22 Ağustos 2016 Pazartesi

ARİF OLAN ANLARMIŞ

Geçen hafta sosyal medyada paylaştığım bir kıssa beklediğimden daha fazla ilgi çekti. Birçok arkadaşım bir araya geldiğimizde ilgiyle okuduklarını söyleyip benimle düşüncelerini ve yorumlarını paylaştılar, günümüz olaylarına uyarlayarak neredeyse benzer düşünceleri paylaştılar. İnsanımız ne kadar da arifmiş, leb demeden leblebiyi anlıyormuş. Çok sevindim. Önce kıssayı kardeşlerimizin nasıl yorumladığına bir bakalım:
“Eğer devlet gün gelirde size bir yetki/görev verecek olursa bunu fırsat bilip haddi aşmayın.“ “O yetkiyi yanlış kullanıp; sadece kendi yakınlarınızı gözetip görevlendirmeyin.”
“İşi ehline verin; yakınınıza değil.”
“Devletin ‘alnı secdeli’ diye hüsn-ü zan ettikleri ve yetki verdikleri bazı kesimlerin asıl niyeti meğer devleti başkalarının (sömürgecilerin) hesabına ele geçirmekmiş. Bunu yakın geçmişte yaşadık-gördük. Bundan sonra daha dikkatli olmalıyız.”
“Artık yukarıdan aşağıya, bürokrasinin veya siyasetin her kademesinde devletin verdiği yetkiyi sadece tarikatı-mezhebi-milliyeti-aşireti-akrabaları-cemaati için kullananları; devletin verdiği yetkiyle/imkanlarla ‘devleti ele geçirmeye göz dikmiştir’ diye anlayacağız, düşüneceğiz ve bu konuda kesinlikle iyi niyetli bakmayacağız.”
“ Allah’ın kaderimize yazdığı makam/mevki/yetkiyle şaşırıp veya azıp kendimizi kaybetmeyeceğiz yani haddimizi, asıl görevimizin ne olduğunu, nereden geldiğimizi ve edebimizi bileceğiz.”
“ Devletin omzuna basılmaz. Çünkü o bütün milleti temsil eder. Buna teşebbüs edenlerin omzunun üzerindeki başı er-geç gider.” Yorumlar böyle ve benzeriydi… Şimdi kıssayı bir daha hatırlayalım:
“Halife Harun Reşid, Bermek olan veziri Cafer bin Yahya ile birlikte, “Saray’ın bahçesi”nde gezerken, canı “meyve” çekiyor... “Elma”yı dalından koparmak için uzanıyor, ne var ki; “orta boylu” olduğu için, meyveye yetişemiyor!..
Veziri Yahya’ya diyor ki;
“Omzuma çık, o meyveyi kopar ve bana ver!”
Vezir “zayıf” olduğu için, “Halife’nin omzuna” çıkıyor ve meyveyi koparıp, veriyor...
Meyveyi yiyen Halife Harun Reşid, “çok lezzetliymiş” diyor, “Bana bahçıvanı çağırın... Bu lezzetli meyveden dolayı onu ödüllendireceğim.”
Zaten az ileride duran ve olan-biteni “hayretle” seyreden bahçıvan geliyor... Halife, ona; “Sana bir ödül vereceğim, dile benden ne dilersen” diyor...
Bahçıvan diyor ki; “Sultanım, sizden bir tek isteğim olacak... Bana, benim Bermekî olmadığıma dair bir belge verir misiniz?”
Halife şaşırıyor!.. “Herkes devlet kademesinde görev almak için bir Bermekî şeceresi uydururken, herkes Bermekî olmaya can atarken, sen niye Bermekî olmadığına dair belge istiyorsun ki?..Kaldı ki, sen bir Bermekî’sin!.. Bermekî olmaktan niye kaçınıyorsun?..” “Belge”yi almakta ısrar eden bahçıvan diyor ki; “Evet, bir Bermekî’yim... Ama, madem ki, benden bir istekte bulunmamı istediniz... Ben bu belgeyi istiyorum, başka da bir isteğim yok!” Halife Harun Reşid de; “Madem ısrar ediyorsun, istediğin belgeyi vereceğim sana” diyor ve daha sonra da, o belgeyi veriyor bahçıvana... Aradan yıllar geçer...Halife Harun Reşid, yattığı “uyku”dan uyanır, “göz”leri açılır, “kulak”ları duymaya başlar...
“Civar ülkelerden gelen uyarılar”ın ve “halktan yükselen tepki”lerin, hiç de yersiz olmadığını düşünmeye başlar!.. Bermekîler ; Halife Harun Reşid’in kendilerine beslediği “büyük güven ve yakın ilgi”yi “istismar” ederek, sadece “Saray kademeleri”ni değil, “eyaletleri de kendi yandaşları ile yönetmeye” başlarlar!..
Devletin her kademesini anlayacağınız bir “ur” gibi sarmışlar, en ücra yerlerine bile “kendi adamlarını” yerleştirmişlerdir!..
Yattığı “derin uyku”dan uyanan Halife, Bermekîlerin “ bir devlet içinde devlet” kurmak için uğraştıklarını “ülkenin her yanını ele geçirdiklerini” ve “kendisini devre dışı bıraktıklarını” fark edince, derhal emir verir:
“Bermekîleri kılıçtan geçirin!..Yaşlılarını da zindana atın!” Emir, yerine getirilir!.. Bermekiler öldürülür. Peki, “bahçıvan”a ne olur?.
. Halife’nin emri üzerine, görevliler “bahçıvan”ın evine de giderler... Ya kılıçtan geçirecekler, ya hapse atacaklardır!..
Ama, bahçıvan; hemen, “Bermekî olmadığına” dair, “Halife imzalı belge”yi gösterir!..
“Gördüğünüz gibi, ben Bermekî değilim” der ve kellesini kurtarır!.. “Kılıçtan geçirme ve zindana atma operasyonu” sona erince, Harun Reşid, son durumu öğrenmek için “kurmay”larını çağırır ve sorar; “Emrimi yerine getirdiniz mi?”
Kurmaylar der ki;
“Listedeki herkes; ya kılıçtan geçirildi, ya zindana atıldı... Sadece bir adam kaldı... Ama, ona dokunamadık, çünkü elinde sizin imzaladığınız bir belge vardı!”
Halife; “Hatırladım ben onu... Onu bulun ve bana getirin” der...
Bahçıvan huzuruna getirilince, Harun Reşid sorar adama;
“O gün, Bermekî olmadığına dair, benden ısrarla belge istedin... Ben de verdim... Peki, bugünlerin geleceğini nereden anladın?”
Bahçıvan der ki; “Sultanım; hani, o elmayı koparmak isterken, vezir, sizin omzunuza basmıştı ya... İşte o an dedim ki; eyvah, bizim sonumuz geldi!”
Harun Reşid, araya girip; “Ama ben söyledim omzuma basmasını” deyince, bahçıvan der ki;
“Farketmez sultanım... Sizin, Sultan olarak, vezirinizin omzunuza basmasını istemeniz bir alicenaplıktır, büyüklüktür... Siz istemiş olsanız bile, vezirinizin omzunuza basması ise; hem şımarıklık, hem hadbilmezlik, hem de küstahlıktır!..Sizin omzunuza basıp meyveyi koparmak yerine, pekâlâ beni çağırabilir ve benden isteyebilirdi!..
Bir adam, vezir de olsa, sultanının omzuna basacak kadar cüretkâr ve hadbilmez olduysa, bunun sonu felâkettir!.. Ben, işte o gün bu felâketi gördüm ve sizden o belgeyi istedim.”
Evet, atalar ne demiş: "İslamın şartı beş ise altıncısı haddini bilmektir". Zira, unutulmamalı ki, haddini aşanlara Allah eninde sonunda haddini bildiriyor!”

İBRETTEN DERS ALMAYAN İBRET OLUR-2

FETÖ’nün nasıl bir yapı olduğunu daha iyi anlamanız için, Selçuklu Devletimizin yıkımında önemli rol oynayan ‘Hasan Sabbah hareketini’ araştırmanızı tavsiye ederim. İllegal örgüt yapılanmalarını, haramı-helali iptal etmelerini, münafıklık ve takiyeyi mutlaklaştırmalarını, suikast ve cinayetlerini ve yönetimi darbelerle içten zayıflatıp ele geçirme eylemlerini okuduğunuzda, Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayip Erdoğan’ın bunları “haşhaşi” diye tanımlamasının ne kadar yerinde olduğunu göreceksiniz.
15 Temmuz Haşhaşi Darbe Teşebbüsünden sonraki günlerde Ergenekoncu kalıntısı bazı kesimler; ülkemizdeki sorunun laikliğin uygulanmaması ve İslami kurumlar olduğuna işaret etikleri gibi, artık kendilerine ihtiyaç olduğunu ifade etmişlerdir. Halt etmişler tabi. Biz eski Türkiye’yi ve onların ne olduklarını unutmadık ki.
Müslümanlar Hakkın rızasını kazanmak için halka hizmet yolunda çeşitli metotlar uygulamışlar, sivil kurumlar kurmuşlardır. Haçlılar da bunları dejenere etmek / yıkmak / kontrol etmek için ellerinden geleni yapmıştır. İslami kurumlarımızdaki insani zaafları istismar etmeye çalışan batı(l), tabi ki kurumlarımıza da el atmıştır.
Böyle diye her ekoldeki kurumlarımızı reddetmek/karalamak yerine onları onarmak ve tedavi ederek desteklemek durumundayız. Yani pirincin içinde taş var diye hepsini toptan süpürmek yerine; Allah’ın Kitabı ve Resulü’nün sünneti çerçevesinde ayıklamalı, temizlemeliyiz. Batı(l)ın en çok saldırdığı yapılarımızdan biride tasavvuf ekollerimizdir. İbret almamız gereken FETÖ benzeri saldırılardan biri de Irak’taki kardeşlerimize uygulanmıştır. Bu yazımızda Ahmet Dinç’in Selis yayınevinde yazdığı “Babil’de Amerikan Tangosu-Saddam’ı Deviren Güdümlü Tarikat” kitabından bazı bölümleri, ders almamız dileğiyle paylaşacağım:
“Saddam’ın çevresinde 1990’lı yıllardan itibaren başlayan ve 2000’lere girildiğinde hızlanan öylesine beklemediği ve alışmadığı bir ağ örülmeye başlamıştı ki. Saddam’ın düşüş süreci aslında ne 10 Nisan’da Amerikan birliklerinin Bağdat’ı teslim almalarıyla ne de 20 Mayıs’taki Bush’un açıklaması ile başladı. Bu süreç, gizemli “Kesnizani” tarikatının, Saddam’ın bütün çevresini adeta bir örümcek gibi sarmasıyla başlamıştı.
Sayısız savaşların, entrikaların, saray darbelerinin, global güçlerin saldırılarının yıkamadığı Saddam’ı yıkan bu meçhul tarikat nereden, kim tarafından çıkartılmış, hangi beşiklerde sallanıp büyütülmüştü? Bir bakıma Saddam’ın kader örgüleri, iktidara tek başına geldiği 1970’lerden itibaren örülmeye/dizilmeye başlanmıştı. Hem kan ve şiddet üzerine kurduğu diktatörlük düzen, hem de onun sonunu getirecek organizasyon aynı anda sürmüştü. Saddam’ın en yakınındakileri kendine “mürit” yapan bu tarikat diktatörün her hareketini ve işini an be an tarikat şeyhinin oğlu Nehru’ya ulaştırmış oradan da bilgiler MOSSAD ve CIA’ya akmıştı. Kesnizani tarikatı aslında vaktiyle Kadiri tarikatının bir kolu idi. Kesnizan, Süleymaniye tarafında bir Kürt aşiretiydi. Aşiretin lideri olan kişi aynı zamanda Kadiri’nin bu kolunun da başında bulunuyor, halife statüsü taşıyordu. Kürt kökenli Şeyh Abdulkerim Kesnizani, Kadiri şeyhinden el almış mütevazi bir tekke halife/şeyhi olarak Süleymaniye civarındaki üssünde son nefesini verince yerine oğlu Muhammet geçmişti. Kesnizani tekkesinin ve belki de Irak’ın kaderi posttaki işte bu değişiklikten sonra başlamıştı. Oğul Şeyh Muhammet’in tarikatta bazı ‘dönüşümler’ gerçekleştirdiği ve İsrail/MOSSAD/CIA gibi ilginç bağlantılara sahip olduğu biliniyordu. Şeyh Muhammet o kadar giz(em)li biriydi ki basında çıkmış fotoğrafı dahi yoktu. Hakkında bilinenler ise birkaç satır malumattan ibaretti. Tarikat, baba Şeyh Abdulkerim zamanında ve Şeyh Muhammet’in ilk zamanlarında BAAS rejimine ve Saddam’a bağlılık görüntüsü taşıyor, hatta rejime eleman ve silah temininde rol oynuyordu.
Tarikatın, Kadiri bünyesinden tam olarak ayrılması, MOSSAD/CIA ilişkilerinin kurulması, müritlere hahamların ders vermesi, Şeyh’in yazdığı kitapta Kabbala gibi mistik Yahudi kaynaklarından alıntıların yer bulması gibi ‘dönüşüm’ işaretleri 1990’ların başlarında daha kesin ve keskin şekilde fark edilmeye başlanmıştı. Tarikatını yeniden kurduktan sonra Şeyh Abdulkerim Kesnizani sadece Kürtlerden değil Türkmenler dahil Irak’ın bütün İslami renklerinden kendine mürit edinmeye başlamıştı. Kadiri geleneğinde kanlı-bıçaklı cezbe halleri ve gösteriler ülkede önce ve herkesten ziyade askerlerin ilgisini çekti. Zira erinden generaline kadar Irak askeri yıllardır kanın, ölümün içinde idi. Kafasına kama saplanıp, böğrüne kılıç girip, kurşun değip ölmeyen müritlerin durumu askerleri haliyle tarikatın müdavimi, müridi yapmıştı. Askerler arasında Kesnizanilik öylesine yaygınlaştı ki Genelkurmay Başkanı Mareşal Ayat Fetih El-Ravi, Hava Kuvvetleri Komutanı Mareşal Hamit Şaban, Umumi Askeri İstihbarat Başkanı Mareşal Vefik El-Samarayi de Şeyh Muhammet Kesnizani’nin ayağını öpüp mürit olmuşlardı. Devletin emniyet biriminin ve istihbarat birimi El-Muhaberrat’ın elemanları da aynı güzergahı izleyip Şeyhe hizmet etmeye başlamışlardı. Sadece askeri ve bürokratik kadroyu kendisine mürid yapmakla kalmayan Şeyh, Saddam’ın en yakınındaki isimleri de bağlamayı başarmıştı. Bunların arasında Saddam’ın iki kardeşi Vathan ve Barzan, karısı Sacide Hayrullah, oğlu Uday’da vardı. Belki bunlardan önemlisi, Saddam’dan sonra devletin ikinci adamı konumundaki İbrahim İzzet El-Düri’nin Şeyhe bağlanmış olmasıydı.
İsrail, Birinci Körfez Savaşından hemen sonra Kesnizanilerle irtibata geçip ilişkiyi geliştirdi ve ilerleyen dönemde birçok konuda sınırsız destek vermeye başladı. Öyle ki, devletin kritik bir noktasında bulunan ve tarikata girmek istemeyen kimseler, İsrail’in tarikata akıttığı paralarla ikna ediliyordu. Doğal yolların yanı sıra parayla da mürit satın alınıyordu. Destekler tabi ki karşılıklı olacaktı; Şeyh Muhammet de istihbarattaki müritlerden, gerekse Saddam’ın yakın çevresinden devletin üst katlarından aldığı bilgileri oğlu Nehru aracılığı ile MOSSAD’a iletiyordu. Nehru tarikatın İsrail ve Amerika ile ilişkilerden sorumlu veliahtıydı. ‘Savaşta özellikle Bağdat ve çevresinde Amerikan güçlerine hiç direniş gösterilmeyişi, Şeyh’in emrindeki generallere bağlayanlar vardı.’ Şeyh Muhammet tarikatını devletin ve siyasetin tam orta yerine getirmişti. Yeni Irak’ın polis teşkilatı kurulurken, örneğin Kerkük’teki bütün karakollarda en az beş Kesnizani müridi polis bulunacak şekilde atamaların yapılmasını bizzat Şeyh istemiş isteği yerine getirilmişti. Kerkük’te onlarca karakol bulunduğu ve Şeyhin aynı yöntemi diğer kentlerde de uygulandığını bilmek için fazla delile ihtiyaç yoktu. Böylece tarikatın sadece polis teşkilatındaki müthiş gücü hemen anlaşılabilirdi. Sadece Kürtlerden değil, Türkmen ve Araplardan da birçok kişi Şeyh Kesnizani’nin müridi idi..
Bu gizemli ve karanlık tarikatın bütün Irak genelinde 3 milyona yakın mensubu bulunuyordu İsrail Irak’taki birçok işini bu tarikat üzerinden yürütüyordu. Bu çerçeveden bakıldığında İsrail’in Irak’ta siyasetin olduğu kadar (belki daha fazla) dinende çok tesirli olduğu sonucuna varılabilirdi. İsrail böylece, Yahudi tarihindeki dönüm noktası vakalarda hep merkezi yerler işgal etmiş olan Mezopotamya’ya ilgisini sınırlı yöntemler üzerinden değil çok yönlü olarak sürdürüyordu. İsrail, tarihte Nabukadnezar’dan Selahattin Eyyubi’ye, oradan Saddam’a dek Yahudiler için hep bir esareti, yıkımı, tehlikeyi getirmiş olan Irak coğrafyasını artık bir tehlike olmaktan çıkartmak, kontrol altında tutmak, belki bunun en iyi yolu olarak ülkeyi üçe bölmek istiyordu.”
Yazar bunları 2004’te yazmış. Irak bu gün ne yazık ki üçe bölünmüş durumda. Batı(l), Irak’taki yapılanmanın bir benzeri FETÖ’de gördüğümüz gibi fitne-fesat operasyonlarıyla sivil kurumlarımızı kontrol etmeye çalışıyor. Bir yandan da PKK/PYD gibi terör örgütlerine ihaleler vererek terörist müdahalede buluyor. Yazımızı bir soruyla bitirelim. Türkiye’de 2012 yılında öldürülen teröristler içerisinde 32 teröristin İsrail vatandaşı Yahudiler olduğu ortaya çıktı ve İsrail devleti vatandaşlarının cenazelerini Türkiye’den aldı götürdü. Bu Yahudiler neden Türkiye’de öldüler? ***

İBRETTEN DERS ALMAYAN İBRET OLUR-1

15 Temmuz 2016’da ABD sömürgecilerinin güdümünde yapılan FETÖ/NATO askeri darbe teşebbüsüne karşı koyan kahraman Anadolu halkının zaferi, dünya silahsız sivil direniş tarihine geçecek güzel bir örnektir.
FETÖ, Müslümanların bütün samimi duygularını istismar etmiş, altın nesil iddiasıyla yola çıkanlar yetiştirdikleri gençleri, Hasan Sabbah’ın günümüz temsilcisi olan örgüt lideri “Bizim hizmetimizin felsefesi bir yerlerde bir ev açmaktır ve örümceğin sabrıyla ağlarımızı öreceğiz, insanların gelip bu ağlara düşmesini bekleyeceğiz ve ağlara düşenleri eğiteceğiz.” diyerek işe başlamış; sonra ağlarına düşenleri devletine/hükümetine kasteden, halkına kurşun sıkıp bomba atan, milletin meclisini ve diğer kurumlarını tankla, uçakla bombalayan, yüzlerce vatandaşını-askeri-polisi şehit eden; vatan haini, devlet-millet-ümmet düşmanı örgüt mensubu haşhaşi militanı yapabilmiştir.
Bu alçak saldırı herkese ders olmalıdır. Müslüman aynı delikten iki kere ısırılmaz.
Deniz pislik tutmaz derler. Eninde sonunda içindeki yabancı cismi kabul etmez, dışarı atar. İslâm dünyası da öyledir. Müslümanların arasında yapılan örgütlenmeler eğer İslam’a uymuyorsa veya zamanla bozulmuşsa, belli bir süreçte ayarı ortaya çıkmakta, iflas etmekte ve genel olarak dışlanmaktadır.
Yeni Türkiye on yıldan fazla halkının hizmetindedir. Sivil Toplum Örgütleri taleplerini, uyarılarını demokratik, sivil, barışçı yollardan ve hukuk çerçevesinde bildirirler. İslami çizgide olan veya olmayan bütün STK’lar da bulunan Müslümanlar artık daha ayık, daha uyanık olmalıdırlar. Devlete karşı veya kendini devlet olmaya/ele geçirmeye uyarlamış yapılardan, dini ve milli duyguları radikal bir şekilde kullanan, bölücü ve yıkıcı illegal örgütlerden uzak durulmalıdır. Bir Müslümanın bulunduğu toplulukta devletine karşı düşman ediliyorsa, kendi ismi yerine kod adı ile çağırılıyorsa, silah kullanmaya, illegal eylem yapmaya ve teröre özendiriliyorsa, lideri için hata yapmaz-günah işlemez deniyorsa, Kur’an’a ve sünnete uymayan söylemler ve hareketler söz konusu yapılıyorsa oralardan hemen uzaklaşılmalıdır. Yasalara uymayan gizli bütün yer altı örgütlenmeleri mutlaka kötü niyetli kişilerin, yabancı istihbarat servislerinin oyuncağı olurlar, iyi niyetli insanlarımızı kullanırlar. Örnek vermeye gerek bile yok, 15 Temmuzda bunların en azgınının yaptıklarını gördük.
Haçlılar, görevleri gereği Müslümanlara saldırılarında çeşitli stratejiler uygulamışlardır. İslam coğrafyası da saldırılara karşı direnmekte, zulme rıza göstermemektedir. Buna Hak-Batıl mücadelesi diyoruz. Bu mücadele kıyamete kadar sürecektir.
İçinde bulunduğumuz zaman diliminde batı(l) saldırılar zaman zaman doğrudan olmakla birlikte, genelde Müslümanları birbirine kırdırmaya dönük projelerle uygulanmaktadır. Emperyalist batı bunun için önce mezhep/milliyet/tarikat/parti/cemaat taassubu ile Müslümanları bölmekte, birbirini kırması için yardım etmekte, Müslümanlar iyice zayıflayınca da üstlerine çökmektedirler. Afganistan, Pakistan, Irak, Suriye. Mısır, Libya, Filistin ve diğerlerinde yaşadığımız gibi…
Batı(l), Müslümanların zulme/küfre karşı uyguladıkları farklı direniş metotlarını çeşitli oyunlarla kendi lehlerine çevirebilmekte ve kontrol edebilmektedirler. Mesela Afganistan’da silahlı direnişle sömürgeci İngiliz-Rus-ABD ordularını farklı tarihlerde defedebilen mücahitler, batı(l)ın fitneci istihbarat oyunlarıyla başa çıkamamışlar, mezhep / milliyet / tarikat / parti (hizip) / cemaat taassubu ve farklılığıyla birbirlerine ve kendi ülkelerinin halklarına silahlarını doğrultarak eylemler yapmaya başlatılmışlardır. İşgalci Rus İvanına, ABD conisine karşı kahramanca direnen mücahitlerin yerini haçlının fitne-fesat projeleriyle bugün Ortadoğu’da, Afrika’da genelde Müslüman halklara karşı ihale alan DEAS ve benzeri terör örgütleri almışlardır. Son yıllarda Lübnan Hizbullah’ının İsrail yerine Suriye halkına silahlarını çevirmesi de aynı batı(l) cephesinin bir oyunu ve görevlendirmesidir. Taassup sahiplerinin bunların yaptıklarına kulp takması hiç de inandırıcı gelmemektedir. Bir zamanlar bütün dünya Müslümanlarının duasını alan, şimdi ise nefretle anılan silahlı örgütler bu tür hareketlerin risklerini-zaaflarını göstermektedir.
Bir sonraki yazımızda iyi niyetle yola çıkılan bir tarikat hareketinin çizgiden çıktığında o ülkenin yıkımında nasıl rol alabildiğini paylaşacağız…
***