olay….devletin yani Amerikancı çizgideki devletin sol eli, o dönemdeki sol cuntaydı.Yani o Doğan Avcıoğlu,Cemal Madanoğlu,İlhan Selçuklar’ın bulunduğu, Ali Kırca’ların teğmen olarak hizmet ettiği yapı, o sol yapı devletin sol eliydi.Sağ eli ise 12 Mart’ı yapan eldi.Yani derin devletin sol eli 9 Mart, sağ eli 12 Mart…”“….Ama asıl amaç başka. Asıl amaç total projeyi gerçekleştirmek. O toplam proje içerisinde Türkiye’de büyük karışıklıklar çıkarmak da var. Alevi/Sünni olayları kotarılıyor. Kürtçülük, ayrılıkçılık hareketleri yine Çorum, Maraş, Fatsa üretiliyor, kurgulanıyor.Türkiye toplumuna daha sonra kök salacak ayrılık tohumları atılıyor.Bunlar yüzyıllardır olmayan konular…Bunların hepsi üretiliyor.Kontrgerilla operasyonları solculara sağcıları, sağcılara solcuları öldürtüyor.Aynen 12 Mart’taki eller gibi söylüyoruz. Sol el ve sağ el. Bunları birbirine kırdırıyor.Bunu yapıyor ve darbenin şartlarını oluşturuyor….”“…12 Eylül’ün ağır faturalı bir darbe olmasının sebebi, 12 Eylül öncesinde resmi rakamlarla 5500,gerçek rakamlarla 7500 kişini hayatını kaybettiği bir süreç yaşanmıştır….”“…Evet,bu gelişmeler ordu ve gayet tabi devlet kurumları içindeki yerli ve milli çizgiyi öne çıkarmıştır. Sonuçta 2006’nın 15 Mayıs’ında Ankara yıllardır Türkiye’ye hükmeden ABD’yi devreden çıkarmış ve Ankara’nın bağımsız stratejik kimliğini kazanması sağlanmıştır….”“…1 Mart tezkeresi Türkiye’deki yerli ve milli çizginin Türkiye’nin lehine, gayet tabi Amerika’nın aleyhine geliştiğinin en bariz göstergesidir.Bu çok net bir gerçektir. Bunun neticesi olarak 15 Mayıs 2006 tarihinde Türkiye Amerika ekseninden , 1944 ‘ten beri bulunduğu ABD yörüngesinden çıkmıştır……….”“…Türkiye’nin artık bölgesinde lider ülke olarak ortaya çıkmaya başladığını görüyoruz…Tarihte ilk defa Suriye Cumhurbaşkanı Türkiye’ye geldi. Yine tarihte ilk kez Suudi Arabistan Kralı Türkiye’ye geldi…. Pakistan,Amerikan ekseninin dışında bir pozisyon almaya başladı. Türkiye-İran ve Türkiye-Suriye ilişkileri hiç olmadığı kadar gelişiyor.Amerikanın Irak’taki yenilgisi giderek daha da ağırlaşıyor.’Yenilmez’ denilen İsrail ilk kez Lübnan’da ciddi bir yenilgi aldı Hizbullah karşısında……”“…Erdoğan’ın uzun bir süre içinde yatan aslan olan Çankaya adaylığından vazgeçmiş olması , böylelikle Gül’ün adaylığının ortaya çıkışı bu süreci doğru algılamaya başladığını gösteriyor. Ama daha öncesinde algılayamadığını düşünüyorum. Defalarca ’Keşke tezkere geçseydi’ dedi mesela. ….Devletin tepesinde öyle bir süreç yaşanıyor ki , bu süreç Erdoğan’ı Çankaya adaylığından vazgeçirtiyor ama Gül’ün oraya gelmesi için kapılar açıyor….”“….Kurtlar Vadisi-Terör bizim burada değindiğimiz terör olayının arka planını , yani Amerika eksenli arka planındaki temel gerçekleri deşifre etmeyi amaçlıyordu…Bu bağlamda Türk-Kürt kardeşliğini vurgulamak için yola çıkmıştı,bazılarının iddia ettiği gibi toplumu bölmek için değil……Dizinin terör sorununun arka planını Türkiye’nin en büyük sırlarından birini aydınlatacak olması bazılarının uykusunu kaçırdı.Kurtlar Vadisi’nin PKK terörünün perde arkasını, dışarıyla tandem oynayan içerideki yapıyı deşifre edecek olması elbette bazılarının işine gelmez….”
Erkan Sözen –
erkam90@gmail.com
http://urfaplatform.azbuz.com/index.jsp

KABAK TADI VERDİNİZ

Toplasanız hepsi hepsi sekiz-on bin kişi etmez bile. Bütün Türkiye’yi parmaklarında oynatıyorlar. Çoğunun adları bizim gibi ama Müslüman falan değiller. Anadolu insanı hiç değiller. Azgın azınlık dedikleri işte bunlar olsa gerek.Neredeyse bir asırdır, bir sülük gibi bu milletin ensesinden hiç inmemişler. Her zaman, bütün Anadolu insanının paylaşması gereken, bürokrasiden ticarete kadar devletin bütün imkânlarını kendilerine yontmuşlar. Şairin dediği gibi kurdun bile yapmayacağı taksimi yapmışlar. Dokuz pul kendilerine bir pul millete.Ellerindeki bu imkânları ve gayrı meşru kazandıklarını Anadolu’ya yatırım olarak çevirmişler mi? Ne gezer. Dipsiz bir kuyu gibi hep istemişler. Bir türlü dolmak/doymak bilmemişler.Ellerindeki imkânı kaybetmemek için dünyadaki bütün değerleri hiçe saymışlar. Sömürgecilerle bile aleni işbirliği yapmışlar.Sağcı-solcu,alevi-sünni,laik-antilaik,kürt-türk gibi ayrımcılıkları destekleyerek kardeşi kardeşe kırdıran, binlerce insanımızın ölmesine, yaralanmasına zulüm görmesine yol açan ABD-NATO kaynaklı senaryolarda roller üstlenmişler.Osmanlı’yı yıkma projelerinde görev alan ittihatçı büyükbabaları gibi hep canla başla çalışmışlar. Suda boğulmamak için son bir gayretle nefes almaya çalışanın telaşında olan Anadolu insanının her insan hak ve özgürlüğü talebinde acımasızca tepesine inmişler, neredeyse her on senede bir.Karınlarıyla sırtları belli olmayan bu kitle bırakın Müslüman mahallesinde salyangoz satmayı domuz eti yemeyi dayatmışlar bu millete.Halkı Müslüman olan bu ülkenin vatandaşlarının gözlerinin içine baka dinlerine sövme cesaretini gösterebilmişler.Nasıl mı?Başımı örteceğim…….”.hayır!”Sakal-bıyık………….. “olmaz!”Tesettürlü eğitim hakkı…………”.kesinlikle!”Tesettürlü çalışma hakkı………..”adını bile anma!”Devletin üst düzey kadrolarında görev alma talebi………..”şaka mı yapıyorsun, hiç olur mu?!”Çocuklarımız askeri okullara girebilsin……………..”yaklaşma bile!”Çocuğuma Kur’an okumasını öğreteceğim…………..”burası İran değil !”Sivil Anayasa……………”Türkiye Malezya mı olacak?!”Orucumuza saygı gösterin……………”mahalle baskısı bu!”Şey, ben Kürdüm de ……………”olmaz sen karda kart-kurt yürüyen Türksün!”Aynı vatan/ bayrak / devlet altında kalmak üzere milli kimliğimin tanınmasını istiyorum….…” vay bölücü seni!”Ben Türküm ve Kürt,Arap hangi milletten olursa olsun bütün Müslümanları kardeşim bilip seviyorum…….”seni gidi ümmetçi seni !”Örnekleri sayfalarca uzatabiliriz. Anadolu insanımız bunlara tepkilerini sabırla yıllardır onların istediklerinin tersine hareket ederek veriyor. Demokratik ve barışçı yollardan hem de…Seçtiğimiz bir Başbakanımızı ve iki bakanımızı gözümüzün içine baka baka astılar. Yine tepki oylarımızla seçtiğimiz Cumhurbaşkanımızı meçhul bir şekilde öldürdüler. Yine seçtiğimiz bir Başbakanı darbelerle alaşağı ettiler.2000’li yıllara geldiğimizde yine bu azgın azınlığa tepki olarak Recep Tayip Erdoğan’a oy verdi bu millet, tıpkı 2007 seçimlerinde olduğu gibi. Türküyle-Kürdüyle bütün Anadolu insanı kendinden biri olan Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olmasını istedi. Bize göbeğini kaşıyanlar, bidon kafalılar dedirttiler yerli satılık kalemlerine. Kiralık kürtçü eşkiyalarına askerlerimizi şehit ettirdiler ortalık daha da karışsın diye. Her türlü engellemeye rağmen başarılı olamadılar. Anadolu insanının verdiği oyları ne kadar aşağıladılarsa da sonuç halkımızın istediği gibi oldu. Şimdi halkımızın insan olma temel hak ve özgürlüklerini vermek isteyen bir Cumhurbaşkanımız ve Başbakanımız var.Yeni Anayasa ile, temel insan hak ve hürriyetlerine bir parça yaklaşacağını uman Anadolu insanı, ellerinden statükocu yetkilerin alınacağından paniğe kapılan derinlerdeki elitlerin yaygaralarına kulak asmayacaktır. Sakın laiklik – Malezya – Atatürkçülük vs. isimler altında bizi kandıracaklarını ve darbe tehditleriyle bizi korkutacaklarını sanmasınlar.Kabak tadı verdiğinizi bilip, düşün yakasından milletimizin.

OSMANLI'NIN KÜRDÜNE NE OLDU?

15.01.2006

Doksan yıl önce bugünkü işgali gerçekleştirmeye gelen İngilizler ,fiilen Mehmetçikle körfezde savaşırken şimdilerde olaylı bölge olan Şemdinli’de daha farklı bir tezgah kurmaya çalışmaktadırlar. O bölgede yaşayan bir Nakşi Şeyhi vardır. Şeyh Abdulhakim. Etkin ve çevresinde saygı gören bir kişidir. Çevresinde silahlı sevenleri vardır. İngilizler için ,O’nu elde etmek Osmanlı Ordusunun gerisini güvesiz hale getirmektir. Göçe tabi tutulan Ermenilerin isyan etmeleri ve yer yer katliamlar yapmaları artık pek işe yaramamaktadır. Ermenilerin yerine kullanılacak başka yerli güçler gerekmektedir. Bunun için on bir İngiliz istihbarat elemanı yöreyi iyi tanıyan Maruni bir papaz kılavuzluğunda Şeyh Abdulhakim’in yanına gelirler. Şeyh misafirlerini iyi karşılar ve bir süre sonra Maruni papaza artık gidebileceğini söyler. Çünkü gelenler misafiridir. Onları konağında üç gün ağırlar. Sonra da onların talepleri doğrultusunda Osmanlı-İngiliz savaşında tarafsız kalmak üzere bir anlaşma yaparlar. İngilizler ,Kürtlere henüz Osmanlıyı arkadan vurmayı teklif edememektedirler. İstedikleri sadece Osmanlıya destek vermemeleridir. Aslında Osmanlıya destek vermemek saldırgan emperyalist güce destek vermek anlamına gelmektedir. Bu da İngilizler için bir aşamadır. Arada belli bir miktarda altının da verilmesinin söz konusu olduğu karşılıklı anlaşma üzerine İngiliz ajanlar izin isterler. Daha yapacak işleri çoktur. İngilizler geriden çevirme harekatını İran içlerinde de tezgahlayacaklardır. Çünkü İran üzerinden Türkistan’a ulaşmak isteyen,böylece İngiliz saldırılarının gerisini Pakistan-Hindistan coğrafyasındaki Müslümanları uyandırarak kırmayı düşünen bir Osmanlı çabası da bulunmaktadır. Karşı harekat olarak İngilizler de Osmanlıyı Müslüman coğrafyada güvensiz bir ortama sürüklemeye çabalamaktadırlar. Kürt Şeyh ,İngiliz ajanları ,azıklarını da katarak kendi hakimiyet bölgesi olan Gergit Tayr’a kadar uğurlatır. Ajanların yanına ,güvendiği elli silahlı muhafızı da katmıştır. Ajanlar, Kuş Gölü denilen mevkiden ,İran içlerine geçip gideceklerdir.
O uğurlamadan sonra aradan uzun süre geçtiği halde İngiliz hükümeti , ajanlarından bir haber alamaz. Bunun üzerine iz sürerek Şemdinli’ye kadar başka görevlilerini gönderirler. İngiliz yetkililere Şeyh ,ajanların geldiğini belirtir. Doğrudur,onlar gelmişler üç gün misafirleri olmuşlardır. Üç günden sonra Şeyh ,adamları ile misafirlerini İran içlerine göndermiştir. Sınırdan öteye de karışma yetkisi yoktur. Çar naçar İngiliz yetkililer oradan ayrılırlar ama elemanlarının sonraki akıbetini bir türlü öğrenemezler. Ne olmuştur o İngiliz istihbaratçılara? Bunu yarım asır sonra Şeyhin muhafızlarında olan biri Şemdinli’de askerlik görevini yapan Muzaffer İlhan Erdost’a anlatır. Muzaffer İlhan Erdost bu bilgileri “Şemdinli Röportajı” adlı eserinde yazar. Sonuç ibretliktir. Zira Şeyh ,İngiliz teklifini kabul eder görünmüştür. Ama kendi din kardeşlerine karşı ,o akçalı teklifi alçakça bulmuştur.Onun için muhafızlarına,iz bırakmadan İngiliz istihbaratçıları sınırda temizletip, gömdürmüştür.
Günümüzde aynı bilinci Kürt lideri geçinenlerden beklemek mümkün müdür ? Elbette halkın büyük bir çoğunluğunun sağduyusu Şeyh Abdulhakim’in tavrı doğrultusundadır. Ama Amerika,İngiliz ve İsrail’in stepnesi durumunda olan ve öyle oldukları için öne çıkarılanların sayısı da hiçte az değildir.Mehmetçiğe kurşun sıkan asiler birtakım yöre halkınca kahraman olarak adlandırılabilmektedir. Hele hele son günlerde , kamplarda eğitilip, Mersin gibi illerde bile gruplar halinde polise taş ve molotof kokteyli atan çok sayıda çocuğa rastlanması,Amerika’nın güdümündeki Barzani’nin bursuyla Irak’ta Selahattin Üniversitesinde okumak için sıraya girilmesi , resmi veya resmi olmayan kuruluşları,gazete,radyo hatta ilçelerimizin belediyelerini bile rahatlıkla ziyaret edebilmeleri köprülerin altından çok suların geçtiğini göstermektedir.
Öyleyse ihanetin en kolay yapılabileceği bir zaman diliminde tarafsız kalmayı bile ,düşmanla işbirliği yapmak ve bunu da alçaklık olarak algılamak durumunda olan Osmanlı Kürdünün , az da olsa bazı çocukları ; neden bugün düşmanla işbirliği yapma ve haçlıların figüranı olma durumuna gelmiştir? O günden bu güne hangi aşınmalar yaşanmıştır? Doksan yıl önce tezgahlanamayan oyunlar neden bu gün kolaylıkla yapılabilmektedir? Neden bugün vatan hainliği tavrı bir takım aydınlar,yazarlar,çizerler,eğitimciler ve bürokrasi tarafından moda olarak algılanmaktadır?
Bu gün sıradan güvenlik tedbirleriyle avunmak yerine bu aşınmanın temel nedenlerini kavramaya çalışmak asıl görevimiz olmalıdır. Toplumsal çimentomuz olan İslam dininin bilinçli olarak erozyonuna kendi elleriyle hız verenler artık buna bir son vermelidirler. Kendilerini elit tabaka olarak gören bir takım kendini bilmezlerin Haçlılar adına dinimize sövme ve aşındırma modası affedilir bir hata değildir. Halkımızın İslam dininiyle yeniden tanışmasının sonunda oluşacak adalet ; misyonerlere ve vatanımıza göz dikmiş haçlı saldırganlarına karşı “bir” olmamızı sağlayacaktır.

FİKRİN NE İSE ZİKRİN ODUR

Biliyor musunuz ‘ dinimiz ’ nüfus kağıdımızda yazan değildir. Dinimiz ; ömrümüzün her 24 saatlik yaşantısında bütün eylemlerimizi , düşüncelerimizi ,duygularımızı düzenleyen / yön veren bir güçtür.Hani derler ya ‘fikrin ne ise zikrin de odur’ işte fikrin, zikrin ve eylemin bir araya gelmesi insanın neye iman ettiğini gösterir.
Hayatın anlamı ve insanın yaratılmışlar içerisinde yüklendiği bir imtiyaz olan ‘iman’ bir ağaca benzetilecek olursa : bu ağacın kökü kalpte,gövdesi akılda ,dalları organlardadır. Bu ağacın meyveleri ise amellerdedir.Bu ağacın kökü,gövdesi,dalları veya meyvesi inkar edilecek olursa ,yanlış veya eksik tanımlanırsa doğru iman edilmiş olmaz.
Müşrikler de Allah ‘a inanıyorlar. Allah’a inandıkları halde öldükten sonra dirilmeye inanmama çağımızdaki Hristiyan ve Yahudi toplumlarında da ileri safhadadır. Bu konuda batıda yapılmış bir kamuoyu araştırmasında Allah ‘a inananların küçümsenmeyecek bir kısmının ahirete inanmadıkları görülmüştür. Avrupa kapsamında yapılan bu ankete göre kesin olarak Allah’a inanan her yüz kişiden sadece 64’ü ahirete inanmaktadır. İlginç olan Hz.İsa’nın yeniden dirileceğine inanan Avrupalı Hristiyanların yüzde yirmi beşinden fazlası ahiretin varlığından şüphe etmektedir. İbadetlerini yerine getiren dindar hristiyanların %33’ü öldükten sonra yaşama konusunda tereddütlüdürler.Bu konuda yapılmış araştırmalar için “ Ölümle İlgili Tutumlar ve Dini Davranış- H.Hökelekli, İslami Araştırmalar,Cilt 5 Sayı:2 “ ye bakabilirler.
Allah’a inanıp ahirete inanmamanın yanında , O’nun peygamberlerine-kitaplarına -meleklere ve kadere de
inanılmadığını veya yamuk inanıldığını görmemiz ne kadar üzüntü vericidir. Tabi İslam dinini onun dostlarından değil de düşmanlarından öğrenince sonucu da böyle olmaktadır.
Allah’ın varlığını inkar eden bütün dünya görüşleri ve ideolojiler O’nun yerine uyduruk bir tanrı koyarlar. Bundan dolayı mutlak bir inkar söz konusu olmaz. Kur’an bu yüzden hep şirki muhatap alır. Allah’sız bir dünyayı kimler istemez diye araştıracak olursak Allah’ın koyduğu kanunlara,emir ve yasaklara yani O’nun “nizamına” bakmamız gerekir.
Allah her türlü zulmü, kula kulluğu,zinayı,içkiyi,kumarı,fuhuşu,hayasızlığı,hırsızlığı,sefahati,heva ve hevesi tanrı edinmeyi,cehaleti,adaletsizliği,kibri,hasedi,kötü zannı,dedikoduyu,ırkçılığı yani asabiyeti,laf taşımayı yasaklıyor ve sevmiyor. Adaleti,iyiliği,sabrı,ilmi,çalışmayı,fazileti,infakı,zekatı,namazı,orucu,haccı,düşkünlere vermeyi,zayıfları gözetmeyi,yetime iyi davranmayı,dilenciyi azarlamamayı,yoksulu doyurmayı,ahde vefa göstermeyi,emanete sadakati,boş konuşmamayı,ana-babaya ihsan etmeyi,kadınlara iyi davranmayı,insanları sabırla dinleyip sözün güzel olanını tercih etmeyi ve daha bir çok iyi şeyleri emrediyor ve tavsiye ediyor. Emirlerine uyanları ödüllendireceğini,karşı gelenleri ise cezalandıracağını söylüyor.
İşte yukarıda sorduğumuz Allah’sız bir dünyayı kimler istemez sorusunun cevabını şimdi verebiliriz.”Zalimler-namussuzlar,ahlaksızlar,soyguncular, yani suçlular.” Çünkü bütün suçlular muhakeme edilmeyi,adaleti,yargılanmayı istemezler ve sevmezler. Onlar satın alabilecekleri,rüşvet verebilecekleri,haltlarını örtbas edebilecekleri,karanlıkta yapılanları görmeyen,kılıfına uydurulmuş hırsızlığı görmeyen / fark etmeyen veya cezalandırmayan,kendilerinden güçsüz,dünya işlerine karışmayan,kanun koymayan,siyaseti olmayan yani ‘iktidarsız’ ,ikiyüzlülük ve sahtekarlıklarına karışmayan bir tanrı isterler.Bunları isteyenler çağdaş şirkin çağımıza uyarlanmış yöntemleridir.
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla” başlamak besmeledir. Müminler her eylemlerinin başına besmeleyi yerleştirirler. Besmele insanın Allah’lı iş yapmasıdır. Allah’ı işine karıştırmasıdır. Allahsızlığı reddidir. Besmelesiz işler ise şeytana layıktır.
Günümüzde ; kadın,başörtüsü,asabiyet(ulusalcılık),insan hakları ve siyasetten tutun da yeme-içmeye kadar bütün yaklaşımların farklı değerlendirilmeleri işte bu farklı çıkış noktalarından kaynaklanmaktadır. Değerlendirmelerimizi besmeleli mi yapacağız yoksa besmelesiz mi? Yani duygularımızın-düşüncelerimizin ve eylemlerimizin başına “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla” yı mı yerleştireceğiz yoksa laik-dünyevi düşünceleri-ideolojileri ve felsefeleri mi ?
Herkes tercihini kendisi yapacak.
Farklı merkezli çıkışlar tabi ki farklı değerlendirmeler yapacaklardır. Buna şaşırmak kuşun öttüğüne,güneşin ısıttığına,çiçeğin güzel koktuğuna şaşırmak gibidir. Peki Müslümanlar besmeleli düşüncelerini söylememeli mi? Tabi ki söyleyeceklerdir. ‘İyiliği emretmek-kötülüğü engellemek ‘ farzdır yani bütün Müslümanların görevidir. Müslümanların unutmaması gereken zihin putlarının / taşlarının da zor kırıldığıdır. Hatta bu zihin taşlarının böbrek taşlarından daha zor kırıldığını bilmeleri gerektiğidir. Hidayetin Allah’tan olduğunu bilip onlar için dua etmeliyiz.
Muhterem Mustafa İslamoğlu kadın konusunda şöyle diyor:
“İndirgemeci modern çağ, kesintisiz ve biteviye akan coşkun bir nehre benzeyen insan hayatını, hem enine ("çocukluk-gençlik" gibi), hem de boyuna ("kadın-erkek" gibi) böldü. önce, hayatı parçalara ayırarakkategorize etti, sonra bu "parça"ları "bütün"den bağımsız ele alarak 'mutlaklaştırdı'. Dahası, 'bütün'den ayırdığı her 'parça'nın bütün içerisindeki anlamlı yerini inkar ederek, ona yepyeni ve bütünden bağımsız bir 'rol' yükledi. İşte, cinayet burda başladı. Oysa ki, parçalanan hakikat, hakikat olmaktan çıkardı. Hiçbir noktasındakesintiye tahammülü olmayan hayat ırmağını, enine ya da boyuna parçalayıp, bu bütünden, mesela "gençliği" ya da "kadını" çekip çıkardığınızda, aslında mazi ve istikbaliyle ya da kadın ve erkeğiyle anlamlı olan insan hayatının, anlamına kastediyordunuz. Böyle bir mantık, hayatı, kendi bütünselliği (vahdet) içerisinde nasıl kavrasın? İşte bu indirgemeci mantık, hayatı bir "uyuşma" alanı olmaktan çıkarıp bir "çatışma" alanına dönüştürmüştü. Modern zamanların "kuşak çatışması" veya "feminizm" adı verilen hastalıkları, aslında bu mantığın doğal bir sonucu değil miydi? "İnsan", varlıklar içerisinde özgün ve seçkin bir kategoridir. Peki, "insan" olmakla yetinmeyip, kişinin seçiminde kendi dahli bulunmayan "kadın"lığını ya da "erkek"liğini öne çıkarması, hangi psiko-patolojik yaklaşımın ürünüdür? "İnsan hakları"ndan söz edilen bir yerde, ayrıca bir de "kadın hakları"ndan söz ediliyorsa, orada kadına "Kandıralı" muamelesi yapılıyor demektir: "Bölük dur! Kandıralı, sen de dur!" Geleneğin kadına biçtiği rol, elbette tartışılmalı. Fakat, "geleneksel kadın" imajını, "İslam'ın ideal kadın modeli" gibi takdim etmenin tutar dalının olmadığı da bilinmeli. Hz. Ömer'in oğlu Abdullah şu mealde bir şey söylüyor: "Hz. Peygamber hayattayken, kadınlara sesimizi çıkaramazdık, çünkü aleyhimize olurdu. Ne zaman Hz. Peygamber vefat etti, o zaman kadınlara istediğimiz gibi davrandık." Bu itiraf, geleneksel kadın imajının, bir parça, İslam'ın ideal modeline rağmen oluştuğunu açıklamıyor mu? İslam'ın öngördüğü kadın modeliyle geleneksel kadın modelini yan yana koyduğumuzda, birincisinin ikincisinden hayli farklı ve önde olduğu su götürmez. Ya, geleneksel kadınla, modern kadını karşılaştırdığımızda, aynı şeyi söyleyebilir miyiz? Bence, kesinlikle hayır.
Modernite, tüm iddiasına rağmen, kadın varoluşuna "insani" anlamda hiçbir şey, evet hiçbir şey eklememiştir; aksine kadını insanlığından ederek "metalaştırmış", onu kelimenin tam anlamıyla "istismar" etmiş, ruhunu öldürdüğü kadının bedenini her anlamda "tepe tepe" kullanmıştır ve kullanmaya da devam etmektedir. Geçmiş çağlarda, erkeğin gölgesi altında ikincil bir "özne" olarak yaşayıp giden kadını, modern çağ "teşhirlikbir nesne" haline getirdi; bunun "ilerleme" olduğunu düşünenler, sevinebilirler. Türk modernleşmesi de, bu kadın istismarı ve sömürüsüne, payına düşen katkıyı sağlamıştır. Bugün, Türk modernleşmesinin ürünü olan kadınyazarlar, bunca modernleştirme çabalarının ardından hâlâ "Kadının Adı Yok" diyorlarsa, bu yalnızca bir "eleştiriyi" değil, modernleşmenin Tanzimat'tan bu tarafa kadını getirip bıraktığı -daha doğrusu tükettiğiiçin bırakamadığı- kapının "tesbitini" ifade etmektedir.
İnsanı diğer canlı/hayvanlardan ayıran aklı, diğer canlılar için olağan olan çıplaklığı insan için olağandışı kılmıştır. Çünkü insan, güzeli çirkinden, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, hakkı batıldan ayırabildiğiiçin; ve bunun sonucunda da utanabildiği, inanabildiği, sevebildiği için insandır. İslam'daki tesettür (örtünme) emri, insanı, diğer canlıların tabi olduğu "beşerî doğallık" olan çıplaklıktan, sadece insanın tabi olduğu "insânî doğallık" olan örtünmeye çağırır. Başörtüsü, bu örtünmenin bir parçasıdır. Tesettürün sınırlarını, o bu değil,Müslümanların, yalnızca kendilerini kayıtsız şartsız teslim edince müslüman sayıldıkları "Allah'ın iradesi" belirler.
Biz Müslümanlar, Allah'ın bize emanet ettiğine inandığımız özgürlüğümüzü, Allah'a rağmen kullanmayız. Böyle yapınca, içgüdülerimizin ve ayartıcı özbenliğimizin kölesi haline geleceğimizi bilir/inanırız. Bu durumda, yalnızca Allah'a değil, "emanete", yani kendi kendimize de ihanet etmiş oluruz. İnsanın kendi kendisine ihanetetmesinin en kötü sonucu, kendi kendisine yabancılaşması; ve dolayısıyla hakikate karşı yabancılaşmasıdır. Bu da, kişinin kendisiyle ve her şeyle barışık olmaması neticesini doğurur. Bu netice ise, mutluluğumuzu kendiellerimizle boğduğumuz anlamını taşır. Oysa ki, biz Müslümanlar'ın "iman"dan en büyük beklentisi; öncesiz dünü, kısa günü ve bitimsiz yarınıyla, bütün bir hayatımızın mutluluk tarlasına dönüşmesidir. İştebu nedenle Müslüman kadın, örtüsüne yapılan her saldırıyı özgürlüğüne ve mutluluğuna yapılmış bir saldırı olarak algılıyor. Bu gerçeği göz ardı ederek, tesettür emrini ve müslüman kadını anlamak ne mümkün…
………………………
Modernite, bu anlamda, genelde insana, özelde kadına zulmetmiştir. Nasıl ki, insanın "insaniliğine" kasdederek onu toplum makinasının bir civatası (birey) konumuna indirgemişse, kadının da "kadınlığına" kasdederek onu "cinsel bir obje"ye indirgemiştir. Sacayaklarından birini kadını horlayan erkek merkezli Pavlus Hıristiyanlığı'nın oluşturduğu modernizmin, kendine tabi kadınlara biçtiği rol "teşhirlik bir tüketim nesnesi" rolüdür. "Teşhircilik" ise modern kadının çözmesi gereken en önemli ruhsal problemidir. Kur'an, "kadınlar" anlamına gelen Nisa Suresi'nin ilk ayetinde, kadın konusuna nereden bakmamız gerektiğinin koordinatlarını verir. Buna göre "kadın/ın problemi", "insan/ın probleminden" ayrı değerlendirilemez. Onun için, Kur'an, söz konusu ayette kadınlığın ve erkekliğin köken birliğini dile getirerek "insanlık" ortak paydasına dikkat çeker. Bununla, kadını insandan, dolayısıyla erkekten bağımsız düşünmememizi ihsas eder. Buna göre, "kadın probleminden" söz edilen her yerde, aynı zamanda "erkek probleminden" de söz edilmiş olmaktadır.
Kur'an'daki "…erkek olsun, kadın olsun; siz hepiniz birbirinizdensiniz" (3:195) literal anlamının, aslında "erkek olsun, kadın olsun; siz, hepiniz birbirinize eşitsiniz" demeye geldiği, tereddüde mahal bırakmayacak kadar açık. Buradaki "eşitlik", elbette "fonksiyon" eşitliği değil "insanlık" ve "erdem" eşitliğidir. Yani, bu eşitliği "aynılık", "tıpkılık" anlamına almak, başta kadının kendisine zulümdür. Fonksiyonları gereği erkeklerinkadınları kollamasını öngören Nisa 34. Ayetinde, buna gerekçe olarak "kimini kiminden üstün kılması" gösterilmektedir ki, bu "kadının erkekte bulunmayan kimi özelliklere sahip olması ve erkeğin de kadında bulunmayan kimi özelliklere sahip olması" anlamını taşır. Fonksiyondan kaynaklanan bu farklılığı, Kur'an'ın çiftleri oluşturan her iki cins için de kullandığı "zevc" (eş) sözcüğü çok güzel ifade eder. Bu sözcüğün etimolojisini verirken, kadim dilbilimciler "zevcu'n-na'leyn" (ayakkabının eşi) terkibini kullanırlar. Burada her iki cinsin birbirine göre konumunu bir çift ayakkabının konumundan daha güzel hiçbir şey ifadeedemez. Sol ayakkabıyla sağ ayakkabı birbirine eşittir; fakat sağı sola, solu sağa giyemezsiniz. Bu hem ayağa, hem de ayakkabıya 'zulüm' olur. İşte bunun içindir ki Hz. Peygamber "Kadınlaşan erkeklere" ve "erkekleşenkadınlara" lanet okumuştur. Modernitenin yaptığı, işte bu lanetli iştir: Kadınları erkekleştirmek, erkekleri kadınlaştırmak. Bir şeyin doğasına yönelik her müdahale, mutlaka o şeyin "yabancılaşması"yla sonuçlanır.Aslında insanın en büyük sorunu olan "kendine yabancılaşmayı" modern kadın iki kat yaşamaktadır: hem" insanlığına", hem de "kadınlığına" yabancılaşarak.
………………..

teşhircilik ve tesettür üzerine

ekim-2005
Yetmişli yıllarda kaldığımız İstanbul’daki mahallemizde çok sayıda Ermeni ve Rum komşumuz vardı. Şimdi nasıllardır bilemem ama o zamanlar Ramazan ayında bu gayri müslim komşularımız giyimlerinde daha dikkatli davranırlardı. Gündüzleri ise çevrede kokacak yemekler yapmazlardı. Belki de bu Osmanlıdan kalan bir terbiyeydi onlar için. Şimdi ise Ramazanda bile peygamberler şehri diye adlandırılan şehrimizin ana caddelerinde dolaşmaktan utanır olduk maalesef…Bazılarının yüzünden oruçlu oldukları da anlaşılan bu çocuklarımızın rahatça kendilerini teşhir etmelerine sebep nedir acaba?
“ Cinsiyet organlarını gösterme şeklindeki sapıklık “ diye tarif ediliyor teşhircilik. ( Büyük Sözlük-s.765-M. Doğan ) Bu hastalık hem kadınlar için hem de erkekler için söz konusuymuş. Çıplaklığın neredeyse bir afet bir salgın halini almış olduğu günümüzde , şehrimizdeki bazı hanımların da bir şekilde bu akıma kapılmaları çok üzüntü verici bir durum . Bir bayanın evinde bile giymeye haya etmesi gereken giysilerle sokaklarda gezinmesi,sadece eşinin görebileceği uzuvlarını herkese uluorta sergilemesi , bundan hoşnut olması ve bunu da medenileşme olarak algılaması , tedavi edilmesi gereken bir toplumsal hastalık değil midir ? Bu çocuklarımızın şifa bulmaları için dua edelim…
Bazı dindar hanımların da , kendileri tesettürlü oldukları halde kızlarını süslü ve açık kıyafetlerle büyüttüklerini, çoğu defa görüyoruz. Küçüklüğünde tesettür ve utanma konusunda sağlam temel kuramamış bu çocukların ileride nasıl bir çizgide yaşayacakları şüphelidir. Bazı aileler “biz de küçükken böyleydik, sonra düzeldik ” derler. Gerçekten düzelmişler midir ? Ya da daha sağlam bir terbiye almış olsalardı kim bilir nasıl olabilirlerdi? Unutmayalım ki eğitimin genel prensibi tüm yanlışları denemek değil , doğruları yapmaktır.Bir de şu son üç-beş yıldır moda olup dindar bayanları da girdabına alan daracık pantolonları giyme furyasından dehşete kapılıyoruz. Hani efendimiz (as) in öğretisine göre ”darlık ve şeffaflık da çıplaklık hükmünde”ydi.
24 Ekim 2005 tarihli gazetelerimizden birinde ‘Tek Parça Namaz Kıyafeti’ başlıklı bir haber vardı.Bu kıyafet şöyle tanıtılıyor üretici firma tarafından:” Açık ya da kapalı herkes tarafından 15 saniyede giyilebilen 350 gram ağırlığındaki bu kıyafet rahatça taşınabilmesi için kilitli bir poşet içerisinde pazarlaması yapılıyor. Tek parçadan oluşan bu giysinin üst tarafında bir başörtüsü bulunuyor,başörtüsü ve topuklara kadar uzanan bu elbise kazak giyer gibi tek hamlede giyiliyor…….” Bu elbisenin kimler için hazırlandığını anladınız sanırım. Namaz kılarken veya bizim Dergah çevresi gibi ziyaret yerlerini gezerken alelacele vücuda geçirilen , işi bittikten sonra da poşete kaldırılıp neredeyse çıplak hükmünde olan giysilerle ortalıkta salınmak için…Hanımlar; Allah ‘ın sizi sadece ziyaret ettiğiniz mağarada,balıklı gölün kenarında veya namaz kılarken gördüğünü mü zannediyorsunuz ? Vah vah vah …
‘ Sahneden Mabede’ adlı kitabında M.Canan Ceylan hanım bu konudaki düşüncelerini şöyle anlatıyor:
“ Başı açık birini görünce, sadece acıyorum. Hiç özenmiyorum. "Neden ve nasıl o şekilde gezebilmişim" diye kendimi kınıyorum. Meğer okuyup gerçekleri bilmek ve tatbik etmek ne büyük bir nimetmiş. Sabahlara kadar gözüme uyku girmiyor. Kafam daima meşgul. Üzülüyorum. Keşke şu insanlar hakiki ilmi öğrenseler, şeytanla nefsin düşmanlığını, yani işin püf noktasını bilseler, tabii ki düzelirler.
Önce şu erkekleri Mevla'm uyandırsın. Bakıyorum, adam karısını satılık mücevher gibi koluna takmış. Bir de kadına bakana kızıyor. Hem bakmaları için süslüyor. Ne çirkin adet...Gafletten uyanıp da anlasa, toplumun kuklası olduğunu, bugün bakıyorum da bir artist gibi ve hatta onlardan beter ev hanımları var. Düşünüyorum da acaba bu kadar süslenmeleri ne için? Sanki pavyon kadını gibi giyinip süsleniyorlar. Pavyon kadınlarının bir gayesi var. Kendilerini başka erkeklere beğendirmek... Ya ev hanımlarının gayesi?.. Kabul edelim ki, kendini ev hanımı olarak tanıtanlar, bilemiyor... Ya erkekleri...
Olmuş bir hadise... Bakınız bu yaraya nasıl parmak basıyor. Sahip olduğu mevki ve makamdan gururlanan bir adam, yanında süslü püslü hanımı ile halı mağazasına giriyor. Halıları inceledikten sonra birisinin fiyatını sorup istiyor. Mağaza sahibi ile aralarında şöyle bir konuşma geçiyor.
- Efendim, o satılık değil, numunedir. Arzu ederseniz size ısmarlama yaptırabiliriz.
- Madem satılık değil, niçin asıyorsunuz?
- Efendim numunedir.
- Hayır madem burada teşhir ediyorsunuz öyleyse satmalısınız.
- Amma her teşhir edilen satılık değildir ki, ısmarlayalım.
- Hayır, her teşhir edilen satılık olmalıdır. Yoksa niçin teşhir edilsin.
Mağaza sahibi sert mizaçlı ve sözünü esirgemeyen biri imiş, sinirli sinirli cevap vermiş :
- Madem her teşhir edilen satılıktır, diyorsun, bak hanımını nasıl teşhir ediyorsun, satılık mı?
İkisi de celalleniyorlar. Kavga için her biri ileri doğru atılınca araya giriyorlar. Bu arada, neye süslendiğine utanan kadın başlıyor ağlamaya...”
***
Örtünmek, gizlenmek, bir şeyin içinde veya arkasında gizlenmek. "STR" kökünden "tefe'ul" vezninde bir mastar. Bir fıkıh terimi olarak erkek veya kadının şer'an örtülmesi gereken yerlerini örtmesi demektir. Bir kimsenin örtmesi gereken ve başkasının bakması haram olan yerlerine "avret yeri" denir. Başka erkek veya kadının başkasının yanında avret yerlerini örtmesi gerektiğinde görüş birliği vardır. Sağlam olan görüşe göre, bir kimse tek başına olduğu zaman da örtünmelidir. Buna göre, bir kimse temiz elbisesi bulunduğu halde kimsenin olmadığı bir yerde, karanlık bir odada bile olsa çıplak olarak namaz kılarsa bu caiz olmaz (İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, Mısır, (t.y) I, 375).Yıkanma, tabiî ihtiyaç, taharetlenme gibi hâcetler dışında, tenha bir yerde de bulunsa, namazda veya namaz dışında avret yerlerinin örtülmesi farzdır. Bunun delili Kur'an ve sünnettir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Ey Ademoğulları! Her mescide gelişinizde güzel elbiselerinizi giyerek gelin" (el-A'raf, 7/31). İnsanın örtünme ihtiyacının ilk insan Âdem ve Havva ile başladığı, çıplaklığın çirkin bir şey olduğu âyette şöyle belirtilir: "Ey Ademoğulları! Şeytan ana ve babanızı kötü yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak nasıl cennetten çıkardıysa, sakın size de bir kötülük yapmasın"(el-A'râf; 7/27). "Ey Ademoğulları! size çirkin yerlerinizi örtecek bir giysi, bir de giyip süsleneceğiniz bir giysi indirdik. Takva örtüsü ise daha hayırlıdır" (el-A'raf, 7/26). Hayvan yünlerinden giysi için yararlanmanın gereğine şöyle işaret edilir: "Davarları da O Yaratmıştır ki, bunlarda sizin için ısıtıcı ve koruyucu maddeler ve nice nice yararlar vardır" (en-Nahl, 1 6/5).
Örtünmenin amacı başkasının bakışlarından korunmak ve ırzı meşru olmayan cinsel isteklerden sakınmaktır.Erkeklerin gözlerini sakınması, kadınların iffetini korumak içindir. Ayette şöyle buyurulur: "Mümin erkeklere söyle: Gözlerini sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar. Bu kendileri için daha temizdir" (en-Nûr, 24/30). Kadınların örtünmesi konusunda da şöyle buyurulur: "Mümin kadınlara da şöyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Zinet yerlerini açmasınlar. Bunlardan kendiliğinden görünen kısmı müstesnadır. Baş örtülerini yakalarının üstüne koysunlar. Zinet yerlerini kendi kocalarından, babalarından, kocalarının babalarından, oğullarından, kocalarının oğullarından, kendi erkek kardeşlerinden, kendi kardeşlerinin oğullarından, kız kardeşlerinin oğullarından, kendi kadınlarından, kölelerinden, erkeklik duygusu kalmayan hizmetçilerden veya henüz kadınların gizli yerlerine muttali olmayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizleyecekleri zinetleri bilinsin diye ayaklarını da vurmasınlar. Ey müminler! Hepiniz Allah'a tövbe edin. Böylece korktuğunuzdan emin" umduğunuza nail olasınız" (en-Nûr, 24/31).Diğer yandan kadın yaşlanıp ay halinden kesilir ve cinsel yönden erkeklere istek duymaz olursa, bunun için örtünmede bazı kolaylıklar getirilmiştir. Ayette şöyle buyurulur: Ay halinden kesilmiş ve evlenme için ümidi kalmamış olan yaşlı kadınlar zinet yerlerini erkeklere göstermemek şartıyla dış elbiselerini bırakmalarında onlar için bir günah yoktur. Bununla birlikte yine de sakınmaları kendileri için daha hayırlıdır" (en-Nûr, 24/60).
Kadınların ev dışında veya yabancı erkeklerin yanında normal ev içi elbisesinin üstüne bir dış elbise daha giymeleri gerekir. Ayette şöyle buyurulur: "Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına dış elbiselerinden üstlerine giymelerini söyle. Bu onların tanınıp, kendilerine sarkıntılık edilmemesi için daha uygundur. Allah çok yarlığayıcı ve çok esirgeyicidir" (el-Ahzâb, 33/59) .
Cahiliye döneminde Araplar Kâbe'yi çıplak tavaf ederlerdi. Gündüz erkekler, gece kadınlar gelirler, tavaflarını anadan doğma yaparlar ve "içinde günah işlediğimiz elbiselerimizle tavaf etmeyiz" derlerdi. Diğer yandan İslâm'da her müminin namazını en güzel ve temiz görünüş ve giyim içinde kılması sünnet gereğidir. Ayette şöyle buyurulur: "Ey Âdemoğulları! Her mescide gelişte zinetinizi giyin" (el-A'râf, 7/31). Ayet, tavafı ve namaz için mescide gelmeyi kapsar. Başka bir ayette gizli yerlerini örtüp koruyan erkeklerle kadınların Allah'ın affına ve büyük bir mükâfata ulaşacakları belirtilir (bk. el-Ahzâb, 33/35)
Örtünmenin ahiret hayatında da söz konusu olacağı, iman edip, güzel amel işleyenlerin mükâfatı arasında şöyle açıklanır: "Onlar tahtlar üzerinde kurularak orada altın bileziklerle bezeneceklerdir, ince ve kalın saf ipekten yeşil elbiseler giyeceklerdir, Ne güzel sevap ve ne güzel dayanak!" (el-Kehf, 18/31). "Şüphesiz Allah iman edip, güzel iş yapanları altından Irmaklar akan cennetlere sokacak. Orada bunlar altından bileziklerle, incilerle bezenecekler. Orada giysileri de ipektir" (el-Hacc, 22/23). "Onlara (cennete) gümüşten yapılmış billur şeffaf kaplar, kupalar dolaştırılır" (el-İnsân, 76/15). "Üzerlerinde ince ve kalın ipekten yeşil elbiseler vardır. Gümüşten bileziklerle süslenmişlerdir. Rableri de onlara son derece temiz bir şarap içirmiştir" (el-İnsân, 76/21).Hz. Peygamber (s.a.s) örtünme ile ilgili bu ayetlerin tefsirini yapmış ve uygulama esaslarını göstermiştir. Hz. Âişe'den rivâyete göre, bir gün Hz. Ebû Bekir'in kızı Esmâ ince bir elbise ile Allah Resulunun huzuruna girmişti. Resulullah (s.a.s) ondan yüz çevirdi ve şöyle buyurdu: "Ey Esma! Şüphesiz kadın erginlik çagına ulaşınca, onun şu ve şu yerlerinden başkasının görünmesi uygun değildir." Hz. Peygamber bunu söylerken yüzüne ve avuçlarına işaret etmişti" (Ebu Davûd, Libâs, 31). "Allah Teâlâ ergin kadının namazını başörtüsüz kabul etmez" (İbn Mâce, Tahâre, 132; Tirmizî, Salât, 160; Ahmed b. Hanbel, IV, 151, 218, 259).
Erkeklerin örtülmesi gereken uzuvları göbekleri altından dizleri altına kadar olan kısımdır. Sağlam görüşe göre diz kapağı da uyluktan olup avret yeri sayılır. Delil, Hz. Peygamberin şu hadisidir: "Erkeğin avret yeri göbeği ile diz kapağı arasıdır" (Ahmed b. Hanbel, II, 187). Diz kapağı avret yerindendir" (Zeylai, Nasbu'r-Raye, I, 297).
Kadınların yüzleriyle ellerinden başka, sarkan saçları dahil bütün bedenleri avrettir. Yüzleriyle elleri ise bir fitne korkusu bulunmadıkça namazda da namaz dışında da avret değildir. Sağlam görüşe göre, ayaklar da avret sayılmaz. Çünkü ayaklarla yolda yürünür ve yoksullar için bunları örtme zorluğu vardır. Yine sağlam görüşe göre, hür kadınların kolları ile kulakları ve salıverilmiş saçları da örtülmelidir. Kadınlar kendiliğinden görünen yerler dışında, zînetlerini göstermesinler" (en-Nûr, 24/31) ayetinde kastedilen, zinetlerin takıldığı yerler olup, eller ve yüz bundan müstesnadır. Hadiste şöyle buyurulur: "Kadın örtülmesi gereken avrettir. Dışarı çıktığı zaman şeytan ona gözünü diker" (Tirmizî, Radâ, 18). Hz. Âişe (R.anhâ)'dan nakledilen; "Allah Teâlâ erginlik çağına ulaşan kadının namazını başörtüsüz kabul etmez" (İbn Mace, Tahâre, 132; Tirmizî, Salât, 160) hadisi saçları da kapsamına alır.
Hz. Âişe (r. anhâ) ilk başörtüsü uygulamasını şöyle anlatır: "Allah ilk muhâcir kadınlara rahmet etsin onlar; "Baş örtülerini yakalarının üstüne taksınlar..." (en-Nûr, 24/31) ayeti inince etekliklerini kesip bunlardan başörtüsü yaptılar". Yine Safiyye binti Şeybe şöyle anlatır: "Biz Âişe ile birlikte idik. Kureyş kadınlarından ve onların üstünlüklerinden söz ettik. Hz. Âîşe dedi ki: Şüphesiz Kureyş kadınlarının birtakım üstünlükleri vardır. Ancak ben, Allah'a yemin olsun ki, Allah'ın kitabını daha çok tasdik eden ve bu kitaba daha kuvvetle inanan Ensar kadınlarından daha faziletlisini görmedim. Nitekim Nûr sûresinde "Kadınlar başörtülerini yakalarının üstüne taksınlar..." ayeti inince, onların erkekleri bu ayetleri okuyarak eve döndüler. Bu erkekler eşlerine, kız, kız kardeş ve hısımlarına bunları okudular. Bu kadınlardan her biri etek kumaşlarından, Allah'ın kitabını tasdik ve ona iman ederek başörtüsü hazırladılar. Ertesi sabah, Hz. Peygamberin arkasında başörtüleriyle sabah namazına durdular. Sanki onların başları üstünde kargalar vardı" (Buharî, Tefsîru Sûre, 29/12; İbn Kesîr, Muhtasar, M. Alî, es-Sâbûnî, 7. Baskı, Beyrut 1402/1981, II, 600).
Örtüde Bulunması Gereken Nitelikler: 1- Örtünün sık dokunmuş ve altını göstermeyen kalınlıkta olması gerekir. Cildin rengini gösterecek derecede ince olan elbise ile avret yeri örtülmüş sayılmaz. Bu yüzden derinin beyazlığı veya kırmızılığı belli olan elbise ile namaz geçerli olmaz ve bununla örtünme gerçekleşemez. Eğer elbise kalın olmakla birlikte uzvu belli ederse ve hacmi ortaya koyarsa bu, kötülenmiş olmakla birlikte namaz geçerli olur. Çünkü bundan kaçınmakta güçlük vardır. 2- Hanefî ve Mâlikîlere göre zaruret halinde karanlık bir yerde bulunmak örtünme sayılır. Çünkü farz olan örtünme, avret yerlerinin başkaları için örtülmesidir, kendisi için değildir. Bu yüzden örtünmenin başkaları tarafından görülemeyecek bir şekilde bulunması yeterlidir. Meselâ bir kimse namaz kılarken geniş bulunan yakasından kendi avret yerini görecek olsa, bununla namazı bozulmaz. Fakat başkası görecek olursa bozulur.
Namazda bir uzvun dörtte birden fazlası, namaz kılanın kendi fiili ile açılsa, bir rükun eda edecek kadar beklemeğe gerek olmaksızın derhal namaz bozulur. Kadının başörtüsünü namazda iken kendisinin çıkarması gibi. Bu durumda başörtüsünü yeniden örtse namaz geçerlilik kazanmaz. Ancak avret yerleri olan ön ve arka uzuvları ile, bu iki yer dışındaki "hafif avret" sayılan uzuvlardan birinin tamamı veya en az dörtte biri kendiliğinden açılır ve bu durum bir rükun edecek kadar devam ederse namaz bozulur. Eğer açık kalma süresi bir rükun eda edecek süreden az olursa namaz bozulmaz. Düşen başörtüsünün hemen başa konulması gibi. Meselâ; bir kimsenin karnının veya uyluğunun, yahut hayalarının, yine bir kadının saçlarından sarkan kısmın dörtte biri bir rükun eda edecek kadar açık kalırsa namaz bozulur (ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, Dimaşk 1405/1985, I, 585, 586).Şâfiî ile Hanbelîlere göre örtülecek olan avret yerinin elbise ve benzeri şeylerle örtülmesi şarttır. Bu yüzden dar anlamda çadır ve karanlık, avret yerlerinin örtülmesi için yeterli değildir. Hür ve Müslüman Kadının Örtünme Şekli :1- Müslüman bir kadının yabancı erkeklere ve müslüman olmayan kadınlara karşı yüzü, bileklere kadar elleri ve ayakları dışında vücudunun tamamı avrettir. Ayaklarda görüş ayrılığı olmakla birlikte sağlam görüşe göre ayaklar açık kalabilir. Bu yerlerin gerek namaz içinde ve gerekse namaz dışında örtülmesi farzdır. 2- Kadınların mahrem olan hısımları yanında el, ayak, kol, saç ve benzeri zinet yerlerini açmaları caizdir (en-Nûr, 24/31-32).3- Kadının kadınlara karşı avret yeri göbekle diz kapakları arasında kalan kısımdır. Bunun dışındaki yerleri kadınların yanında açabilirler (el-Mavsılî, el-İhtiyâr, I, 45).4- Tedavi gibi zaruret sebebiyle erkek veya kadının avret yerlerine doktor, ebe, iğneci ve pansumancı gibi kimselerin bakması caizdir. Ancak kadınların bu gibi tedavilerinde kadın doktor, ebe ve sağlık personelinin tercih edilmesi gerekir. Bunlar bulunmayınca "Zarûretler sakıncalı olan şeyleri mübah kılar" kuralı işletilir. Ancak zaruretler de miktarlarınca takdir olunur (bk. Mecelle, madde, 21, 22).
Kadının Açık Olarak Yanına Çıkabileceği Kimseler: Müslüman bir kadının diz kapağı ile göbeği arası, karın ve sırtı dışında diğer yerlerini yanlarında örtmek zorunda bulunmadığı hısımları ya da birlikte yaşanacak durumunda olduğu kimseler Nûr sûresi 31. ayette sayılmıştır. Bunlar yedi sınıf olup şunlardır: 1- Kocası: Kadın kocasının yanında dilediği gibi giyinebilir. Eşler arasında örtünme bakımından bir sınır söz konusu değildir.2- Babası3- Kayınpederi4- Oğlu 5- Kocasının oğlu.6- Erkek kardeşi7- Erkek kardeşinin oğlu8- Kız kardeşinin oğlu. 9- Müslüman kadın. Çünkü mümin bir kadın, gayri müslim kadınların yanında diğer yakın hısımlarının yanında açıldığı gibi açık oturamaz. Burada, gayri müslim kadının kendi erkeklerinin yanında müslüman kadını tasvir etmesi ve onu anlatması engellenmek istenmiştir. Hz. Ömer, Ebû Ubeyde (r.a)'ye yazdığı bir mektupta şöyle demiştir: "Bana, müslüman kadınların hamamlara müşrik kadınlarla birlikte girdikleri haberi ulaştı. Bu, daha önceden kalma bir âdettir. Allah'a ve ahiret gününe inanan hiç bir kadının kendi dininden olmayanın avret yerine bakması helal olmaz" (İbn Kesîr, Muhtasaru't-Tefsîr, II, 600, 601). 10- Kölesi ve câriyesi: Bir kadın, köle veya câriyesinin yanında örtüsüz kalabilir, çünkü Hz. Peygamber, Fâtıma (r.an)'ya bir köle bağışlamıştı. Bu sırada Hz. Fâtıma'nın üzerinde başını örtse ayakları, ayaklarını örtse başını açık bırakan bir elbise vardı. Hz. Peygamber bu durumu görünce şöyle buyurdu: "Senin için bir sakınca yoktur. Çünkü bu köle senin baban ve oğlun yerindedir" (Ebû Dâvud, Libâs, 32). 11- Erkekliği kalmamış hizmetçiler: Denk olmama, yaşlılık, hastalık vb. sebeplerle kadınlara karşı istek duymama veya hadım olma gibi nedenlerle evin sahibi kadına cinsel bakımdan zararı dokunmayacak hizmetçiler, bahçıvan ve aşçı gibi kimseler, kadın için diğer hısımlar gibidir. 12- Kadınların gizli yerlerine bakmaktan anlamayan küçük çocuklar: Kadınların yanında bulununca onların konuşma, yürüme ve giyimlerinden cinsel bakımdan etkilenmeyecek derecede küçük yaştaki çocukların yanında örtünme zorunluluğu bulunmaz. Ancak çocuk erginlik çağına yaklaşmış olursa, artık yabancı kadınların yanına girmemelidir, çünkü, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kadınların yanına girmekten sakının" "Ey Allah'ın Resulu! kocanın erkek kardeşi için ne buyurursunuz?" diye sorulunca, "Kayın birader ölümdür" buyurmuştur (Tirmizî, Radâ, 16; Ahmed b. Hanbel, IV, 149, 153). Bunlardan başka dede, amca, dayı, süt kardeş gibi kendileriyle sürekli olarak evlenmek yasaklanan hısımların yanına da kadın süs yerleri açık olarak çıkabilir. Ancak bir fitne korkusu olunca kadının örtünmeyi tercih etmesi daha temiz ve daha uygundur.

TEFEKKÜR EDELİM

08 Mart 2006

Bu gün Urfa’ya yağmur yerine ,tabiri yerindeyse toprak yağıyor. Bu da bir çeşit afet olsa gerek. Neden buna layık olduk diye düşünürken; cevaplarını son bir haftadır okuyamadığım ,bugün gözden geçirme fırsatı bulabildiğim yerel ve ulusal gazetelerde buldum sanırım. Aşağıya bu haberlerden birkaç alıntı yapayım da birlikte ne halde olduğumuzu yeniden tefekkür edelim diye düşündüm.
“ASDER genel başkanı emekli Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi ,28 Şubat sürecinde ,Kur’an kurslarının büyük bir bölümünün yasadışı duruma itildiğini ,başta mülki idare görevlileri olmak üzere inancını hayatında gösteren tüm kamu görevlilerinin tasfiye mekanizmasından payını aldığını,esnaf ve sanatkarların dahi inancına göre tasnif edildiğini,dönemin cumhurbaşkanlarının dahi bu faaliyetlerin gönüllü baş savunuculuğunu yaptığını ,ülke işgal altında olsaydı milletin dini hayatındaki bu uygulama değişikliklerini işgal kuvvetleri bu kadar kısa sürede gerçekleştiremeyeceğini ,zaten milletin de vatanı işgalden kurtaracağını .bütün bu faaliyetlerin geçtiğimiz on seneye sığdırıldığını,o dönemde Yargı,TSK ve YÖK gibi kurumlarda manevi değerlere ters bir kadrolaşma gerçekleştiğini “ söylemiş.
“ Türk Diyanet Vakıf- Sen Genel Başkanı Bilal Eser , Türkiye’nin dışarıdan ve içimizdeki Danimarkalılar tarafından adeta bir kıskaç altına alındığına dikkat çekerken ,irtica hortluyor denilerek tankların yürütüldüğü Sincan’da bu gün misyoner kaynıyor,28 Şubat öncesinde böyle şeyler yok gibiydi,bu gün Sincan’da 15 kilise var.”demiş.
Küre Operasyonu veya Sauna çetesi olarak adlandırılan örgütün üyelerinden biri de ,hani o seçilmiş örtülü bayan Milletvekilinin evine gece baskını yaptırarak kartel medyası kahramanı olan ,28 Şubat döneminin ünlü DGM savcılarından Nuh Mete Yüksel olduğu ortaya çıkmış.Aynı savcı 4 yıl öncede çıplak görüntüler içeren fotoğraflarla gündeme gelmişti.
Milli Eğitim Bakanı’na Ankara Üniversitesinde düzenlenen panelde sataşan ve saygısız protestocu öğrencilere destek çıkan Doç.Dr. Fuat Ercan’ın 3 Kasım seçimleri öncesinde ‘Kürdistan Tarih ve Demokrasi Formu’ adı altında hazırlanan DEHAP’a destek bildirisinde imzası olduğu belirlenmiş.
Şehit eşleri ve gazilerin üye olduğu Türkiye Harp Malulü Gaziler ,Şehit Dul ve Yetimleri Derneği İstanbul Şube Başkanı Gönül Alpaydın üyelere gönderdiği çağrı metninde kongreye sakallı ve başörtülü üyelerin alınmayacağını söylemiş.Harbiye Orduevi yetkililerinin hoşgörüsü ile bu skandal karar önlenmiş , başörtülü şehit anneleri ve sakallı gaziler kongreye katılmışlar.
8 Mart Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanıyormuş. Başörtülü olarak okuma ve çalışma hakkından mahrum kadınlara yapılan haksızlık ve ayrımcılığın ağza bile alınmadığı ülkemizde böyle bir günün kutlanması hayli ilginç. Hele hele , dünyada beyaz kadın ticaretinde ikinci sıraya yükselen ülkemizde fuhuş ticaretinin engellenmesiyle Türkiye’nin dış borcunun bile üç yılda ödenebileceğinin açıklanması bu sapmanın ne kadar da utanılması gereken boyutlarda olduğunu gösteriyor. Sahi siz hiç örtülü bir hanım gördüklerinde kırmızı görmüş boğa gibi azan kadın derneklerinin ,kartel medya organlarının ve benzeri sivil toplum örgütlerinin ‘kadınların cinsel meta olarak görüntülenmesine,satılmasına/ticaretine’ karşı konuştuklarını,kampanyalar açtıklarını veya eylem yaptıklarını gördünüz mü? Neden kadın kuruluşları ülkemizdeki bu iğrenç fuhuş pazarının yok edilmesini istemezler de neden hep gözlerini yassılarlar!
……………………..
Yerel basından da alıntılar yapmaktan vazgeçtim. Neme lazım,şehrimizin geleceği için yapılan en ufak yapıcı tenkite bile tahammül edilemeyen bir ortamda en iyisi yazmamak herhalde. Hem siz bu şehirde yaşamıyor musunuz ? Halepli Bahçeden, Haşimiye - Sarayönü istikametinde arabanızla veya yayan şöyle bir seyahat edin de gününüzü görün. Yolların ve trafiğin içler acısı haline şahit olun.
Hele bir hastanız olsun ; acil olarak kan gereksin de halinizi görün.
Yazmaya ne hacet.

TATLANDIRICILARDAKİ TEHLİKE

Ocak-2006-Bilindiği gibi diyabet (şeker) hastalığına günümüzde oldukça fazla rastlanmaktadır. Geçenlerde bu hastalıktan muzdarip olan bir yakınım tatlılara oldukça düşkün olduğunu, bu ihtiyacını da şehrimizdeki pastanelerde şeker hastaları için özel olarak hazırlanmış meyve suyu,dondurma,baklava,kadayıf ve benzeri tatlıları yiyerek karşıladığını söyledi. Şeker yerine suni tatlandırıcıların kullanılmasının bir çok ülkede yasaklanmasından bir çoğumuzun haberi bile yoktur. Tarım bakanlığımız da bu konuda ne yazık ki hiçbir engelleme getirmemektedir.Sonunda şeker hastalarımız şekerlerini yükseltmemeye gayret ederken kanser tehlikesi ile karşı karşıya kalmaktadırlar.
Diyabet hastalığına sahip olan insanlar şeker lezzetini yakalamak için alternatif olarak özellikle Aspartam ve sakarin karışımı olan tabletleri kullanmaktadırlar. Bu tabletler mevcut ilaç üretici firmalar tarafından yurtdışından ithal edilmekte, reçete ve ruhsatlara göre hazırlanıp iç piyasaya arz edilmektedir. Tatlandırıcıların diğer kullanım alanı ise toz ve sıvı içeceklerdir. Bu ürünlerde;Aspartam, asesülfam ve sakarinin kombinasyonu kullanılmaktadır. Şeker hastalarının kullanımı oldukça düşük olması ve kullanan insanların yaş seviyelerinin yüksek olması dolayısı ile pek bir problem gözlemlenmemiştir. Fakat toz içeceklerde kullanımı , özellikle aspartamın içinde bulunan fenil alanin isimli amino asitin çocukların zeka gelişimlerini olumsuz etkilediği klinik deneylerle kanıtlanmıştır.
Toz karışım olan ve meyve suyu yerine kullanılan ürünlerin reklamlarından hedef kitlesinin çocuklar olduğunu anlamak zor değildir.İşte bu noktada görev anne ve babalara düşüyor. Anne ve babalar mümkün olduğunca bu ürünü almamaya ve çocuklarını bu ürünleri kullanmamaya teşvik etmelidirler.Ayrıca hamile kadınların da bu maddelerden uzak durmaları gerekmektedir
Türkiye’de üretilen toz karışımların çoğu merdiven altında üretilmekte ve piyasaya arz edilmektedir. Gerek üretiminin kolay olması (sadece toz karıştırıcı ve ambalajlama yeterlidir) ve mevcut kâr marjlarının çok yüksek olması sebebiyle üretimi çok yaygındır. Dünyaca kararlarına itibar edilen FDA ‘nın Aspartamlı ürünler için yaptığı açıklama ise şöyle:
“Dikkatle kontrol edilmiş klinik çalışmalar aspartamın allerjan olmadığını göstermektedir.Ancak,fenyl alanin’ni vucutta yok edecek enzimi üretemeyen ve kalıtım yolu ile geçen genetik hastalık Phenylketanuria(PKU)’lu insanlar ve kanında yüksek seviyede fenyl alanin bulunan hamile kadınlar aspartam konusunda probleme sahiptirler..Çünkü, onlar aspartamın bileşenlerinden biri olan amino asit fenyl alinin’i effektif olarak metabolize edemezler.Vücut sıvılarındaki bu amino asitin yüksek miktarları,beyin tahribine sebep olabilir.Bu sebeple,FDA aspartam ihtiva eden bütün ürünlerin etiketlerinde fenyl alinin ihtiva ettiğinin açıkça yazılmasının gerektiğini hükme bağlamıştır.
İngiltere'de Avam Kamarası Gıda ve Çevre Komisyonu, ülkede satılan 6 bin gıda maddesi, ilaç ve içeceğin içinde bulunan yapay tatlandırıcı "aspartam"ın kansere yol açabileceği uyarısında bulunmöuştur. Komisyon Başkanı Liberal Demokrat Milletvekili Roger Williams, aspartamın kansere neden olduğuna dair güvenilir deliller bulunduğunu belirterek, bu maddeyi içeren ürünlerin satışının yasaklanmasını istemiştir. Williams, İtalya'da yapılan bir araştırmada, düzenli olarak aspartam verilen farelerde tümörlerin ortaya çıktığını söylemiştir. Bazı İngiliz bilim adamları da Komisyon'un çağrılarına destek vererek, aspartam içeren gıda maddeleri ve ilaçların raflardan kaldırılması çağrısı yapmıştır. İngiliz basınına göre Williams, dünya çapında her 15 kişiden birinin her gün aspartam içeren ürünleri tükettiğini, bunların büyük kısmını da çocukların oluşturduğunu söylemiştir. Milletvekili, aspartamın, diğer birçok ürünün yanı sıra, çocukların tercih ettiği kahvaltılık gevrekler, çikolatalar ve bazı çocuk şuruplarında kullanıldığını belirtmiştir.
İngiliz Daily Express gazetesi, haberi "Tatlandırıcıda kanser bağlantısı" başlığıyla manşetinden verirken, Daily Mail gazetesi de aspartam içeren ürünlerin listesini yayımlayarak aileleri çocuklarını bu yapay tatlandırıcının kullanıldığı ürünlerden uzak tutmaya çağırmıştır
Gazeteye göre bazı türleri aspartam içeren ürünler şöyle:
· Meşrubatlar
· Meyveli içecekler
· Sakızlar
· Meyveli yoğurtlar
· Dondurulmuş tatlılar
· Sofralık tatlandırıcılar
· İlaçlar
· Çocuk şurupları ve antibiyotikler
· Düşük kalorili gıdalar
· Sporcu içecekleri
· Çikolatalar
· Nane şekerleri
· Dondurmalar
· Kahvaltılık gevrekler
· Konserve meyveler

FİLİSTİNDE İKİ ÇOCUK

KASIM-2005
Müslümanların başına bela olmuş İsrail devletinin işgal ettiği Filistin’de her türlü zalimliği kendisine mübah görerek yaptığı katillikler yıllardır hiç durmadı. Tabi oradaki Filistinli kardeşlerimizin yiğit direnişleri de…
Aşağıya iki Filistinli çocuk şehidin çocuk katillerine karşı direniş öykülerini aldım.Bu iki öykü dünyanın öbür ucunda ayağına diken batan müslümanın acısını yüreğinde hissetmesi kardeşliği istenen bizlerin , katılaşan kalbimizi yumuşatır mı bilmem. Onlar için tasalanalım, dualarımıza oradaki kardeşlerimize de katalım.
Adı Faris Udah. Filistinli. İlk fotoğrafı çekildiğinde henüz 13 yaşındaydı. Gazze Şeridi'ndeki Karni köyünde yaşıyordu. İsrail tankları ve askerleri köyünden hiç eksik olmuyordu. Okula dünyadaki diğer çocuklar gibi rahat rahat gidip gelemiyordu. 29 Ekim 2000'de AP muhabiri Laurent Rebours'un yolu Karni köyüne düştüğünde Filistinli Faris, İsrail tankına taş atıyordu. O taş attıkça, tankın namlusu onu izliyordu. Muhabir deklanşöre bastı ve o anı ölümsüzleştirdi. O günlerde çocuğun ismi belli değildi. İsimsiz bir kahramandı. Fotoğrafı dünya medyasında bol bol yer aldı. Filistin halkı için fotoğraf, direnişin sembolü haline geldi. Arafat 'Bu çocuk benden bile iyi. 55 yıllık mücadelem onun cesareti yanında sönük kalır' dedi. 'Tanka karşı çocuğun' fotoğrafları poster oldu. Sembolleşmesi ise şehadetine sebep oldu. İsrail, Filistin halkının moral kaynağı olan fotoğraftaki çocuğun kimliğini hızla belirledi. Bir hafta sonra 8 Kasım 2000'de küçük Faris Udah, amcaoğlu Sayed Udah ve arkadaşı Wayil Emad ile birlikte evinin yakınındaki meydanda İsrail askerleri tarafından vurularak öldürüldüler.
İkinci mücahid çocuğumuzu Amerikalı gazeteci Keti’nin yaşadığı bir öyküden tanıyoruz. İsrail askerlerine karşı tüm öfke ve kinlerini yalnız ve yalnız minik avuçlarında gizledikleri taşları fırlatarak gösteren Filistinli çocukları gören Amerikalı gazeteci Keti'nin yaşadıkları Filistinli Cihad er-Recbi'nin tarafından ‘Direniş Öyküleri’ adlı kitabında kaleme alınmış. Keti'nin öyküsü şöyle:
"Yiğitlik hayallerini arayan bir çocuk, askerlerden birine yanaştı ve elindeki küçük taşı fırlattı üzerine. Gözleri parlıyordu çocuğun. Korkuya yer yoktu gözünün kıvrımlarında. Asker, çocuktan intikamını almak istediyse de çocuğun tezcanlılığı, askeri, kanını dökme ve nazenin kemiklerini kırma zevkinden mahrum bırakmıştı. Keti küçüğün bu cesur görüntüsünü kamerasına almış; vücudunu kurtarabilmesine de sevinmişti. Artık kafa derisini sadece Kızılderililer'in yüzmediğini anlıyordu Keti... Keti direnişçi çocuklara yetişip kendisini şaşkın bir şekilde izleyen çocuğun gözlerine baktı. Yavaşça yanına yaklaştı. Bir an olsun korkak veya tedirgin olduğunu hissetmemişti bile. Kana ve toz-toprağa bulanmış o küçük ellerinden tuttu ve bir öpücük kondurdu alnına... Küçük direnişçinin huzurunda ne kadar zayıf kaldığını hissettiren bir öpücüktü bu. Daima taktığı ve sahip olduğu en değerli şeyi olduğuna inandığı gerdanlığını çıkarıp küçüğün boynuna astı ve hüzünle baktı ona. Çocuk da, kendini Keti'nin gözlerinden kaçırdı, yere doğru eğildi, küçük bir taş alıp ona verdi. Onun da en değerli hediyesi buydu işte! Bu Batılı gazetecinin ne yapmak istediğini anlayamamıştı belki ama kendisine kırık taşların çokça bulunduğu mekanları gösteren annesinden çok farklı olmadığını hissetmişti. Keti taşı tuttu ve uzunca inceledi. Sonra elindeki değerli hediye ile tek başına uzaklaştı oradan. Çocuk gözleriyle onu izledi ve ardından o da taşlarına ve kanını arayan askerlere döndü. Öylece bakakaldı küçüğe, sanki gözlerinde saklamak ister gibiydi. Ok gibi koştu küçük. Küçük taşını attı ve diğer arkadaşları gibi Keti'nin anlayamadığı kelimelerle bağırdı. Anlayamıyordu ama, bu kelimelerin, onların gözlerinde ve ellerinde devrimler yaratan kelimelerin ta kendisi olduğunu biliyordu. Küçük "Allahu Ekber, Allahu Ekber" diye bağırırken, askerlerden biri zırhlı aracıyla üzerine doğru yürüyordu. Kaçmaya çalıştı, küçük, annesinin kucağını bulmaya çalıştı... Deli gibi koştu Keti. Ve dehşetle bağırdı: "Hayır... hayır... hayır". Fakat çığlıkları hiç kimsenin kulağına ulaşmamıştı. Zırhlı araç o küçük bedeni ezerek, bir türlü gerçekleşmeyen bir hayali gerçekleştirmişti; asker için... Keti kırgın vücudunu yere attı ve kanlara boyanmış cesedi kucaklayıverdi. Gerdanlık hâlâ boynundaydı ve çocuklar gibi gülümsüyordu. Bu bir çocuk yüzü. Niçin kanlara bulanır ki? Bu silahlı insanlara şu küçüğün taşından ne gibi bir tehlike gelirdi ki? Uyandırmaya çalıştı, yumuşacıktı küçük, niçin ölsündü? Mutlaka daha altı yaşını bile doldurmamıştı, niçin ölsündü ha? Keti önce, öfkeyle yere dökülen kanlara, daha sonra da hâlâ o değerli hediyeyi tutan eline baktı, bir an hüzün ve öfkeden aklını yitirmişçesine durdu. İşgal edilmiş topraklardaki çocukların taşıdığı o güçle bağırdı sonra:"Hayır... hayır... hayır." Ardından, küçüğün hediyesini fırlattı askere doğru. Bağırıyordu Keti, küçüklerle beraber yerden taş alıp askerlere atıyordu. Kocasının kanı ve küçüğün bedeni için intikam almaya başlıyordu artık...
O da artık bir Filistinliydi !
***

MÜ'MİNLER SADECE KARDEŞTİRLER

Mart- 2006

Geçenlerde İmam Ali el-Hadi ve İmam Hasan el-Askeri’nin türbelerine yapılan bombalı tecavüz Irak’ta mezhep savaşı çıkarmak için bir bahane oldu. İyi de bunlar sadece Şiilerin imamları değil , hem Şiilerin hem de Sünnilerin Peygamberinin torunları.Yani Efendimizin ‘ehl-i beyti’.Bundan dolayı her mezhepten Müslüman bu saldırıyı yapanları lanetlemeli,kınamalı…
İslam düşmanlarının bu tahrik etme eyleminden sonra fanatik Şiiler ve Sünniler birbirlerinin camilerini yaktılar ve cami cemaatlerini öldürdüler.Hem de her iki tarafın önde gelen imamlarının akl-ı selime davet eden uyarılarına rağmen. Televizyon haberlerinde izlediğimiz görüntüler hepimizin içini yaktı. Sürü psikolojisiyle hareket eden düşünmeyen/akletmeyen kitlelerin ne kadar tahrip edici olduğunu gördük.Ülkelerini işgal eden düşmana karşı mücadele etmektense kendi kardeşini öldürme acayipliğini daha önce Afganistan’da da görmüştük. Tabi birbirlerine düşen Müslümanların üzerinden Allah’ın yardımının kalktığını da , rezil olunduğunu da görmüştük.
Muhammed Gazali’nin naklettiğine göre bir zamanlar Mısır’da köyün birinde cami cemaatı teravih rekatlarının adeti konusunda ihtilafa düşmüşler.Bir taraf sekiz rekat kılınmasını savunurken,diğer tarafta yirmi rekatta ısrar ediyorlarmış. Durum öyle vahim boyutlara varmış ki köy halkı neredeyse birbirini öldürecekmiş. Sonunda hakemlik için Şehit Hasan el Benna’ya müracaat etmeyi kararlaştırmışlar. Her iki taraf ihtilafın sebebini kendi bakış açılarına göre ifade etmişler.Sonunda İmam şu neticeye varmış: “Sizin köyünüz için en iyisi ,köy camisinin kapatılması ve orada cemaat ve teravihin kılınmamasıdır. Çünkü teravih namazı sünnet,Müslümanların birliği ise farzdır.Sünnet için farz terk edilemez.”
Mezhep,tarikat,cemaat,partiler Kur’an ve sünnet ile uyumluluk gösterdikleri müddetçe meşrudurlar.Onları İslam ve genel kurallarının üzerinde görmek bir çeşit şirktir.Müslüman tabi ki cemaat sahibi olacak,tarikatlardan yararlanacak,mezheplerin içtihat ve çalışmalarından faydalanacak dolayısıyla bir mezhebe göre amel edecektir ama onları asla bir din bilmeyecektir ve onları ayrıştırıcı değil birleştirici bir unsur olarak görecektir.
İslam mezhepleri yeni bir din getirmemişlerdir.Kur’an ve sünnet asıldır,hiçbir mezhep Kur’an ve sünnetten daha geniş açıklamalarda bulunmamıştır.Mezhebe uymaktan gaye Allah ve Resulünün emirlerini öğrenmektir.İçtihat seviyesinde olmayan Müslümanlar uygun bir mezheble amel etmek durumundadır.İhtilaflar İslami esasların farklı uygulanmasından ve insan aklının değişik yaratılmasındandır. Bize düşen bu farklılıkları ayrılık.kavga,kin ve bölünmeye alet etmemektir.
Yaşadığımız topraklarda mezhep ayrılıkları bir aralar kışkırtılmışsa da küçük azınlıkların dışında her mezhepten insanımız bunun kötü niyetli kişilerin kışkırtması olduğunu görmüşler kardeşlik duygularını her fırsatta belirtmişlerdir.
Provakasyonların olduğu bölgelerden en son alınan haberler oldukça sevindiricidir.Son Cuma namazı öncesinde Şia ve Ehl-i Sünnet Müslümanların Cuma namazını vahdet namazı olarak birlikte kılmaları çağrısında bulunuldu. Bütün gün bu yönde yayınlar yapan İran televizyonları da Şii ve Sünni İranlıları, Cuma namazlarını birlikte kılmaya çağırdı. Askeriye Külliyesi’ne yönelik saldırı her ne kadar Irak’ta gerilim yaratmışsa da özellikle İran uleması birbiri ardınca açıklamalar yaparak tansiyonu düşürmeye çalışıyorlar.Cuma namazlarının vahdet namazına dönüştürülmesiyle güven ortamının yeniden kurulması amaçlanıyor. ABD, İngiltere ve İsrail’in Müslümanlar arasına tefrika sokmak istediği yönünde açıklamalar yapan Şii ve Sünni ulema, birlik ve beraberliğin sağlanması için girişimde bulunuyorlar. Lübnan’da Hizbullah ve Sünni ulema kuruluşları Irak’ta çatışmaların iç savaşa dönüşmesi halinde bundan sadece ABD ve İsrail’in yarar sağlayacağını ikaz etti. Şii silahlı grupların Sünnilere ve camilerine yönelik saldırılarının kınandığı açıklamalarda, bu gibi eylemlerin haram olduğu kesin bir dille ilan edildi. Bu saldırıları düzenleyenlerin Şii olamayacağının dile getirildiği beyanatlarda, her iki toplumun da çatışmalardan uzak durması istendi.
Dünyanın çeşitli yerlerinden Sünni ulema, Irak’ta Askeriye Külliyesi’ne yönelik saldırıyla karikatür krizinde Peygamberimize yönelik hakaret arasında ilişki kuruyor. Danimarka’dan başlayarak Avrupa’nın birçok ülkesine yayılan hakaretlerin Ehl-i Beyt’in önde gelen simalarından ikisinin türbesine yönelmesi, bir süredir devam eden komplonun parçası olarak görülüyor. Bu komploların bozulmasını diliyoruz. Hangi ulus,cemaat,tarikat ve mezhepte olurlarsa olsunlar müminler sadece kardeştirler

ŞEHRİMİZDE MİSYONERLİK

ŞUBAT-2006-
Trabzon’da geçtiğimiz gün öldürülen Santa Maria Aziz Meryem Katolik Kilisesi Papazı Andrea Santoro Şanlıurfa’da 5 yıl önce Eski Urfa evi kiraladığını ve bu kiraladığı evi kilise olarak kullandığı iddia edildi. Daha önce Mardin’deki Kilise de Papaz olarak görev yaparken Şanlıurfa’da Misyonerlik faaliyeti yapmak ve Kilise olarak kullanmak üzere bir ev kiraladığı ortaya çıktı. Yaşları 14 ile 18 yaşlarındaki gençleri bu eve toplayan Papaz Santoro gençlerle ayin yaptıklarını Yılda 7-8 defa gelip her gelişinde 10-15 gün kaldığı söyleyen Şanlıurfa’daki iaşelerinden sorumlu Faik Toprak “5 yıl önce halı dikmek için bana iş verdi böylece tanıştık.” dedi.
Daha sonra Şanlıurfa’da Kilise olarak kullanılan evin iaşesini karşılamak için ayda 250 YTL aldığını söyleyen Toprak “Bu evin tüm ihtiyacını ben gideriyordum. Andrea bana her ay para gönderiyordu. Son 4-5 ay önce eşyaları gelip toparlayıp gittiler. Bana 6 aylık borçları vardı. Onu bile göndermediler. 1500 YTL alacağım var” diye konuştu. Bazı gençlerin bu eve geldiğini ve ayin yaptıklarını söyleyen Faik Toprak “Özellikle gençler gelirdi. Burada ayin yaparlardı. Bu evi Kilise olarak kullanırlardı.” diye sözlerini sürdürdü. Toprak “Bu evin kirasını 5 yıllık peşin ödemişlerdi. Ben evin ihtiyaçlarını giderir elektrik su borcunu yatırırdım. Bundan dolayı da bana belli miktarda para verirlerdi.” Beraber birkaç köye gittiğini ve fotoğraf çektirdiklerini ve Şanlıurfa’ya geldiğinde evlerine konuk olduklarını dile getirdi.[www.sanliurfa.com]
Gazetemiz yazarlarından Tahir Coşandal’ın 11 Şubat 2006 tarihli Vakit Gazetesindeki haberinde ise “Şanlıurfa’da 2000 yılında geniş bir ev kiralayan Santore’nin zaman zaman bölgeye gidip Diyarbakır,Şanlıurfa,Mardin,Siirt,Batman gibi illeri gezdiği ve misyonerlik faaliyetlerinde bulunduğu ……..Sık sık Şanlıurfa’ya giden papaz Santore’nin kiraladığı evde toplantılar düzenlediği ve misyonerlik faaliyetlerinde bulunduğu……….Santore’nin misyonerlik faaliyetleri için tuttuğu evin , Şanlıurfa’nın Su Meydanı ,Gülizar Konukevi’yle aynı sıradaki İtfaiye Sokak 76 nolu adreste bulunduğu” belirtiliyor.
Şehrimizde de misyonerlik faaliyetlerinde bulunulduğu zaman zaman dile getiriliyor. Kendi dinini öğrenmesinin zorlukları ve engelleri ile baş başa kalan bir çok gencimizde bunların tuzağına maalesef düşüyorlar. Bu tuzaklara düşenleri duyduğumuzda veya tanıdığımızda yüreğimiz sızlıyor. Elimizden onların kurtulmaları için dua etmekten başka bir çarede gelmiyor.
Misyonerlerin tuzağına düşen (A.İ.) isimli gençle geçen yıl tanışmıştım. Bu genç Orhangazi Lisesinin son sınıfında okuyan ,derslerinde zayıf ama resim gibi sanat çalışmalarında hayli yetenekli , yetim ve fakir bir gençti. Bir ara uzun süre eve gelmemesi üzerine yakınları günlerce kendisini aramışlar emniyete haber vermişlerdi. Ortaya çıktığında yakınlarına kendisini Mardin’e götürdüklerini ,bir kilisede misafir ettiklerini ,çok yakın davrandıklarını ve onun ifadesiyle ”kendisini paraya boğacaklarını”, Fransa’da sanat çalışmaları için yardımcı olacaklarını söylemişti.Yakınlarının bütün ilgisine sırt çeviren bu genç birkaç ay sonra okuldan da ayrılıp İstanbul’da kendisine bir iş teklif edildiğini söyleyerek evini terk etmiş kayıplara karışmıştı.Ailesini en son aradığında da İzmir’de olduğunu artık geri dönmeyeceğini belirtmişti.
Bunun gibi üzüntü verici örneklerin az olduğuna inanmıyorum. Şehrimizde esnaflık yapan,farklı ticaretlerle uğraştığı görüntüsünü veren veya yukarıda adı geçen Santore gibi gezici misyonerlerin bu alçakça çabasından elbette ilgili kurumların haberi vardır. Onlarla ilgilenmekte bu kurumlara düşer. Bize düşen emperyalizmin ön kuvvetleri olan bu haçlı öncülerinden çocuklarımızı korumak,İslam dinini doğru bir şekilde öğretmek ve televole kültüründen uzak tutup gerektiği gibi ilgilenerek sahipsiz bırakmamaktır.