20 Kasım 2008 Perşembe

GÜNDEME DAİR

E-posta adresime gelen soruları mümkün olduğunca aynı yolla cevaplamaya çalışıyorum. Soruların konusu genelleşince biraz daha genişçe bir şekilde sizlerle de paylaşmak istedim. Kardeşlerimizin yoğunlaştığı sorular genellikle AKP’ye neler olduğu ve yurt içinde olup bitenlerin analizi ile ilgili.
AKP’nin ilk probleminin ülkemizdeki geleneksel parti yapılanmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Bu konuda yazdığım “STK PARTİLER VE KADRO “ konulu çalışmamda siyasi partilerimizin “Yüceltilmiş, efsaneleştirilmiş veya kahramanlaştırılmış liderler etrafında oluşturulmuş olduğunu, bu oluşumun kendini sağda veya solda olarak tanımlayan bütün partilerde değişmediğini bu yüzden lider partisi olmaktan ileriye gidilemediğini, bizde kurulan veya oluşturulan siyasi partilerin kurumsal yapıya yeterince sahip olamadan yaşamaya başladığını, Türkiye’mizde siyaset yapanların kadro hareketi olarak değil de, lider vizyonu ve misyonu ile genellikle vitrinde siyaset yapabildiğini, onların devlet yönetimini güçlü kılacak, plan ve programlarını halka anlatarak kamuoyu oluşturacak bir taban inşaları ve fizibilite yapan, partiyi düşünceleri ile besleyen merkezlerini de oluşturamadıklarını ve bu durumun hem partilerini zayıflattığını hem de otoriter devlet yapısını ve karanlık yapılanmaları güçlendirdiğini; dolayısıyla son iki yıldır hükümette yaşanan sıkıntıların kökeninde en çok bu sorunların olduğunu” anlatmıştık.
Bu artık ‘gelenekselleşmiş’ sorundan kurtulabilmenin çaresini de “Bütün siyasi hareketlerin bundan böyle düşünce kuruluşlarını ve toplum mühendisliği yapan birimlerini oluşturacak, onları kamuoyu ve kamu kuruluşları ile buluşturacak, tanıtacak ve programlarını ortaya koyacak güçlü kadrolarını oluşturmaları gerektiğini ve hemen ardından bugüne kadar süregelen lider vizyonu ve onun kahramanlaşmasını sağlayan efsanelerle hareket etme ve siyasi biçimlendirme devrinin bitirilmesiyle birlikte artık kadro hareketlerinin ön plana çıkarılmasının gerekli olduğu” şeklinde belirtmiştim.
Buradan yola çıkarak Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın özellikle son iki yıldan beri izlediği yolun, kendisine ve partisine puan kaybettirdiği gibi ülkemizdeki demokratikleşme sürecini de dondurduğunu üzülerek söyleyebilirim.
Kendisine oy veren seçmenlerinin, istediklerinin tam aksine hareket etmesi bir parti için sonun başlangıcıdır.
Seçmeninin iç politikada çözümünü istediği konular; en başta Müslümanların ve Kürtlerin demokratik haklarının verilmesini kapsayan bir dizi reformların yapılmasıydı. Bunun için “Sivil Anayasa” çalışmaları yapılmıştı. Ama yanlış zamanda ve mekânda yaptığı başörtüsü açıklamalarıyla hepimizce bilinen süreç başlatıldı ve sonunda da sivil anayasa çalışmaları rafa kaldırıldı, tabi bütün reformlarda birlikte. Bu reformlar yargıda, orduda ve kamu yönetiminde yapılabilecek idari-sosyal-siyasi-ekonomik değişiklikleri kapsayacak, ülkemizdeki demokratik süreci hızlandırarak özlediğimiz devlet-millet bütünleşmesini pekiştirerek iç huzuru sağlayacaktı.
Ayrıca gelinen bu son durum “Ergenekon Davası”nın arka plana atılmasına da sebep olmuştur. Anadolu insanına bildik bileli zulmeden ve kanını döken bu kanlı terör örgütünün yargılanmasında çekingen davranılarak neredeyse gözlemci statüsüne düşülmüş ve gelinen ortamda asrın en önemli davası arka planda kalmıştır. Hele hele gerek Sayın Başbakanın gerekse onun bazı bakan ve milletvekillerinin gerilim isteyen çevreleri muhatap alarak; halkımızın beklemediği açıklamaları Anadolu insanı tarafından “Her kemalin bir zevali vardır” şeklinde yorumlanmaya başlanmıştır.
Anadolu insanı zamanı geldiğinde, bütün ezilenlere ümit verecek kadrolarla yeni bir hareket oluşturmasını pekâlâ bilecektir. İç politikada barış ve kardeşlik oluşturacak reformları yapacak; dış politikada da ABD’den ‘tamamen’ bağımsız hareket edebilecek, Ortadoğu ve Ortaasya’da örnek ve lider olacak stratejik projelere inanan bir hareket için kadrolar elbette oluşacaktır. Anadolu bu insan zenginliğine sahiptir.
……………………….
Başta kendini 68 veya 78 kuşağı olarak tanımlayanlar olmak üzere bütün halkımız, geçmişte ABD tarafından hazırlanan senaryolara nasıl figüranlık yapıldığını, ülkemizde nasıl psikolojik ortam hazırlandığını yaşayarak gördük. Bu senaryoların başrol oyuncularının 27 Mayıs’larını,12 Mart’larını,12 Eylül’lerini,28 Şubat’larını, Anadolu çocukları canlarıyla ve kanlarıyla bedel vererek yaşadılar.
Bundan ders alarak; Türkiye’nin gündeminin ve ortamının yeniden bildik kaynaklarca şekillendirildiğini artık hepimiz görmeli, düşünce ve söylemlerimizi bunu dikkate alarak oluşturmalıyız. Bendeniz yurdumuzda bütün bu olup bitenleri halkımıza uygulanan ‘psikolojik savaş’ın sonucu olarak anlıyorum. Yani, hükümettekilerin statükoyu memnun edecek yeni söylemler ve eylemler geliştirmelerini; doğuda ve batıda kürtçü/türkçü ulusalcı sokak eylemlerinin ve gösterilerin aniden artmasını; Ergenekon uzantısı olduğu artık açıkça belli olan örgütün karakol baskınlarıyla çok sayıda askerimizi ve polisimizi şehit etmelerini ve bu baskınların farklı şekillerde yorumlanır olmasını ve bu anlamda basın-asker tartışmalarını; küresel krizin Türkiye’yi şu kadar zaman sonra etkileyeceğini gazete ve televizyonlarında, haberlerinde hatta dizi filmlerinde bile sürekli ama sürekli vurgulayarak kamuoyunun ve piyasanın etkilenmesinin/gerilmesinin sağlanmasını ve hemen ardından IMF’ye hiçbir şekilde ihtiyaç olmadığı bütün ekonomistlerce bilinirken ve söylenirken birden bire fikir değiştirip statüko yanlısı işadamlarının talebi doğrultusunda söylemler geliştirilmesini kendiliğinden oluşan olaylar olmadığını düşünüyorum.
Peygamberimizin (as) “Müslüman aynı yılan deliğinden iki kere ısırılmaz” uyarısını dikkate alacak olan halkımızın, yine her zaman olduğu gibi ABD’nin talepleri doğrultusunda hazırlanan bu dekora/sahneye figüran olmayacak ferasete sahip olacağına inanıyorum.
***
E.Ahmet HATİP
hatipce@gmail.com

6 Kasım 2008 Perşembe

YARINLAR İÇİN DÜŞÜNCE PLATFORMU 4.YAZ ÇALIŞMA KAMPI İZLENİMLERİ

Yarınlar İçin Düşünce Platformu 10-11-12 Ekim tarihlerinde Antalya Dedeman Otel’de IV. Yaz Çalışma Kampı’nı gerçekleştirdi. Türkiye’nin çeşitli illerinden gelen üyelerimiz ve akademisyenler bu üç günlük beyin fırtınasında yer aldılar.
Türkiye’mizin geleceğiyle ilgili yapılan analizler ülkemiz sorunlarının çözümüne ışık tuttu. Yapılan 21 tebliğde “Türkiye’nin Yeniden Yapılanmasında Muhtemel Gelişmeler ve Sonuçları” ile “Türkiye’nin Bölgesel ve Uluslararası Yeni Vizyonu” konularında yapılan analizler paylaşıldı.
Yönetim Kurulu üyesi Aydın Bolat toplantının ana hatlarını oluşturan konuları ve bu konuların gündeme taşınmasındaki sebepler konusunda şunları söyleyerek konuşmasına başladı: “Üzülerek belirtmek isteriz ki, Sivil ve Demokratik Yeni Anayasa’nın gerçekleştirilebilmesi için 3. Yaz Çalışma Kampı’nda ve sonrasında hükümete ve TBMM’ne konuyla ilgili çalışan tüm birimlere destek verip, görüş ve düşüncelerimizi iletmemize rağmen başarısız olmaları, tarihi bir sorumluluktur. % 47 halk desteğine rağmen Sivil ve Demokratik Yeni Anayasa’nın gündemden düşmesi, büyük nispette iktidarın sorumluluğundadır. Yeni Anayasa, gündemde gümbür gümbür yer almışken, Üniversitelerde türban özgürlüğü olarak nitelenen Anayasa’nın 10. ve 42. maddelerindeki mevzii ve basit bir değişikliğin Başbakan tarafından gündeme getirilmesi ve sonunda reddedilmesi, Türkiye’nin değişim süreci için gerçekten talihsizlik olmuştur. Hem murad edilen türban özgürlüğü gerçekleşmemiş, hem ülke gerilim ve kargaşaya sürüklenmiş, hem de aynı dönemde ciddi olarak üzerine gidilen Ergenekon yapılanması gündemden düşürülmüştür. Ayrıca bu dava, 14 Mart 2008’de AK Parti kapatma davasının gerekçesi olmuştur. Böylece, Türban özgürlüğü konusuna zarar verilmiş, TBMM iradesi ve siyasal iktidar, yargı vesayeti ile kuşatılmıştır. Değişim sürecinden rahatsız olan statüko ve küresel güçlerin oyununa gelindi ve yazık oldu. Bunun da bu kertede tespit edilmesinde fayda olduğu kanaatindeyiz. Sonuç olarak; Anayasa değişmeyince kurumlardaki sorunlar çözülememiş, yargıda, orduda, kamu yönetiminde yapılabilecek idari, siyasi, sosyal ve ekonomik bütün reformlar yapılamamıştır. Yeni Anayasa, önemine binaen daima Türkiye’nin gündeminde olacaktır. Haliyle 4. Yaz Çalışma Kampı’nda da gündemin başında bulunuyor.” dedi.
“ Demokrasilerde Siyasi Partilerin Durumu ve Biz” konusunu Polis Akademisi Güvenlik Bilimleri Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ali Şafak sundu. Daha sonraki oturumlarda ise; Gazi Üniversitesinden Prof. Dr. Hasan Tunç “Türk Anayasa Yargısı ve Değişiklik Önerileri”, Selçuk Üniversitesinden Doç. Dr. Selçuk Aydın “Türkiye’nin Sosyal Yapısı”,Gaziantep Üniversitesinden Doç. Dr. A.Atilla Uğur “ Etkin Devletin Önünde Duran Engel: Patrimonyal Bürokratik Anlayış”, 19 Mayıs Üniversitesinden Prof. Dr. Cafer Marangoz “Türkiye’de Yüksek Öğrenimin Yeniden Yapılandırılması”, Başbakanlık İnsan Hakları Başkanı Prof. Dr. Hasan Tahsin Fendoğlu “Türkiye’de İnsan Hakları Kurumsallaşması”, (E)Cumhuriyet Başsavcısı Hukukçu Reşat Petek “Yargı Reformunda Öncelikler ve Öneriler”, Araştırmacı Yazar Altan Tan “ Kürt Sorununda Çözüme Doğru” , Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı Başkanı Avukat Necati Ceylan “ Türkiye’nin Değişiminde Sivil Toplum Örgütleri” Gaziantep Üniversitesinden Doç. Dr. Arif Özsağır “Dünyadaki Ekonomik Krizin Türkiye’ye Etkileri ve Alınması Gereken Tedbirler” , Gazi Üniversitesinden Prof. Dr. Haydar Çakmak “Avrupa Güvenliği, NATO ve Türkiye”, Kocaeli Üniversitesinden Samir Sahla “ Türkiye Ortadoğuda Nasıl Bir Rol Oynamalı?” Hacettepe Üniversitesinden Prof. Dr. Şule Erçetin “Dış Politikada Barış Zekası” , Sarejevo Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Mehmet Can “ Türkiye Dış Politikasının Gürcistan-Rusya Savaşı ile Sınavı”,Gazi Üniversitesinden Yrd. Doç. Dr. M. Seyfettin Erol “2.Kırım Savaşına Doğru Türkiye – Rusya ve Diğerleri”, Selçuk Üniversitesinden Yrd. Doç. Dr. Caner Arabacı “Dünden Bugüne Türk Birliği Düşüncesi”,Prof. Dr. Mehmet Çiftlikli “Orta Asya ve Türk Dünyasında Yeni Stratejilere Bakış”, Irak Cumhurbaşkanlığı Türkmen İşleri Müsteşarı Dr. Muzaffer Arslan “Kerkük, Irak ve Irak Türkmenlerinin Geleceği ve Türk Dış Politikası”, Kanal A Televizyonu Genel Yayın Yönetmeni Alper Tan “Türk Dış Politikası ve Ortadoğu Sorunları”, Özbekistan’ın Ankara Büyükelçiliği’nden Nadir Haşimoğlu “ Özbekistan-Türkiye İlişkileri”, Suriye Büyükelçiliği Müsteşarı Dr. Velid Rıdvan “ Ortadoğu’daki Değişimde Türkiye’nin Duruşu” konularında analiz çalışmaları sunuldu. Bu analizler üzerinde değerlendirmeler ve müzakereler yapıldı.
Bu arada Yarınlar İçin Düşünce Platformu Yönetimi yaptığı açıklamada; bugüne kadar ulusal anlamda sekiz panel ve sempozyum düzenlediklerini, dört çalışma kampı gerçekleştirdiklerini, dergimizin 37. sayısıyla 4. yayım yılına girdiğini, açılan bölge şubelerinin işlevlerine devam ettiğini ve bu anlamda bir dernek ve STK olarak görev ve misyonumuzu tamamladığımızı belirterek ‘Kurumsal, bilimsel ve etkin uluslararası vizyonu ortaya koymak için yeni bir yapılanmaya girildiği müjdesini verdi. “Stratejik Düşünce ve Araştırma Vakfı” ile onun bünyesinde kurulacak olan “Stratejik Düşünce Enstitüsü” çalışmalarının devam ettiğini belirtti.
“ IV.Çalışma Kampımızın Sonuç Bildirisi Hazırlama Komisyonu şu kararları aldılar: “Türkiye’nin yeniden yapılanmasında muhtemel gelişmeler ve sonuçları” ile “Türkiye’nin bölgesel ve uluslar arası yeni vizyonu” ana başlıkları altında sunulan bildiriler ve müzakereler sonucunda aşağıdaki hususlarda mutabakata varılmıştır.
1. Yeni ve demokratik bir anayasa en kısa sürede hazırlanarak ülkemiz darbe ürünü anayasadan kurtarılmalıdır. Demokratik anayasaların vazgeçilmezlerinden olan, insan haklarına dayalı, temel hak ve özgürlükleri güvence altına alan, sosyal hukuk devleti ve hukukun üstünlüğünü gerçekleştirmek temel amaç olmalıdır.
2. Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) anayasal bir kurum olmaktan çıkarılarak yeniden yapılandırılmalı ve üniversitelerdeki saltanat kaldırılmalıdır.
3. Yargı reformu öncelikle gerçekleştirilmelidir. Özellikle Anayasa Mahkemesi yeniden yapılandırılmalı; bu çerçevede Anayasa Mahkemesinin üyelerinin seçiminde yasama,yürütme ve yargı organlarının dengeli katılımı sağlanmalıdır.
4. Odalar ve barolar gibi kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının sivil toplum örgütü olarak gösterilmesine son verilmeli; gerçek sivil toplum kuruluşlarının önlerini açacak yasal düzenlemeler yapılmalıdır.
5. Her türlü yatırımın ülkeye girişinin önündeki engellemeler kaldırılmalıdır.
6. Eğer yukarıda ifade edilen konularla ilgili olarak köklü yasal değişiklikler, mevcut parlamento tarafından yapılamıyorsa, 2009 yılındaki yerel seçimlerle birlikte milletvekili seçimleri de yapılarak TBMM, yargı vesayetinden kurtarılmalıdır.
7. Soydaş ve akraba ülkeler, siyasi ve ekonomik olarak “Türk Birliği” adı altında bir araya gelmeli ve bunun öncülüğünü Türkiye üstlenmelidir. Kafkasya’daki çatışma ve çıkar kavgalarının önüne geçebilmek için “Kafkasya Paktı” oluşturulmalıdır.
8. Türkiye, tarihi ve kültürel bağı olan topluluklarla da sıkı münasebetler geliştirmelidir.
9. Türkiye, Irak’ta etnik, dini ve mezhebe dayalı ayrım gözetmeksizin etkin politika yürütmeli; Musul,Kerkük ve Irak Türkmenlerinin de güvenlik ve çıkarlarının temini ve korunmasını sağlamalıdır.
10. İslam Konferansı Teşkilatı(İKT), dünya politikalarını etkileyebilecek güçlü bir kurumsal yapıya kavuşturulmalıdır. İslam ülkeleri arasında siyasi, ekonomik, kültürel, ilmi, askeri ve istihbarat konularında birlik sağlanmalıdır. Bunun öncülüğünü de Türkiye yapmalıdır.
11. ABD ve NATO ile olan ilişkilerimiz sorgulanmalı, bölgesel ve uluslar arası politikalar oluşturma ve uygulamada Türkiye’ni bağımsız hareket edebilmesi sağlanmalıdır.
12. AB müzakere sürecinin gerektirdiği reformlar en hızlı şekilde gerçekleştirilmeli; demokratik hak ve özgürlüklerin her halükarda teminat altına alındığı güçlü bir sosyal hukuk devletinin tahakkuku mutlaka sağlanmalıdır.
13. Bölgesel ve küresel güç olabilmek için Türkiye, vakit geçirmeksizin nükleer güce sahip olmalıdır.
Kamuoyuna saygıyla sunuyoruz.”

30 Ekim 2008 Perşembe

STK - PARTİLER VE KADRO ÜZERİNE

Anayasa Hukukuna göre, bir toplum içinde siyasi faaliyetlerde bulunan kuruluşlar sadece siyasi partiler değildir. Bugünkü demokrasilerde devleti sevk ve idare eden siyasi partileri ve siyasileri, onların oluşturduğu hükümetleri etkilemek ve baskı grupları oluşturmak için kurulan bir sürü sivil toplum örgütleri vardır. Bu sivil toplum örgütleri zaman zaman siyasi hayatı derinden etkiler ve yönetirler.

Siyasi partiler ile dışardan onları etki altına almak isteyen sivil toplum kuruluşları arasındaki en önemli fark hükümet olma veya olabilme sonucundan kaynaklanır. Siyasi partiler iktidar olup devleti sevk ve idare etmek için gayret ederler. Sivil toplum kuruluşları ise güçlerini siyasi partiler üzerinde baskı unsuru olarak kullanarak onların asli görevlerini daha iyi ve daha sağlıklı yapması için çalışmalar yaparlar. Bazı sivil toplum örgütleri ise var olan ideolojilerini menfaatleri için değiştirdikleri gibi zaman zaman ulusal veya uluslararası karanlık güçlerin elinde oyuncak olmaktan da kurtulamazlar. Bu durum istisna da olsa bazı siyasi partilerde de görülebilir. Son olaylarda ve Ergenekon davasında her iki gruptan da sanık durumunda bulunanlarını gördük.

Özellikle 28 Şubat antidemokratik sürecinde kendine sivil toplum kuruluşu adını veren örgütlerin karanlık iç ve dış odakların figüranlığını nasıl yaptıkları apaçık görülmüştü. Neyse ki iplikleri pazara çıkmıştır bunların. Geçtiğimiz günlerde çocukları sokaklara dökenlerin, onlara taş ve molotof kokteyli attıranların niyetleri de, yaptıkları da, neye hizmet ettikleri de apaçık belli değil midir sanki? Yine son dönemlerde görüldüğü üzere her türlü anti-demokratik safta yer alan, halkın çıkarlarını göz ardı edip statükonun tetikçiliğini yapan, sivil toplumla hiçbir ilgisi olmayan, neredeyse bir çeşit dukalık konumunda olan kuruluşların yeniden tanımlaması yapılmalıdır. Bu anlamda odalar ve barolar gibi kamu kurumu niteliğindeki bu tip meslek kuruluşlarının sivil toplum kuruluşu olarak gösterilmesine son verilmeli; gerçek sivil toplum kuruluşlarının önlerini açacak yasal düzenlemeler yapılmalıdır.

Ülkemizde olan bitenleri analiz ettiğimizde hükümet olmada birçok tıkanmaların yaşandığı ve acil olarak yapılması gereken reformların yapılamadığı görülmektedir. Hükümet cesur reformlara en çok ihtiyaç duyulduğu böylesine önemli bir değişim sürecinde hiç de rahat hareket edememektedir. Bu reformlarla ilgili ilk aklımıza gelenler şunlardır:
a.Yeni ve demokratik bir anayasa en kısa sürede hazırlanarak ülkemiz darbe ürünü anayasadan kurtarılmalıdır.
b.Demokratik anayasaların vazgeçilmezlerinden olan, insan haklarına dayalı, temel hak ve özgürlükleri güvence altına alan, sosyal hukuk devleti ve hukukun üstünlüğünü gerçekleştirmek temel amaç olmalıdır.
c.Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) anayasal bir kurum olmaktan çıkarılarak yeniden yapılandırılmalı ve üniversitelerdeki saltanat kaldırılmalıdır.
ç.Yargı reformu öncelikle gerçekleştirilmelidir. Özellikle Anayasa Mahkemesi yeniden yapılandırılmalı; bu çerçevede Anayasa Mahkemesinin üyelerinin seçiminde yasama, yürütme ve yargı organlarının dengeli katılımı sağlanmalıdır.

AkParti’nin kapatılmamış olması demokratik değişim sürecindeki ülkemizin insanlarını tam olarak rahatlatamamıştır. Çünkü, Anayasa Mahkemesi tarafından çok ciddi bir uyarılmanın /ihtar edilmenin sonucu olarak özürlü bir konuma getirilmiştir. Ak Parti kapatılmamıştır ama şaibeli bir durum ortaya çıkarılmıştır. Hareket etmesi kısıtlanmış, eğreti bir iktidar konumuna getirilmiştir ve devamlı olarak en küçük bir hatada kapatılmanın gerginliğini yaşayacaktır. Bu yüzden önce; hem misyonunu hem de vizyonunu yenilemek zorundadır. Yepyeni bir yapısal değişikliğe giderek güç kazanmalıdır. Köklü yasal değişiklikler, mevcut parlamento tarafından yapılamıyorsa, 2009 yılındaki yerel seçimlerle birlikte milletvekili seçimleri de yapılarak TBMM, yargı vesayetinden kurtarılmalıdır. Halkımız kendinin yargı vesayetinden kurtarılmasını, acilen gerekli olan reformların yapılmasını istemektedir.
…………………
Cumhuriyet tarihimiz boyunca kurulan siyasi partilerin genelde yapısı itibariyle nereden, nasıl ve hangi amaçla kurulduğu belli olmadığı gibi programları bile teşkilatlarından habersiz bir biçimde hazırlanmıştır. Yüceltilmiş, efsaneleştirilmiş veya kahramanlaştırılmış liderler etrafında oluşturulmuşlardır. Bu oluşum kendini sağda veya solda olarak tanımlayan bütün partilerde değişmemiştir. Lider partisi olmaktan ileriye gidilememesi siyasi partilerin yöneticilerinden çok sistemin de göbeğinden bağlı olduğu siyasi, iktisadi, ekonomik ve idari iç ve dış etkenlerin baskısı altında olmaktan kaynaklanmıştır.
Bizde kurulan veya oluşturulan siyasi partiler kurumsal yapıya yeterince sahip olamadan yaşamaya başlamaktadırlar. Türkiye’mizde siyaset yapanlar kadro hareketi olarak değil, lider vizyonu ve misyonu ile siyaset yapabilmişlerdir. Onların devlet yönetimini güçlü kılacak, plan ve programlarını halka anlatarak kamuoyu oluşturacak bir taban inşaları ve fizibilite yapan, partiyi düşünceleri ile besleyen bir merkezleri de olmamıştır. Bu durum hem partileri zayıflatmış hem de otoriter devlet yapısını ve karanlık yapılanmaları güçlendirmiştir. Son iki yıla kadar yaşanan iktidar sıkıntılarının kökeninde en çok bu sorun vardır.

Siyasi hareketler bundan böyle düşünce kuruluşlarını ve toplum mühendisliği yapan birimlerini oluşturmak zorundadırlar. Onları kamuoyu ve kamu kuruluşları ile buluşturacak, tanıtacak ve programlarını ortaya koyacak güçlü kadrolarını oluşturmalıdırlar. Bu güne kadar süregelen lider vizyonu ve onun kahramanlaşmasını sağlayan efsanelerle hareket etme ve siyasi biçimlendirme devri bitirilmelidir. Artık kadro hareketleri ön plana çıkarılmalıdır.

Bu ülkenin geleceğine hazırlanacak siyasi hareketler ve kişiler köklü yapılanmalarını tamamlamadan, plan, proje ve düşünce üretim merkezlerini kurmadan veya arkalarına almadan, her an ve her zaman kamuoyu oluşturmayı beceremeden, devleti ve bürokrasiyi iyi tanımadan, en önemlisi güçlü bir kadro hareketi olarak ortaya çıkmadan adım atarlarsa kesinlikle başarısız olacaklarını bilmelidirler. Ayrıca bilinmelidir ki artık hiçbir siyasi hareket; bütün Anadolu’nun tamamını kucaklamadan, geleceğine umut vermeden, alt yapısını kurduğunu ispatlayamadan, ülke sorunlarının tamamına parmak basacak kadrosunun hazır olduğunu plan ve projeleriyle ortaya koymadan başarı şansını yakalayamazlar.

7 Ekim 2008 Salı

TERÖRÜN KAYNAĞI ERGENEKON’DUR

Aktütün Karakoluna yapılan hain baskın sonucunda 17 evladımızın şehid olması tüm Anadolu insanını üzüntüye boğdu. Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül’ün açıklamalarından alıntılayacağım bir iki cümlenin dikkatinizi çekeceğini sanıyorum: “Bu hain saldırı nasıl yapıldı? Kimler yataklık etti? Böyle bir saldırıya kimler kolaylık sağladı? Bunlar da sonuna kadar takip edilecek ve herkese bunun hesabı sorulacaktır…” Dağlıca baskınından sonrada şuna işaret etmişti Sayın Cumhurbaşkanımız: “Bakınız, teröristler sınırı kolaylıkla geçebiliyor ve aynı karakola beş ay aradan sonra bir kez daha saldırıyorlar. Irak'ın kuzeyinden de yoğun destek veriliyor, teröristlere…” Barakalardan oluşmuş bir ve uluorta bir yere kurulmuş karakolumuzun baskına uğramasından sonra çeşitli değerlendirmeler yapıldı. Bendenizin bu konuda cevabını aradığım sorular ise şunlar:
· Hep istihbarattan bahsediliyor. Güpegündüz (gece olsa da fark etmez ya) 350 eşkıya nasıl karakol yakınlarına kadar gelebildiler? (Anlaşılan o ki ABD’nin de istihbarat falan verdiği yok, verdikleriyle dağı taşı bombalıyoruz. Görülüyor ki onlar anlık istihbaratı saldırganlara veriyorlar.)
· Siyaset yapmaktan sağlam bir betonarme yapı bile oluşturmaya vakit ayıramayanların kulakları çınlasın. Dindar insanlarımızın aldıkları nefesi bile sayanlar acaba teröristleri niye aynı dikkatle göremiyorlar, özeleştiri yapmayı düşünüyorlar mı?
· Saatlerce süren çatışmaya neden takviye birlikler gönderilmedi? Hani uçaklar ve helikopterler?
· Çatışmanın Genelkurmaya duyurulması neden geciktirildi?
· Karakolun merkezle irtibatını kimler geciktirdi?
· Sıkıştıkça suçu K.Irak yönetimine atanlar; bu baskının ‘içerden destek alınmadan’ olabileceğine inanıyorlar mı?
· Bu saldırının asıl kaynağının, pkk’yı da organize Ergenekon olduğu neden göz ardı ediliyor? Terörle mücadele ettiğini söyleyenler Ergenekon örgütü tamamen çökertilmedikçe bu tip olayların bitmeyeceğini, terör olaylarının şu anda taşeronluğunu yapan pkk olmazsa sağcı-solcu-dinci-türkçü-kürtçü-ulusalcı başka başka illegal örgütler tarafından da yaptırılabileceğini bilmiyorlar mı?
· Bu ısmarlama terör eyleminin, Ergenekon teşkilatına yeni önemli operasyonlar yapıldığı, Genelkurmay Başkanımızın Doğu ve Güneydoğumuzda halkla yakınlaşma adına yeni adımlar attığı, Şanlıurfa dahil olmak üzere bölgemizde çok büyük ekonomik yatırımların yapıldığı ve yerel seçimlere az bir zaman kala düzenlenmesi bir tesadüf mü?
· Bu eylemin DTP’nin kapatılma davasının arifesinde yapılması da manidar. Bu partinin kapatılmasını saldırıyı düzenleyenlerin ne kadar çok istedikleri belli değil mi?
· Pkk’nın bu eylemi tek başına yapamayacağı malum. Okyanus ötesi güçlerce pkk’ya ihale edilen bu baskının, aynı okyanus ötesi devletin büyük bir ekonomik buhranla karşı karşıya olduğu sıralarda olması ve bu sıkıntılarının sebebi olarak; BOP projesinin engelleyicisi olarak gördüğü başta Türkiye olmak üzere Pakistan ve İran’ı sorumlu tuttuğu, Pakistan’dan intikamını kaos yaratarak aldığı, Türkiye’den de bu şekilde terörle intikam aldıktan sonra İran’a yöneleceğinin sözünün edildiği sıralarda yapılması da bir tesadüf mü?
· Anadolu’muzda Kürt-Türk çatışmasını isteyenler menfur emellerine hiçbir zaman kavuşamayacaklardır. Kardeşi kardeşe düşman edeceklerini sananlar boşuna uğraşıyorlar. Ama Altınova’da olduğu gibi batıdaki illerimizdeki bazı münferit olaylar ulusalcılarca Kürt-Türk çatışmasıymış gibi gösterilmeye çalışılırken (bu konuda da Ergenekon şakşakçısı kartel basını, gazete ve televizyonlarında canla başla görevlerini yaptılar), doğu illerimizden 17 şehidimizin daha farklı şehirlere gönderilmesi aynı projenin parçası değil midir?
· Bilindiği gibi bugün Irak toprakları ABD işgali altındadır. Yani ABD kendi toprakları olarak görmektedir buraları. Saldırganların bu bölgeden geldiği de ortada. 5 Kasım 2007’de anlık istihbarat paylaşımı yaptıklarını söyleyen NATO’nun başındaki ABD, 1952’den bu yana NATO üyesi olmamıza rağmen neden daha önceleri de bu paylaşımları yapmamıştı acaba? Son zamanlardaki operasyonlarda sözü edilen anlık sözde istihbaratların yanlışlığından birçok sıkıntıların yaşandığı da dile getirilmekte. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Robert Wood, ‘timsah göz yaşlarıyla’ Aktütün Baskını'nı şiddetle kınadıklarından söz ediyor bir kuklacı edasıyla. 10 Eylül 2007’de İngiliz Daily Telegraph gazetesinde çıkan ”ABD subayları, askeri helikopterle düzenli olarak Kandil’e gidiyor ve teröristlerle toplantılar yapıyor” haberlerinin daha iğnenin ucu olduğu özellikle bölgemizde yaşayanlarca malum şeyler. Her şey apaçık ortada değil mi? Mayıs 2006’dan beri özgürce ve izzetlice ABD’den bağımsız bir şekilde politika uygulayan ülkemiz artık NATO ile olan ilişkilerini de yeniden gözden geçirmeli değil midir?
· Özellikle Güneydoğu’daki sorunların çözümlenmesinde önemli katkılar sağlayacak, barış havası oluşturup kardeşlik duygularımızı perçinleyecek olan yeni “Sivil Anayasa”nın gündeme gelmesini bile istemeyenlerin ve engelleyenlerin neye hizmet ettikleri artık belli olmadı mı? Başta AKP hükümetinin, bütün sivil toplum kuruluşlarının ve aydınların yeniden bu konuyu gündeme getirmeleri gerekmiyor mu?
E.Ahmet HATİP-
hatipce@gmail.com

26 Eylül 2008 Cuma

OYUNA GELMEMEK GEREK

Okyanus ötesi güçler NATO’ya girdiğimiz 1952’lerden beri Anadolu insanıyla uğraşmayı kendilerine bir görev bilmişlerdir.Operasyonları devam eden Ergenekon ve benzeri yerli işbirlikçilerinin yardımlarıyla açıktan bir savaş uygulamak yerine ‘propaganda ve beyin yıkama faaliyetleri’ ile psikolojik bir savaş uygulamışlardır. Psikolojik Savaş projeleriyle insanlarımızı sağcı-solcu, laikçi-dindar, alevi-sünni, Kürt-Türk diye bölmeye ve birbirleriyle savaştırmaya çalışmışlardır. Üzüntü vericidir ki zaman zaman başarılı da olmuşlardır.

1957 den bu yana, 47 bin faili meçhul cinayetin arkasında ve neredeyse bir o kadar insanımızın ölmesine neden olan güneydoğudaki bölücü eylemlerin ardında Anadolu insanına karşı yürütülen bu psikolojik savaşın sonuçları vardır.

ABD ile ilişkilerimizi/konumumuzu değiştirdiğimiz 2006 yılından beri, güneydoğumuzdaki tetikçileri vasıtasıyla yaptırdıkları mayınlı ve suikast eylemleri gibi açıktan silahlı propagandalarının yanında psikolojik savaşlarını da sürdürdükleri görülmektedir. Bunu anlamak için başta kartel medyasını nasıl da acımasızca kullandıklarına bakmak yeterlidir sanırım.

Çinli General Sun-tzu’nun 2500 yıl önce, Türk Devletlerini parçalamak sürecinde kullandığı metotları anlatan kitabındaki (Ersan İnan-1997) psikolojik savaş yöntemleri bu günde aynen uygulanmaktadır. Çinli Generalin aşağıda sıralayacağım önerilerinin bu tip saldırıların hedefi olan Anadolu insanına hiç de yabancı olmadığını göreceksiniz.

Şunları söylüyor Sun-tsu:

Hasım ülkelerde iyi olan şeyleri gözden düşürünüz.
Hasım ülkelerin hakanlarının başarılarını küçük göstererek şöhretlerine gölge düşürünüz ve zamanı geldiğinde de kendi halkının onu hor görmesini sağlayınız. (Şu ilk iki maddeyi okuyunca 1950’lerden beri özellikle bildik basın yayın kuruluşlarının halkın seçtiği ve sevdiği yöneticilere karşı yürüttüğü kampanya gözümüzün önüne geliyor hemen. Rahmetli Menderes’e ve T. Özal’a ve N.Erbakan’a yazılı ve görsel basın yoluyla yapmadıkları kalmamıştı. Rahmetli Özal’ın Bakan Mehmet Keçeciler’in ‘akşamları taksicilik yapan bir öğretmeni anlatması üzerine’ bunu onaylar bir şekilde ”Benim memurum işini bilir” sözünü çok daha farklı bir alana çekip sanki onun rüşvet almaya cesaretlendirdiğine milleti inandırmışlardı. Şimdi de gazete ve televizyonların birçoğunda yapılan yayınlarda da bu metot uygulanmakta, hükümetin dolayısıyla Başbakan T.Erdoğan’ın her yapılan olumlu işi karalanmakta, çarpıtılmakta veya görmezden gelinmektedir. Son günlerde de şahit olduğumuz gibi iklim değişikliklerinden enerji sıkıntılarına kadar her konudaki günlük olaylar dolaylı olarak hükümeti karalama vasıtası olarak kullanılmaktadır. Sürekli kara bir tablo görüntüsü verilmektedir. Ayrıca yalan haber ve iftiracılığı basın özgürlüğü imiş gibi göstererek yaptıklarını meşru göstermeye çalışmaktadırlar. Bazı basın organlarının bu işi sadece maddi çıkar için yaptığı sanılmakta ise de asıl hedefleri, hatta kuruluş amaçları ülkemizin birlik ve beraberliğini bozmak isteyen güçlerin istedikleri ortamı hazırlamaktır.)
Adi ve aşağılık kişilerin işbirliğinden yararlanınız. ( Son Ergenekon Davasının tutanaklarında görüldüğü üzere; uluslararası istihbarat kurumlarına kendilerini satanlar; uyuşturucu kaçakçılarıyla, kadın tüccarlarıyla ve hırsızlarla işbirliği yaparak örgütlerine para kazandırdıkları gibi provokasyonlarında da her renkten örgütlerle, katillerle, cinsiyet değiştirmiş sapıklarla veya fahişelik yapanlarla bile işbirliği yapabildikleri görülmektedir.)
Düşman halkın kendi aralarında olan uyuşmazlık ve kavgalarını yayınız. ( Statükocuların hizmetinde olanların, Alevi-Sünni veya Kürt-Türk vs. diye, aslında bir zenginlik kaynağı olan farklılıkları düşmanlık vesilesi imiş gibi göstererek propagandalarda bulunmaları ülkemiz insanının sıkça tanık olduğu hain projelerdir. Son günlerde tanık olduğumuz bir başka örnekte ise benzeri ilginç gelişmelere şahit oluyoruz. Kürt vatandaşlarımızın önümüzdeki süreçte yapılacak, Sivil Anayasa’da açıklık getirilecek ve çözümlenmeye çalışılacak olan sorunlarının teröre karşı çıkamayan marjinal kalmış gruplarca sivri bir şekilde dile getirilmesidir. Bu şekilde, yapılacak olumlu değişikliklerin önünün kesilmesi için zihinlerde negatif bir önyargı oluşturulmak istenmektedir. )
Hasmınızın geleneklerini gülünç hale getiriniz. ( İster yöresel olsun isterse ulusal geleneklerimizin ve dini inancımızın alay konusu haline getirilmesi, sulandırılması, tahammül edilememesi konusunda özellikle televizyonlarda yapılan yayınların, oynatılan filmlerin-dizilerin hiç de yabancısı değiliz. )

Yaptıklarıyla Anadolu insanının duygularını, düşüncelerini hareketlerini kontrol altına almaya çalışan insanlık düşmanlarının emelleri ancak doğru bilgi sahibi olmakla ve aramızdaki sevgiyi ve güveni sürekli geliştirmekle engellenebilir…

6 Eylül 2008 Cumartesi

ERGENEKON TERÖR ÖRGÜTÜDÜR

2007’nin ortalarında Ümraniye’deki bir evde ortaya çıkarılan el bombalarıyla başlayan ve milletçe sarsıcı-şok edici gerçeklerle yüzleşeceğimizden beş-altı yıl daha sürmesi beklenen, Cumhuriyet tarihimizin en önemli temizlenme operasyonunun, bazılarının deyimiyle de ‘derin devlet davası’nın adı bu: Ergenekon.
İlk duruşması 20 Ekim’de yapılacak olan bu davanın sanıklarının içinde bulundukları organizasyonun nasıl oluştuğunu ve neler yaptıklarını, tutanaklardan ve tüyler ürpertici itiraflarından faydalanarak anlatmaya çalışalım.
Batılı devletlerin 1908 yılında, Osmanlı Devleti’nin içinde oluşturdukları gizli bir yapılanma, uyguladığı projelerle Osmanlı Devletinin yıkılmasında çok önemli roller üstlenmişti. Tarihi oluşumu 1908’lere dayanan bu gizli yapılanmanın, 1944’lerde ABD’nin kontrol alanına verilmemizden sonra kısmen şekil değiştirdiği ve 1952’de NATO’ya girmemizin akabinde ise tamamen ABD/NATO çizgisine göre yeniden biçimlendirildiği görülüyor.
Küresel bir hegemonya arzusunda olan ABD’nin, bu yapılanmanın operasyonel gücü olarak 1957’de kurduğu örgütlenmenin Mayıs 1993’ten sonra aldığı ad Ergenekon’dur. Bu anlamda 1908-1957 arası dönemi bir kenara bırakacak olursak neredeyse yarım asırlık gizli bir teşkilat söz konusu olan.
Bu çete 1957’den beri Cumhurbaşkanlığı makamları bile dahil olmak üzere devletin tüm kurumlarında yönetimi bir şekilde kontrol altına almıştı.1960 darbesi ve sonrakiler olmak üzere bütün askeri müdahalelerde şartların oluşması için planların bu teşkilat tarafından yapıldığı görülüyor. Seçimle veya atamayla işbaşına gelen bürokratlar genellikle bu yapıya uymuş, işbirliği yapmış veya görmezden gelmişlerdi. Rahmetli Turgut Özal gibi mücadele/müdahale etmeye kalkanlar ise bu organizasyon tarafından ortadan kaldırılmışlardır.
Bütün siyaset, medya ve iş dünyasının herhangi bir şekilde etkileneceği, sonrasında ise şekil değiştireceği ‘Ergenekon Davası’nda hiç akla gelmeyen isimlerin bile yargılanabileceği görülmektedir. Bu davada:
* 1957’den bu yana 40 binden fazla faili meçhul olayının sorumlusu olan bir çete yargılanmaktadır.
* Nerdeyse 10 yılda bir Anadolu insanının tepesine düşen, onun seçtiklerini iktidardan uzaklaştırıp neredeyse nefes bile almasına izin vermeyen darbelerin oluşmasına yol açan anarşi ve terörü azdıran,tanınmış isimleri katlederek ve bunu basın yoluyla dindar insanların üzerine atarak Anadolu insanını hareketsiz olmasını isteyen ve ’bir kişiye dokuz;dokuz kişiye bir pul’un reva görüldüğü, kurtların bile yapmayacağı taksimin yürümesini kolaylaştıran çete yargılanmaktadır.
* Solcu-sağcı-islamcı-ulusalcı-türkçü-kürtçü-milliyetçi örgütler kurarak veya bunları kontrol ederek Anadolu insanını bölen ve çocuklarını birbirine kırdıranlar/katledenler yargılanmaktadır.
* Askerimizi ve polisimizi şehid ettireni el altından besleyip/destekleyip sonrada şehidimizin cenazesi üzerinden siyasi çıkar elde etmeye çalışanlar yargılanmaktadır.
* İş dünyasında ön sıralarda yer alan, en vatansever pozisyonlarda bulunan bazılarının servetlerini meşru olmayan yollarla yüz kat arttırmalarını sağlayan, bunun için ortam hazırlayan, bundan da nemalanan bir çete yargılanmaktadır.

Mayıs 2006’da lağvedilen gizli yapılanmanın operasyonel gücü olan, dolayısıyla şimdi başsız kalan Ergenekon adlı çete ortadan kaldırılıyor. Siyasi iktidarın değil, devlet mekanizmasını kontrol eden milli kadroların başarılı çalışmalarıyla Cumhuriyet tarihimizin en önemli temizlenme süreci yürütülüyor.

ABD’yi kovan, kimliğimizi geri alan, başta Kafkaslar, Orta Asya, Orta Doğu olmak üzere bölgede ve yeniden şekillenen dünyada önder/lider ülke olmamızın yolunu açan ‘Yeni Türkiye’nin bu çete temizleme operasyonu ve davası ABD’nin ve onun yerli yardımcılarının bütün engellemelerine rağmen sonuna kadar gidecektir.

Çete destekleyicilerinin özellikle basın yoluyla oluşturmaya çalıştıkları sulandırma ve önemsememe gayretlerine rağmen, belgeler devletin en önemli kurumlarının defalarca kontrollerinden geçtikten sonra iddianameye girmektedir. Dosyalar kendi alanında uzman onlarca görevlilerden oluşan ekipler tarafından oluşturulmaktadır. Son kullanma tarihi geçmiş bazı liderlerin çete avukatlığını üstlenmeleri bile sonucu değiştiremeyecektir.

Anadolu insanımız “Kayıt Yok-Şart Yok-Egemenlik Milletin” ve “Darbelere Hayır!” Ortak Akıl sloganlarıyla seslendirdikleri, on binleri aşan katılımcının oluşturduğu mitinglerle bu sürece sonuna kadar destek vermektedir.

Bu davaya zaman zaman kurumlar içinde Ergenekon adına müdahale etmeye kalkanların ve direnenlerin olması bir şeyi değiştirmeyecek, milletimizin başına bela olan bu çete tarihin çöp sepetini boylayacaktır. Japon atasözünde denildiği gibi ‘Oyun bittikten sonra piyonlarda, şahta aynı kutuya atılırlar.’

Yani oyun bitmiştir!

***
E.Ahmet HATİP
hatipce@gmail.com

7 Ağustos 2008 Perşembe

AK PARTİ NE YAPMALI?

Sonunda Ak Parti’yi kapatma davası sonuçlandı. Ak Parti kapatılmadı ama laikliğe aykırı fiillerin odağı olmakla suçlandı.
Yapılan hazine yardımının bir kısmı kesilecek ama partinin kapatılmaması halkımızı oldukça sevindirdi. Diken üstünde bekleyen insanlarımız ve ekonomimiz aylar sonra rahat bir nefes aldı.
Davanın açılmasından sonraki günlerde yazmış olduğumuz “Gölge Etmesinler”,”Milletimi Kapatacaksınız? ” ”Sonuna Kadar Sahip Çıkılacaktır!” başlıklı analizlerimizde bu süreci Anadolu insanının başarıyla atlatacağını, oylarına sahip çıkacağını ve hükümete getirdikleri partilerinin kapatılamayacağını belirtmiştik.
Millet iradesini yok sayanların güçleri yetmedi, millet kendi iradesine sahip çıktı ve millet adına karar verdiklerini söyleyen yargı organları da milletimizin vicdanının yaralayamadılar.
Milletçe yaşadığımız bu sıkıntılı dönemin, olağanüstü gerginliklerin asıl sebebi; “derin devletin statükocu güçleri” ile “Milli İrade söylemiyle demokrasinin gelişmesini sağlamaya çalışan Anadolu insanlarının, bu toprağın evlatlarının” arasındaki çatışmalara dayanmaktadır.
Statükocu güçlerin silahlı çete gruplarının tasfiye edilmesi anlamına gelen “Ergenekon Operasyonları” ile üst düzey çete mensuplarının tutuklanması ve mahkemeye çıkarılmaları, demokrasi yanlısı devlet güçlerinin üstün başarıları ve güç gösterileridir.
Kapatma davasına muhatap olmuş bir partinin en sıkıntılı olduğu dönemde devletin içinden bir güçle desteklenmesi tabiî ki olumlu bir siyasi ortam ve sonuç yaratmıştır. Böylece halkımız sokaklara dökülmemiş, ekonomimiz de fazla bozulmadan normal seyrine dönmüştür.
Aslına bakarsanız Ak Parti’nin kapatılmamış olması değişim sürecindeki ülkemizin insanlarını tam olarak rahatlatamamıştır. Çünkü Ak Parti, Anayasa Mahkemesi tarafından çok ciddi bir uyarılmanın /ihtar edilmenin sonucu olarak özürlü bir konuma getirildi. Ak Parti kapatılmadı ama sanki kapatılmış gibi şaibeli bir durum ortaya çıkarıldı. Hareket etmesi kısıtlanmış, eğreti bir iktidar konumuna getirildi.
Ak Parti, en küçük bir hatada kapatılma gerginliğini sürekli yaşayacaktır. Cesur reformlara en çok ihtiyaç duyulduğu böylesine önemli bir değişim sürecinde hiç de rahat hareket edemeyecektir.
Bu yüzden Ak Parti önce hem misyonunu hem de vizyonunu yenilemek zorundadır. Ak Parti yepyeni bir yapısal değişikliğe giderek güç kazanmalı erken genel seçime gitmelidir.
Yerel seçimlerle genel seçimler birleştirilmelidir.
Yani bütün değişiklikler Mart 2009’a kadar tamamlanmalıdır.
Yepyeni bir TBMM’de; yenilenmiş yüzlerle ve yeni uzman kişilerden oluşmuş bir parti ve hükümet yerini almalıdır, tabi muhalefette öyle…
Yepyeni bir hükümet seçimden güçlenmiş bir şekilde çıkmalı ve hemen kendisini beklemekte olan reformlara yani, Anayasa, AB ve yargı reformlarına hızlı bir şekilde başlamalı ve çözmeli, Ergenekon davasının üzerine daha bir kararlılıkla gitmeli, Kürt-Ermeni-Kuzey Irak sorunlarını da hızla çözmelidir.
Bütün bu değişiklikler ancak yeni bir vitrin, yenilenmiş/güçlenmiş bir parti ve hükümet ile başarılabilir.
O zaman ufkumuz daha açık olacaktır.

12 Temmuz 2008 Cumartesi

SONUNA KADAR SAHİP ÇIKILACAKTIR!

Filozof Eflatun, Mağara İstiharesi’nde insanların doğdukları günden beri karanlık bir mağarada, zincirlenmiş bir şekilde mağaranın kapısına arkaları dönük olarak oturmaya mahkûm olduklarını söyler. Başlarını bile arkaya çeviremeyen bu insanlar, mağara kapısından içeri giren ışığın aksettiği karşı duvarda mağaranın dışında olup bitenlerin gölgelerini izlemektedirler. Bu gölgelerin ve yansımaların gerçek olduklarından yola çıkarak dış dünyayla ilgili değerlendirmelerde ve iddialarda bulunurlar. Bir gün içlerinden biri zincirlerinden kurtulur ve dışarı çıkarak gölgelerin asıl kaynağını görür. Bir süre sonra da mağaraya geri dönerek dışarıda gördüklerini eski arkadaşlarına anlatmaya başlar. Ama içeridekiler duvarda gördüklerinin zahiri olduğuna ve asıl gerçeğin mağaranın dışında yaşanmakta olduğuna bir türlü inanmak istemezler…
……………………………….
Karanlık mağarasındaki yansımalara alışıp ışığa/gerçeklere çıkmamakta direnerek anlatılanları bir masal veya bir komplo teorisi olarak tanımlayanların inatlarına inat, gelin biraz cesaret ederek mağaranın dışına çıkalım, zincirlerden uyuşmuş bedenimizi ve beynimizi kullanmaya, gözlerimizi de ışığa alıştırmaya çalışalım.

Türkiye’mizde 1 Mart Tezkeresi’nin sonrasında başlayan ‘Değişim Süreci’ Mayıs 2006’dan sonra çok daha hızlı ve geri dönülmez bir şekilde yol almaya devam etti.

Bu süreç millet-devlet yakınlaşmasını sağlayarak iç politikadaki bir kısım sorunları da ‘Sivil Anayasa’ ile çözme yolunu seçti. Ayrıca eski statükonun milletle savaşta kullandığı; “Ergenekon” adını taktıkları karanlık ve eli kanlı çeteleri de tasfiye etmeye başladı.

Bu tasfiye/temizlik hiçbir dış etkenin müdahalesi olmadan azimle yapılmaktadır ve sonuna kadar devam edecektir.

Dış politikada ise 1944’lerden beri ABD yörüngesinden çıkamayan ülkemiz bağlarını koparmış olarak ‘Yeni Türkiye Vizyonu’nu kendine özgü projeleriyle başarıyla yürütmektedir. Bu anlamda Türk Dünyasındaki birlik için Orta Asya ülkeleriyle; İslam dünyasıyla birlik olmak için de Orta Doğu ülkeleriyle yapılan ekonomik-siyasi-kültürel işbirliği çalışmaları başarıyla yürütülmektedir. Bu Yeni Türkiye, Osmanlı topraklarında yaşayan kardeşlerimiz için bir umut ve yeniden canlanma kaynağı olmuştur.

Başbakan Erdoğan’ın Irak Başbakanı Maliki ile imzaladığı “Yüksek Stratejik İttifak Belgesi” ABD’ye rağmen bölgede etkili olabildiğimizin önemli bir göstergesidir. Bundan sonra Türkiye ve Irak; diplomasi, savunma, ekonomi ve enerji konularında ortak politikalar üretebileceklerdir.

“Bu yakınlaşma politikaları, Osmanlı sonrası sömürgecilerin cetvelle çizdikleri sınırlara inat Irak ile gereksiz sınırlarımızın kalkması hayallerimizi güçlendirmelidir. Bu arada aynı hayalleri kurmaya, Suriye ve Nahcıvan sınırlarımız içinde ısrarla devam etmeliyiz.”

İşte içeride devlet-millet yakınlaşması, dışarıda ise yepyeni bir vizyon sahibi lider ülke olma adımlarımız kendilerini dünyanın hakimi gören ABD ve diğer sömürgeci ülkeleri haliyle telaşlandırmıştır. Kendileri dış politikada engelleyici siyasi mücadeleler yaparken içerideki bildik işbirlikçilerini ve çetelerini tekrar milletimizin üstüne salmaya başladılar.

İşte ülkemizdeki bütün toz-dumanın ve gürültünün asıl sebebi budur.

Bütün engellemelere rağmen kendi temsilcilerini iktidara getiren ve kendi Cumhurbaşkanını seçen aziz milletimiz bu defa da, karşılarına dikilen statükonun yargı engeline rağmen seçtiklerine sahip çıkacaktır!

Halk düşmanlığı, millet düşmanlığı, rengarenk darbe tehditleri, provokasyonlar artık bırakılmalıdır!

Milletimiz artık bu inatlaşmanın Ak Parti’yle, bölücülükle, irticayla, başörtülü dindar kızlarımızla değil, özellikle kendisiyle yapıldığını görüyor artık!

Onların savunduklarının da Cumhuriyet ve laiklik falan değil; saltanatları, zenginlikleri, statüleri, makamları ve elleri milletin kanına bulanmış çeteleri olduğunu da apaçık görüyor artık!

Bu yüzden boşuna çabalıyorlar.

Hem kendileri hem de çeteleri milletimizin yakasından düşsünler artık!

22 Mayıs 2008 Perşembe

MİLLETİ Mİ KAPATACAKSINIZ?

Urfalıların sıkça kullandıkları “Ağanın kahrı çekilir ama halayığınki çekilmez” sözünü özellikle son birkaç aydır daha sıkça kullanır oldum. (Ağanın kahrına razı olunmalı anlamı çıkarılmasın sakın. Ağanın zulmünü ve ne yapacağını zaten biliyoruz, hizmetçilerinin yaptıkları ise çok pervasızca ve seviyesizce demek istiyorum burada.) Son iki yıldır sabrımızın bütün sınırlarını zorlayan bu halayıkların yaptıklarından milletçe bıktık usandık. Umarız aziz milletimizin öfkesi taşmadan yaptıklarına en kısa bir zamanda son verirler.
1944’lü yıllardan beri, yani ABD ile kolonyalist ilişkiler içinde tanıştığımız yıllardan beri milletimizin başına çöreklenmiş derin statükonun Mayıs 2006 yılında etkisiz duruma geldiğini biliyoruz. Yani anlayacağınız uzun yıllar kendi halkıyla sürekli kavga eden elitlerimiz/ağalarımız artık yok. Ama onlardan beslenenlerin kahrını çekiyoruz şimdi de. Yani ABD’nin, tekrar eski günlerin özlemiyle desteklediği Ergenekon ve benzeri çetelerin kahırlarını.
Birdenbire ortaya çıkardıkları zorlama gündemlerle milletimizin başını döndürmeye ve korkutmaya çalışıyorlar. Danıştay saldırısı, ısmarlama mitingler, seçimleri engelleme gayretleri, suikastlar, bombalamalar, ekonomiyi çökertme manipülasyonları, güdümlü yazılı ve görsel basınlarında çarpıtma yalan haber saldırıları ardı ardına geliyor. Bu elit statükocu artıkları tekrar eski günlerine dönmek için hiçbir engel tanımadıklarını göstermek için alabildiğince pervasızca davranıyorlar.
Ak Parti’nin kapatılması gayretleri de bunların yaptıklarının üzerine tuz biber ekti. Sanki milletimizin neredeyse yarısı adam yerine konulmuyor, aslında görüldüğü kadarıyla bütün milletin ne istediği onlar için hiç önemli değil. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin duvarına yazılan “Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir.” sözünü; ‘milletindir’ kelimesinin yerine ‘statükonundur’ diye anlıyorlar herhalde bu elitler.
Bu statükocuların baştan beri bizden istediği; soru sormayan, düşünmeyen, akletmeyen,robot gibi tek tip insan modeli arzuları aslında yeni bir şey değil. Tarih boyunca bu zorba düşünce biçimi hep var olmuş. Bunların en meşhurları ve en eskiden beri tanınanı ise “Prokrustes”.
Yunan mitolojisine göre, Proktustes Atina’ya giden yol üstünde yaşayan bir eşkıyaymış. Efsaneye göre Prokrustes’in demirden bir yatağı varmış. Prokrustes’e göre kendi demir yatağı ideal uzunluktaymış. Çünkü yatak tam kendisine uygunmuş. Sonunda Prokrustes, herkesin boyunun bu yatağa uygun olması gerektiği kanaatine varmış. Prokrustes, Atina yolu üzerinden gelip geçen insanları durdurup bu demir yatağına bağlamaya başlamış. Eğer yatağa yatırılanlar yataktan kısaysa Prokrustes onu, boyu yatağın boyuna ulaşıncaya kadar geriyormuş. Eğer boyu yataktan daha uzunsa ayaklarını keserek onu yatağa uygun hale getiriyormuş. Böyle yaparak herkesi ideal uzunluğa getirdiğini sanıyormuş. Yine efsaneye göre, Theseus aynı yöntemleri kullanarak Prokrustes’i öldürmüş.
“Prokrustes yatağı” tektipleştirmenin eski çağlardaki simgesiydi. O zamanlardan beri toplumu, insanları ve düşünceyi tektipleştirmeye yönelik girişimler “Prokrustes yatağı” kıyaslamasıyla anıldılar. Bizde de olduğu gibi düşünceyi Prokrustes yatağına yatırma tutumu çağlar boyunca görüldü.
Statükocuların halayıkları milletimizin ”Karahisar kalesi” adlı çokça dinlenilen bir halk türkümüz de söylendiği gibi; “Ben bir koyun olsam sen de bir kuzu / Meleye meleye getirek yazı” dememizi, ömrümüzü sürü psikolojisiyle, koyun ve kuzu gibi geçirmemizi istiyorlar.
Ama milletimiz kendisine yapılan bütün oyunların bilincinde, izzetini her zamanki gibi muhafaza ediyor ve öyle parti kapatma oyunlarıyla, provokasyonlarla, bildirilerle, darbe söylentileriyle korkutulup yıldırılamayacağını ve sonuna kadar; hükümet ettiklerinin, seçtiklerinin, vekillerinin, demokrasinin, hukuk devletinin ve Cumhuriyetinin arkasında olacağını bilmelerini istiyor elit statükocu halayıklarının.
Aynı türkünün devamını söylüyor şimdi milletimiz büyük bir alicenaplıkla; “Kesme ümidini kadir mevlâdan, kadir mevlâdan / Ver elini karlı dağlar aşalım ,bayramlaşalım.”
***
hatipce@gmail.com

28 Mart 2008 Cuma

UZLAŞMA(?)

Haziran 1944’de başlayan ABD sevdamız, 1952’den beri devam eden NATO maceramız; dışardan bakıldığında tam bir ‘Stockholm Sendromu’ görüntüsünü veriyordu. Bu sendrom sözlüklerde aşağı yukarı şöyle tanımlanıyor: ” Rehin alınan, eziyet edilen, baskı altında tutulan, tecavüze uğrayan kişinin bir süre sonra bunu yapan kişiye karşı duyduğu sempati, aşk hatta bağlılık durumu. Baskı altında kalan kişi bir süre sonra üstündeki baskıya sebep olan kişiye öyle bir alışır ki onsuz kendini eksik hisseder, ona bağımlı hale gelir. Onun yaptıklarını kendi kafasında meşrulaştırmaya ve onu dünyaya açılan tek kapısı olarak görmeye başlar.” İşte bu sendromdan/felaketten kurtulmamızın ilk adımı olan 1 Mart tezkeresinin akabinde başlayarak, 2006 yılının ortalarında tam bir dönüm noktası yaşayan, Türkiye’mizin özgür, lider ve büyük ülke olma yolundaki atılım süreci büyük bir başarıyla devam ediyor.
Bundan önceki birçok analiz çalışmamızda bu konuları teferruatlıca anlatmaya çalışmıştık. Arşivimizden dilerseniz göz gezdirebilirsiniz. Ama genel olarak toparlayacak olursak şunları söyleyebiliriz:
Bu dönemde dış politikadaki yolumuzu ülke menfaatlerine göre yönlendirmemiz sonucu bütün komşularımızla ilk defa iyi ilişkiler kurulabildi. Türkiye’nin Ortadoğu’daki çözümün /barışın, olmazsa olmazı olduğu bir kere daha ortaya çıktı. Ülkemizin attığı olumlu adımlar bölgede anında karşılık buldu. Başta İran ve Suriye olmak üzere bütün bölge ülkeleri bu konuda Türkiye’nin arkasında olduklarını gösterdiler. İKÖ’nün somut çalışmaları bir İslam Birliği ve İslam Barış Ordusu fikirlerinin ciddi olarak gündeme getiriyor artık. Ortaasya ülkeleriyle de başkentinin İstanbul olması söz konusu olan ekonomik/siyasi birlik çalışmaları hâlâ devam ediyor. ABD ile kolonyalist ilişkiler yerine ülkemiz çıkarlarını birinci plana çıkaran bir tavır sergilenmeye başlandı. AB ile ilişkilerde de ülke menfaatlerini önceleyen bir duruş sergilenmeye başlandı.
İç politikamızda ise Anadolu insanından yana yine baş döndürücü gelişmeler yaşandı. Milletimiz artık devletin kendisi için var olduğunu anlamaya başladı, güvenini tazeledi. Kendi istediği bir kişiyi Cumhurbaşkanı seçti. Bu güne kadar hep önü kapatılan milletimiz “Yeni Anayasa” ile artık asıl vasfına kavuşacağını gördü. Başta örtünme olmak üzere engellenen bütün ibadetlerinin “Yeni Sivil Anayasa ” ile çözüme ulaşacağını anladı. Bu güne kadar yok sayılan Kürtlerin, Türkiye’mizin hep birlikte var olma yolunda kültürel hak ve hürriyetlerinin tanınacağını ve bu konunun istismarını yapanlardan da kurtulacağını gördü. Ülkemiz insanının başına çöreklenen, ‘aynı merkezden’ yönlendirilen, sağ-sol, alevi-sünni, laik-anti laik, Kürt-Türk bölücülüğü yaparak on binlerce insanımızın ölmesine, yüz binlerce insanımızın yaralanmasına/sakat kalmasına ve cezaevine girmesine sebep olan dolayısıyla terörden nemalanan bu çetelerden/örgütlerden kurtulacağını anladı.
Halkımız artık birinci sınıf vatandaş olacağı bu olumlu gidişe olan desteklerini büyük bir sevinçle ve bütün ferasetiyle seçim sandığına yansıttı. Bu değişim sürecinin sonuna kadar arkasında olacağını da bu şekilde gösterdi.
Tabiî ki bu süreçten rahatsız olan ve ülkemizi tekrar ABD’ye teslim etmek isteyen kişi ve kurumlar da boş durmamaya başladılar. “Tehlikenin Farkında mısınız?” sloganıyla bunlar harekete geçirilmeye başlanıldı. Uğur Mumcu, N.Hablemitoğlu, A.İpekçi, Sabancı ve benzeri suikastlarla aynı yerden servis edildiği izlenimi veren Danıştay, Hrant Dink ve Malatya’daki misyoner katliamı benzeri suikastlar birbirini takip etmeye başladı. 27 Nisan bildirisi ile hem içerideki demokratik süreci hem de ülkemizin dış menfaatlerini de engellemeye çalıştılar. Ardından 411 milletvekilinin ‘evet’ dediği başörtüsüne özgürlük girişimi ‘kaos’un gerekçesi gösterilip karanlık senaryolar yazıp oynamaya devam edildi. Bu senaryonun oyuncularından biri olan; dağda baskınlar ve yerleşim merkezlerinde gösteriler yapan pkk’lıların bu dönemde eylemleri gözle görülür bir şekilde hız kazandı. Türk Ordusunun örgüt kamplarına yaptığı başarılı harekât sinsi çevreler tarafından hem küçümsendi hem de ABD gölgesinde yapıldı iftirasıyla hor görüldü. Halkın oyunun yarısını almış olan hükümetteki partinin kapatılması söz konusu edilmeye başlandı. Seçkinci statükonun uzantısı olan; 1960’lardan beri yapılan bütün darbelerin- suikastların- terörün- anarşinin- pkk bölücülüğünün- Sivas/Maraş/Çorum ve benzeri sosyal olayların- mafya örgütlenmelerinin- 17 bin küsur faili meçhulün- bütün siyasi ve ekonomik istikrarsızların içinde parmakları olan ve bunlardan biri olan‘Ergenekon’ diye adlandırılan çetelerinin tasfiye edilmesi ve bazıları emekli yüksek rütbeli subay-emekli üniversite rektörü-parti başkanı-gazeteci olan darbeci, çeteci elebaşlarının yakalanıp cezaevine konulmaları, haklarına dava açılması yolunda atılan cesur adımlar yine aynı çevrelerin basın ve yayın kuruluşları tarafından sanki bir haksızlık yapılıyormuş ve istikrarsızlığa, kaosa sebep olunuyormuş yaygarasıyla ifade edilmeye başlandı. Bu çetelerin şakşakçıları kendilerince gösteriler ve gürültüler yaptılar.
Yine bu çevreler bu günlerde ‘uzlaşma’ kelimesini daha çokça kullanmaya başladılar. Son olarak da TÜSİAD öncülüğünde uzlaşma çağrıları yapmaya devam ediyorlar. Kendilerine STK adını veren bazı kuruluşlarda hemencecik hazır kıta olarak destek verdiler tabi.
TDK uzlaşma kelimesini “Aralarındaki düşünce ve çıkar ayrılığını, karşılıklı ödünlerle kaldırarak uyuşmak” şeklinde tarif etmektedir. Bu sözlük anlamından yola çıkarak; eğer, tekrar seçkinci statükonun hayalini kuran bu çevreler yukarıda bazı örneklerini saydığımız her türlü kire bulaşmış derin çetelerin elebaşlarının bu senaryolarla, bildirilerle kurtulacağını ve ülkemizdeki değişim sürecini yavaşlatacaklarını sanıyorlarsa aldanıyorlar.
Şunu bilmeliler ki halkımız ne olup ne bittiğini çok iyi görüyor.
Hoşgörüyse, dünyada halkımızdan daha hoşgörülüsünü bulamazsınız çünkü bunca yıldır seçkinci statükocuların kahırlarını çekiyoruz.
Hiçbir şekilde gerilmiş falan da değiliz.
Kaos sözünü edenlerin asıl fail olduğunu da görüyoruz.
Ülkemizin demokratikleşme/özgürleşme yolunda yürüyen adaletli, önder ve büyük bir ülke olacağına, canımıza/malımıza/ekmeğimize/aşımıza/özgürlüğümüze/onurumuza göz koyan bu ve benzeri çetecilerle hiçbir şekilde uzlaşma falan da olmayacağına inanıyoruz.
***
E.Ahmet HATİP
hatipce@gmail.com

18 Mart 2008 Salı

ADALET DENGEDİR

Yargıtay Başsavcılığınca açılan Ak Parti’yi kapatma davası geçen hafta sonundan beri gündemimize oturdu. Başbakan R.Tayyip Erdoğan, Şanlıurfa ziyaretinde de bu konuyla ilgili açıklamalarda bulundu. Bütün Türkiye bu konuya kilitlendi. Tabi ki pazartesi gününden itibaren borsa allak bullak oldu. Bizlere kesilen birinci günün faturası 20 milyar doları bulmuş. Bu ilk günde milletimizin cebinden alınan paralarla 2.000 hastane, 20 bin okul, 220 bin daire, 2500 km otoyol, 80 bin işsize iş imkânı sağlanabiliyormuş. Cumhurbaşkanlığı seçimi sıralarında çıkarılan benzeri sıkıntıların sonucunda olduğu gibi şimdide ekonomik olarak büyük zararlarımız olacağı gün gibi aşikârdır.
Tabi hukuki süreç işleyecek ve dava Anayasa Mahkemesinde ele alınacak, sonunda da adalet yerini bulacaktır. Adalet dengedir, terside dengesizliktir. Bir ülkede dengesizliğin nelere mal olduğunu tabiî ki ülkesini seven herkes bilir.
Bu sıkıntılar halkımızı telaşa düşürmemeli, kardeşlik iklimi sürdürülmeli, kaostan medet umanların hevesleri kursaklarında bırakılmalıdır. Görelim Mevlâm neyler?

Şimdi de ‘bu dava ile hiç bir ilişkisi olmasa da’ içinde bulunduğumuz dönemdeki sıkıntılarımız kimlere yarayabilir onlara bir bakalım.
Öncelikle, tasfiye sürecindeki Ergenekon ve benzeri yapılanmaların 1952’lerden beri ellerinde tutukları imkânları tekrar geri alma gibi hayallerini yeniden canlandırabilir. Milletimiz bunları iyice tanıdı artık. Anadolu insanı her on senede bir yapılan darbeleri, işkenceleri/zindanları, senaryolarıyla insanlarımızı-mahallelerimizi-şehirlerimizi kamplara ayırıp vuruşturduklarını ve birbirlerini öldürttüklerini, ekonomideki ‘kurt taksimiyle’ ceplerindeki paraların devamlı çalındığını, on yedi bin sekiz yüz kırk yedi faili meçhûlü, dinine ve tarihine dil uzatıldığını unutmadı. Bu süreç tabi ki önce bu ‘dumanlı havayı sevenleri’ sevindirir.
Yine Anadolu insanının gözleri ve yüreği; son yıllarda yapılan demokratik adımlarla üzerinden kaldırılan baskıyı, ekonomideki istikrarı, artık milletin devlet için değil; devletin millet için işlev yapar hale gelmeye başladığını ve halkıyla kavga etmeyi bırakıp ona baba şefkati ile yaklaştığını, dış politikada bağımsız, bölgesinde öncü ve izzetli bir tavır takındığını, Yeni Sivil Anayasa ile; (çok kolay çözümlenebilecekken bugüne kadar sürdürülen) bir çok sıkıntıların da biteceğini görüyor. Bu süreç halkımızın rahat nefes almasını istemeyenleri de sevindirir.
Ülkemizi istikrarsızlığa düşürmek isteyen bazı yapılanmalar çeşitli provokasyonlarla halkımızı birbirine düşürmek için çeşitli oyunlar oynayabilirler. Ülkesini seven bütün halkımızın bu tür oyunlara gelmemesi için uyanık olmaları gerekir. Uyanık olmaları gerekir diyorum çünkü hiç ilgi kuramayacakları güncel toplu olaylarda-toplu taleplerde fesatçıların figüranı olarak kullanılabilirler. Dinimizin bizden istediği sevgi ve barış ortamını bulmamız için hem gayret hem de dua etmeliyiz. İçinde bulunduğumuz süreç ülkemizdeki barış ve sevgi ortamından rahatsız olacakları sevindirir.
Ülkemiz 1 Mart tezkeresinin ardından kazandığı ABD’den bağımsız dış politika izleyebilme rüzgarı ile hayli yol almaktadır. Asker ile hükümetin, Türkiye’nin aydınlık geleceği için işbirliği yapması dostlarını sevindirmiş, düşmanlarını ise çatlatmıştır. Türkiye’miz artık bütün komşularıyla çok iyi ilişkiler kurabildiği gibi; gerek Ortadoğu’da gerekse Ortaasya’da sözü dinlenir bir ülke olma durumuna gelmiştir. Komşularımız olan İran ve Suriye ile tarihimizin en yakın, en iyi dönemleri yaşanmaktadır. Türkiye, hem İran’a hem de Suriye’ye yapılabilecek ABD operasyonlarına karşı çıkmıştır. Her iki ülke de, ABD’nin BOP projesinde Türkiye’nin kendilerine karşı korumacı davranmasından minnet duymuşlardır. Mesela son dönemde Suriye’deki bazı aydınlar/çevreler ABD ve İsrail çok baskı yaptığı ve saldırgan davrandığında Türkiye’ye ilhaktan bile söz edebilmektedirler. Türkiye Afganistan’da ve Irak’ta ABD lehine muharip güç bulundurmayı ve Rusya ve İran’a dönük füze savunma sistemlerinin kurulmasını reddetmeye devam etmektedir. Talabani’nin ziyaretiyle Türkiye, hem K.Irak’ta hem de Irak’ta daha etkin rol oynamaya başlamıştır. “Kürt Paketi” adı altında yapılacak olumlu gelişmeler içeride olduğu gibi bölgemizde de sorunları azaltacaktır. Filistin’deki Müslüman kardeşlerimize yapılan ve son aylarda iyice artan İsrail saldırganlığı sert bir şekilde kınanmıştır. İKÖ ile İslam dünyası ile birlikte daha somut çalışmalar yapılmaya başlanmıştır. Bölgedeki etkinliğimiz Lübnan’daki askeri varlığımız ile de pekiştirilmektedir. Afrika Birliği ile de iyi ilişkiler kurulmaktadır. Türk Birliği konusunda somut adımlar atılmaya devam edilmektedir. Bu konudaki çalışmalar geçtiğimiz ay Antalya ve Ankara’da parlamento yöneticileri seviyesinde devam ettirilmektedir. PKK’ya yapılan son operasyon ile önemli bir başarı kazanılmış, özellikle ABD oldukça şaşırtılmıştır. ABD ile ilişkiler sanılandan daha zayıflamıştır. Son operasyonun ardından Amerikaseverlerin patırtılarını ise hiç kimse ciddiye almamıştır. Bu gelişmelerden tabiî ki başta ABD/İsrail ve Rusya gibi ülkeler olmak üzere bölgede güç sahibi olmak veya güçlerini kaybetmek istemeyenler rahatsız olmaktadırlar. İçinde bulunduğumuz son sıkıntılı süreçten bunlarında sevinecekleri muhakkaktır
Adalet, hakkın gözetilmesi ve yerine getirilmesidir. Hukuk ise
toplumun genel menfaatini veya fertlerin ve toplumun ortak iyiliğini sağlamak maksadıyla konulan ve kamu gücüyle desteklenen kaide, hak ve kanunların bütünüdür. Daha yaygın bir tanımıyla hukuk, adalete yönelmiş toplumsal yaşama düzenidir.
Aziz milletimiz adalet-hukuk yolunda izzetle yürümeye devam edecektir.

***
E.Ahmet HATİP
hatipce@gmail.com

5 Mart 2008 Çarşamba

HARRAN’DAN GAZZE’YE

Urfa’mızın yerli ve yabancı turistlerce en çok ziyaret edilen yerlerinden biri de tabi ki Harran’dır. Ben de fırsat buldukça Harran’a gitmeyi ve özellikle de orada Hayati Harrani hazretlerini ziyaret etmeye çalışırım. Üniversitede okuyan bir yeğenim aldığı eğitimin gereği, arabasıyla üç-dört ayda bir Harran’a gider. Çektiği fotoğraflardan sonra hem bu arkeolojik alanın tarihini iyi bilmesi hem de birden fazla yabancı dili konuşabilmesi avantajıyla da zaman zaman geziye gelen turistlere gönüllü rehberlik edebiliyor. Geçen hafta beraber gittik Harran’a. Hayati Harrani hazretlerini ziyaret ettikten sonra beraberce kalıntıların olduğu bölgeye doğru yol aldık. Ortalıkta turistler olmayınca bana anlat bakalım dedim yeğenime; şimdi Allah’ın emri olan örtünmeyi hazmedemeyen ve engelleyen Harran Üniversitesi ilk nasıl kuruldu ve kimler nasıl eğitim veriyorlardı diye. Yeğenim ise, geçen yıl içinde kendisinin yaşadığı ve benim de ilgimi çekecek bir anısını bana anlatmayı daha uygun buldu. Bir kısmını sizlerle paylaşayım istedim.
Yeğenim üniversite harabelerine hâkim yerde bulunan seyir tepesinde kalabalık bir İsrailli turist grubuna yaklaşıp çevre hakkında bilgi verebileceğini grup başkanına İngilizce konuşarak belirtmiş. O da kabul edince bu kafileye anlatmış Harran ile ilgili bütün bildiklerini. Sonra İsrailli kafile başkanı grubunu toparlayıp biraz uzaklaşmış, yeğenimin konuştukları dili de anlayabileceğini hesap etmeden, ufuktaki Tektek dağlarına kadar uzanan Harran Ovası’nı göstererek şöyle hitap etmeye başlamış topluluğuna: “-Bu ova, şimdi katillerin işgalinde ama yakın bir gelecekte tekrar bizim olacak!”
Ortadoğu’da çözüm ülkemizin önderliğindeki İslam Birliğindedir. Bizlerin buradan yola çıkarak ve bunu başaracağımıza inanarak söyleyebileceğimiz tek şey var şu İsrailli kendini bilmeze : ”Yakın zamanda şimdiki sınırlarınızı dahi arayacaksınız!”
Kendilerine gönderilen peygamberlerini bile katletmekten çekinmeyen; Allah’ın yarattığı kavimlerden en azgınına mensup olanların söylediklerini görüyor musunuz? Bu azgınlar geçtiğimiz hafta Gazze’de tekrar bildik yüzlerini gösterdiler. Yüzlerce kardeşimizi katlettiler. İhtiyarları, kadınları, bebekleri şehit ettiler. Futbol oynayan çocukların bedenlerini parçalayarak sahaya yayan katiller ordusu, azgınlığına ve saldırganlığına dünyanın gözü önünde utanmazca devam ediyor.
Bu katiller Ordusu’nun saldırılarını, ulusal gazete ve televizyonlarımızın İsrail basınından daha azgınca ve utanmazca verdiğini sanıyorum. Mesela televizyonlarımızdan biri ‘Hamas’ın Filistinlileri canlı kalkan yaptığını aslında İsrail askerlerinin İslamcı teröristlerle mücadele ettiğini ve bu yüzden çok sivil öldüğünden söz edebiliyordu. Yine birçok ulusal gazete Filistinlileri ‘militan’ olarak adlandırırken; katliamı yapan soykırımcı İsrail ordusunu ‘özel tim’ diye tanımlıyordu. Açıklamalarda ve yorumlarda ise sadece İsrailli yetkililerin açıklamaları yer alıyordu. Yani anlayacağınız ‘bizim Yahudiler’ daha arsızca hareket ediyorlar.
Kartel basını sadece bu konuda değil, mesela pkk ya yapılan son harekât sonrası aldığı tavır da aynı eksende. Aynen başörtüsü özgürlüğü için atılan adımlara engel olmak için yaptıkları gürültülerde olduğu gibi. TSK’nin pkk’ya karşı yaptığı operasyonlarına açıkça karşı çıkamayan bu çevreler ‘neden aniden çekildi’ ya da ‘ABD istedi diye çekildi’ diye sataşmaktalar.
Oysa TSK’nin, operasyonu ABD’ye rağmen uygulandığını, ABD’nin işgali altında bulunan topraklarda beslediği teröristlere karşı yapılan bu harekâtı engelleyemeyince kerhen ‘uydu bilgisi desteği verdim’ dediğini onlarda biliyorlar. Aynen babaları NATO olan Ergenekon ve pkk’nın aslında ikiz kardeş olduğunu gözden kaçırtmaları gibi.
Anadolu insanına uygulanan on yedi bin faili meçhulün, Maraş-Sivas-Çorum ve bunun gibi toplumsal olayların ve son yıllardaki Danıştay suikastı, H.Dink cinayeti, papaz ve misyoner cinayetleri vb. projelerin uygulayıcısı olan Ergenekon çetesine sessiz kalan bu çevreler şimdi de tasfiye edilmeye çalışılan Ergenekon çetesinin ikiz kardeşi pkk‘nın da tasfiye sürecine bu şekilde engel olmaya çalışıyorlar. Avuçlarını yalayacaklar.
Önümüzdeki dönemde “Sivil Anayasa” ile, bu güne kadar engellenen hak ve özgürlüklerin verilmesinden sonra Kürt kardeşlerimizi kullanamayacaklarının telaşını yaşıyorlar bunlar.
Ankara artık sadece silahlı mücadeleyle, terörist öldürmeyle, kan dökmeyle sorunun çözümlenemeyeceğini biliyor, pkk konusunda çok daha farklı bir yol takip ediyor. Teröristle mücadele yanında terörü besleyen damarları da kurutmayı amaçlıyor.
Teröristlerin aileleriyle birebir görüşülüyor ve çocuklarının eve dönmeleri için yardımcı olmaları isteniyor. Geçmiş unutulup şefkat eli uzatılıyor. Birçok aile de bu yaklaşıma olumlu karşılık veriyor. Artık öldürme değil birlikte yaşama üzerine çalışmalar yapılıyor bölgede. Suç işlememiş örgüt üyelerinin sosyal hayata intibak etmeleri için önlemler alınıyor.
Anadolu’da aileleri olanlar için yardımcı olunuyor. Yine bu gayretler sonucunda 1480 örgüt üyesi Irak Ordusuna kaydolarak sosyal yaşama kavuşmuşlar. 148’i ise ülkeleri olan Suriye’ye dönüş yapmışlar. %21’i Ermeni kökenli olan örgütün 42 elemanı Ermenistan’a sığınmış ve oradaki devlet yönetiminin yardımları sonucu Karabağ’a yerleştirilmişler. Bunlardan bazıları Türkiye’de yaşayan ailelerini de oraya çağırmışlar. Çözüme yanaşmamakta ısrar edenlere yapılan son operasyonda ise 509 örgüt üyesi etkisiz duruma getirilmiş. Umarız daha fazla kan dökülmeden bu sorun çözülür.
Müslüman bir ısırıldığı yerden tekrar ısırılmaz demişler. NATO’yla tanıştığımız 1950’lerden bu yana ısırıldığımızı unutmadan bu ülkede yaşayan herkes tekrar oyuna gelmemek için el ele vermelidir.
Devletin millet için var olduğu, barış dolu bir ülkede yaşamak artık bütün Anadolu insanının hakkıdır.

27 Şubat 2008 Çarşamba

KURU GÜRÜLTÜCÜLER

Urfa’mızın merkezi camilerinden birinde öğle namazının ilk sünnetini kılıyoruz। Ezan bittiğinden beri cemaatten dört-beş kişinin telefonları sürekli çalıyor। Çeşitli melodiler eşliğinde sünneti bitiriyoruz। Bunlardan biri ilginçtir, bu arada telefonunu açıp işini bağladı. Kametten önce bir ağabey ‘ telefon sesinin hûşûyu bozduğunu hatta ayetleri doğru dürüst okuyamadıklarını, şaşırdıklarını ve mümkünse telefonların kapatılmasını’ nezaketlice söyledi. Vay efendim sen misin uyaran? Acele işleri olmasa zaten açık bırakmayacaklarını söyleyenler, kendilerini uyardığı için kabalaşanlar, ne karışıyorsun camide konuşmak günahtır(!) diyen çok bilgililer. Neyse imam efendi ve birkaç kişinin uyarısıyla sakinleştiler bu hem suçlu hem güçlüler.
İşin ilginç yanı, bu olayda hatalı davranıp gürültü yapanlar bırakın özür dilemeyi zeytinyağı gibi üste çıkıp kendilerinin haklı olduğunu iddia ediyorlardı…
Bu çok gürültü yapıp kendini haklı çıkarma metodu toplumun birçok kesiminde uygulanır olmuş. Hem de öyle ki, camide telefonlarını açık bırakanlar bile çok masum kalıyorlar diğerlerinin yanında. Son günlerde en çok dikkatimi çeken iki kesimi örnek vermek istiyorum.
Bunlardan birincisi başörtüsü özgürlüğünün uygulanmasını kabul etmeyen bazı hazımsızlar. Bu çevreler alınan özgürlükçü kararlarlara rağmen elit statükonun emirleri gereği, Anadolu insanının gözünün içine baka baka yasağı uyguluyorlar ve kartel basınının eşliğinde çılgınca bağrışıyorlar.
Kendi TV ve gazetelerinde, kendi alkışları eşliğinde çok bağırdıkları için haklı olduklarını halka inandıracaklarını sanıyorlar.
Zavallılar, güneşin balçıkla sıvanamayacağını binlerce yıldır hâlâ öğrenememişler.
Bu milletin dedeleri; vatanına, özgürlüğüne, imanına, örtüsüne el uzatmaya kalkan İngiliz’e, Fransız’a, Rus’a direndiler. Tabi ki torunları ABD’nin yerli gürültücülerine hiç papuç bırakmayacaklardır.
Bu günlerde sesleri yine artan ikinci kesimin gürültülerine hiç de yabancı değil insanlarımız. Bunlar Anadolu insanının birlik beraberliğini hazmedemeyenlerin yerli versiyonları.
ABD/NATO’nun ve onların ülkemizdeki derin uzantılarının kontrolünde hareket eden; Kürt-Türk binlerce Müslüman vatan evladının kanının dökülmesine sebep olan örgütün gürültücüleri bunlar.
Son günlerdeki sınır ötesi operasyonların ardından kendi ifadeleriyle ‘savaşı dağlardan şehirlere ve evlere yansıtarak toplumsal acı ve huzursuzlukları yaşatacakları’ tehdidini yapıyorlar. Hemen ardından da; özgürlük-demokrasi-barış-anti amerikancılık gibi lafı hoş ama içi boş lafları seslice tekrarlayıp duruyorlar.
Çokça gürültü yapınca da haklı olacaklarını ve halkın da kendilerine inanacağını sanıyorlar.
Ülkemizin en önemli gündem konularından biri olan ‘Yeni Anayasa’ programında; bu güne kadar elit-statükocu yönetimlerce yok sayılan Kürtlerin temel insan hak ve özgürlüklerinin verileceğini bu takımın önde gidenleri tabiî ki çok biliyorlar.
Bu demokratik sürece destek verip Kürtlerin temel insan haklarının mümkün olduğunca alınması sağlanacağına; dağlarda askerlerimizi şehit etmeye şehirlerde sokak eylemlerini arttırmaya başlamalarının ne anlama geldiğini türküyle-kürdüyle bütün Anadolu insanının görüp de anlamayacağını sanıyorlar.
Şer odaklarının nifak tohumları saçması tamamen boşunadır.
Binlerce yıldır kardeşçesine, birlik ve beraberlik içinde olan insanlarımız kuru gürültüye aldırmayacaklardır.

13 Şubat 2008 Çarşamba

MİDE BULANDIRIYORLAR

Hani herkesin midesi değişik bir şeyden bulanır ya… Bendeniz de önceleri yemeğimden kıl çıkmasından iğrenirdim. Ama özellikle şu son zamanlarda yemeğe düşmüş “kıl”dan değil de, Anadolu insanının başına bela olmuş statükocu elitlerin her gün/her saat karşımıza çıkan ve oldukça “kıllık” yapan zorba yaygaracılarından iğreniyorum. Midem bulanıyor, içim dönüyor!
Bu kıllık yapanlar maalesef bir türlü milletimizin yakasından düşmüyorlar.
Ağanın, kahrolası derdini tanımıştık ve çekmiştik ama bu halayıkların derdi çekilmiyor/mide bulandırıyor.
Gazetelerde her gün karşımızdalar bunlar. Televizyonlarda da öyle…
Hele hele bu gazetelerin köşe yazarları var ki ne kuldan utanıyorlar ne de Allah’tan korkuyorlar, sürekli kuru sıkı atıyorlar ve milletimizin gözünün içine baka baka yalan söylüyorlar, hem iftira atıyorlar hem de tehdit ediyorlar.
Haftalardır gördüğünüz gibi sayıları az ama gürültüsü çok bu kartel basını (bunlara NATO basını diyebilirsiniz) birinci sayfadan sürekli ve delicesine iç savaş çığlıkları atıp duruyorlar.
Bunların konu mankenlerine örnek mi istersiniz, bakın en ilginçlerinden biri:
“Bu ülkede bizim istemediğimiz hiçbir şey olmaz” demiş bir sözde dernek başkanı. Hale bakınız…
Anketler, referandumlar ve seçimlerle bu milletin çoğunluğu başörtüsü yasağının kalkmasından yana oy kullandı. Ne var ki bu kartel medyası TBMM’yi üç beş bin kişinin sokaktaki gürültülerine kulak tıkamakla suçlayabiliyor.
Manşetlere bakın görün: “Sokağa Rağmen Evet”,”Tehlikeli Bölünme”,”Hoş geldin Kaos”,”Ayrışma Olacak”,”411 el Kaosa kalktı”
Yine bu başörtüsü gürültücülerinin diğer haberlerine bakın:
Sabih Kanadoğlu, tarihten iki örnek göstererek yine uyarmış ve AKP'nin kapatılabileceğini söylemiş.
Yasakçı rektörlere akıl hocalığı yapan eski YÖK Başkanı Teziç, başörtüsü yasağının devam ettirilmesi için taktikler geliştiriyormuş.
CHP lideri Baykal Başbakan Erdoğan’a idam sehpasını göstermiş…
Sıhhiye Meydanı’nda 80 yaşlarındaki bir Anadolu kadınını sahneye çıkartıp başından başörtüsünü çekip çıkartmış yine bunlardan biri…
Ergenekon gibi çetelerini piyasaya sürenler, katliamlar yaparak kamuoyu oluşturanlar yine aynı koroya dahiller.
Yine bunlardan biri TBMM’ndeki 411 ‘evet’ oyuna ‘Çoğunluğun zorbalığı’ diyor, terbiyeye bakınız, demokrasi anlayışına bakınız.
Azınlığın çoğunluğa tahakkümüne esas duruş gösteren bu kafa, çoğunluğu temsil eden 411’i kaos olarak göstermek suretiyle demokrasiden ne anladığını böyle ifade ediyor. Hz Ömer’in gülerek anlattığı helvadan putunu yemek bu olsa gerek…
Neymiş başörtüsü serbest bırakılacakmış üniversitelerde. Sonra; Kaos çıkacakmış…
Kaosu yapsanız yapsanız yine siz yaparsınız beyler. Zaten seksen senedir Anadolu insanının üstünden kaosu hiç eksik etmediniz ki.
Günyüzü göstermediniz.
Rahat bırakmadınız.
Her nefes almak istediğimizde , gözkapağımızı oynattığımızda bile tepemize bindiniz.
ABD/NATO kaynaklı projelerle ve provokasyonlarla, sağcı-solcu, kürt-türk, alevi-sünni vs. diye bölücülük yaptırdınız. Bizi bize kırdırdınız. Binlerce gencimiz öldürüldü, sakat kaldı, işkenceden geçti, sürgüne gitti, zindanlarda çürüdü, yoksulluk içinde açlık çekerek ömrünü tüketti sizin şu meşhur kaosunuzda…
Biz sizin “kaos”unuza yabancı değiliz anlayacağınız.

Bir de Anadolu insanı, artık biliyor gürültünüzün sebebinin başörtüsü falan olmadığını.
Asıl sebebin; statükocu elitlerinizin bundan önce olduğu gibi “yine siyasi ve ekonomik iktidar tekelini” elde tutmak ve ellerindeki baskı gücünü kaybetmemek için olduğunu Anadolu insanı biliyor artık…
Anadolu insanı her zaman olduğu gibi geleceğini umutla ve inanarak bekliyor. Müslüman bir ısırıldığı delikten tekrar ısırılmaz. Siz ne kadar yırtınsanız da, çığırtkanlık yapsanız da bundan böyle sizin bölücülük oyununuza gelmeyeceğini de söylüyor. Devlet-millet kardeşliğinde, barış içinde bir arada, kavga etmeden, adam yerine konarak insan gibi yaşayacağını biliyor. Kendi topraklarında sömürülmeden inancını özgürce yaşayacağına, her türlü kimliğine saygı gösterileceğine, vatanının hiçbir emperyalist gücün sömürgesi olmayacağına, ülke komşularıyla iyi geçineceğine, Ortaasya ve Ortadoğu’ya önder olup yeni birlikler kuracağına; velhasıl büyük bir ülkenin izzetli vatandaşı olacağına inanıyor.
Artık statükocu elitler güçlerinin/iktidarlarının ellerinden gittiğini gayet iyi biliyorlar. Ama dedim ya halayıkların derdi çekilmiyor.
Gürültücüler। Kıllık yapıyorlar. İçimizi bulandırıyorlar.
***

12 Şubat 2008 Salı

ÇANAKKALE EFSANE Mİ?

Önce belirtmeliyim ki, Urfa’mızda öğrencilerimizin bu günlerde “Urfa’nın Kurtuluşu” konusunu daha öncelikle öğrenmesi ve incelemesi gerektiği kanaatindeyim. Tabi kurtuluşumuzun öyle hiçbir ciddiyeti olmayan çiğköfte festivalleriyle sulandırarak kutlanılmasını ve konuşulmasını burada söz konusu bile etmiyorum…
Bu güne kadar üzerinde çokça konuşulan “Çanakkale Savaşları” da daha uzun yıllar konu olacağa benziyor. Tabi herkes olayları olduğu gibi değil de, olmasını istediği gibi yorumlamaya kalkınca ortalık toz duman oluyor. Mesela Çanakkale’de şehid olanların neye canlarını feda ettiklerini birçok kimse hâlâ anlayamamış. İmkân olsa da sorsak onlara bu soruyu; Irkları için mi? Mezhepleri için mi? İdeolojileri için mi? Laiklik için mi? Topraklarını korumak için mi? Partileri için mi? Aşiretleri için mi? Değil. Çünkü her ırktan Müslüman var Çanakkale’de yatanlar arasında. Dünya’nın dört bir yanındaki topraklardan gelenler de var… Allah’a ve ahiret gününe iman etmeyen şehâdete hiç inanmaz. Biz inanıyoruz ki, Onların hepsi Allah’ın rızasını kazanmak ve İslâm, Allah, iman, Kur’an, şehâdet, ahiret, cennet, gazi kavramlarını doğru anladıkları, buna iman ettikleri için savaşmışlardır. Yedi düvele karşı savaşan, dıştan batılılarla, içten batıcılarla savaşan bir Osmanlı’nın ordusu bu.
Bu arada Çanakkale ile ilgili bazı gerçekleri görmemiz ve abartı hastalığından da kurtulmamız gerekir. Mesela; hep ‘Çanakkale geçilmez’ diyoruz ya, Çanakkale maalesef geçilmiştir. Müttefik denizaltıları İstanbul’a kadar gelip hava atmışlardır. “Bu işin bir yönü, diğeri ise orada kahramanca kovaladıklarımıza daha sonraları her şeyimizle teslim edilmişizdir. Öyle teslim edilmişizdir ki, aradan geçen bunca yıldan sonra onların bu milletin içindeki devşirmeleri yine bu milletin kadınlarının örtünmelerine dahi tahammül edemeyecek kadar azgın batıcı olmuşlardır. Bu devşirmelerin elitleri Anadolu insanına karşı sürekli savaşmışlar sadece giyimlerini değil her türlü insanca yaşam haklarını ellerinden almışlardır. İnsanlarımızı ABD/NATO projeleriyle çeşitli ideolojilerin peşine takıp sağcı-solcu, alevi-sünni, laik,antilaik, türkçü-kürtçü gibi kamplara bölerek vuruşturmuşlar, her on yılda bir yaptıkları darbelerle insanlarımızı telef etmişlerdir. Hem de öyle bir telef ki sadece 12 Eylül 1980 darbesine kadar sadece sağ-sol çatışmalarında 11 binin üzerinde üniversite öğrencisi genç öldürülmüş, 23 bin genç sakat kalmış, 30 bin insanımız cezaevlerinde veya sürgünde çürütülmüştür. Bu dönemde, neredeyse 100 bin üniversiteli gencimiz eğitimini tamamlayamamış böylece bu ülke yönetiminde söz sahibi olmaları engellenmiştir. 28 Şubat döneminde olduğu gibi, kendi halkına, onun inancına ve kimliğine savaş açmış başka bir ülke elitini gösterebilir misiniz bana? Bugün Anadolu halkına karşı çeşitli provokasyonlarda ve suikastlarda kullanılan “Ergenekon” gibi çetelerin tavsiyesi söz konusu olduğunda, ABD/NATO uzantısı bu elitlerin/devşirmelerin ve onların kartel basınının nasıl paniğe kapıldıklarını, yazılı ve görsel basınları yoluyla ve sözde mitingleriyle başörtüsünü bahane edip nasıl halkımıza saldırdıklarını görüyorsunuz. 2006 yılının ortalarından beri devam eden; statükocu elitlere karşı onurlu duruşun ve bu elit statükocuların dış kaynaklı uzantısı çetelerinin ortaya çıkarılmasının/çökertilmesinin, bağımsız bir şekilde demokratikleşmenin ve özgürleşmenin, Çanakkale Savaşı’ndaki izzetli duruştan farklı olmadığına inanıyorum.”
Biz yine konumuza dönecek olursak; Çanakkale’de bu ümmet aslanlar gibi savaşmıştır, bu gerçektir. Ama savaş ne yazık ki çok kötü yönetilmiştir. Savaşın komutası, kendisine verilen 5. Ordu Komutanı Alman General Liman Von Sanders, savaş planlarını müttefikleri yenme üzerine değil, daha çok müttefik askerini oyalama üzerine hazırlamıştır. Bu arada da başka cephelerdeki Alman askerleri rahatlamışlardır. Almanların hilesiyle girdiğimiz bu savaşta; bizim onbinlerce askerimiz şehid olmuştur kimin umurundadır? Savaşta patlamayan Alman malı mayınlar da hâlâ merak konusudur. Mustafa Kemal bu savaşta yarbay rütbesiyle bulunmuştur. Şehid sayımız söylenildiği gibi 250 000 değil 55 000 civarındadır. Aslında bu bile korkunç bir rakamdır.
Bu yorum farklarının dışında bir de kavram kargaşaları var. Çanakkale efsanemi? Destan mı? Yoksa alelade bir savaş mı? Bendeniz bugün Çanakkale Savaşı’nda verilen mücadeleyi tanımlamalardan sadece ‘efsane’ ve ‘destan’ konusu üzerinde durmak istiyorum.
Önce gelelim “Çanakkale Efsane mi?” konusuna.
Efsane, batı dillerine aynı Latince kökten“legendus” sözcüğünden gelmiştir. İngilizce’de “legend”, Fransızca’da “legende”, Almanca’da “sage”, İtalyanca’da “leggenda”, İspanyolca’da “leyenda”, Yunanca’da “mitos-mit” sözcükleri, efsane karşılığı olarak kullanılır. Almanca sözcüklerden bazılarında, efsane şöyle tanımlanır: Sage:Tarihi ve mitolojik konulu anlatımların, ağızdan ağıza sözlü olarak aktarılmasıdır İngilizce sözlükte efsane, çok eski zamanlardan kalma hikâyeler, mitlerin modernleşmiş ve romantik bir hal almış şekli, efsanevi şöhret kazanmış insanlar üzerine söylenmiş hikâyeler olarak tanımlanıyor.
Mitoloji sözlüğünde ise, efsane dini merasimlerde yahut dini yemeklerde okunan şey anlamına gelmektedir. Bunlar daha çok azizlerin hayatına ait şeylerdir. Bu hikâyelerin konusu, bir şahıs olabileceği gibi, bir yer veya bir olay da olabilir.
Türkçe Sözlük’te efsane maddesi şöyle: “halkın imgesinde doğarak, ağızdan ağıza dolaşan ve konusu çok defa olağanüstü nitelikte olan hikâye. [Türkçe Sözlük,Türk Dil Kurumu, Ankara, 1969, s.231.]
Şemseddin Sami, Kamus-ı Türkî’de efsaneyi, “Masal, asılsız hikâye, hurafat, şöhret bulup, dillere düşen vak’a ve hal, destan” olarak tanımlanıyor. [Şemseddin Sami, Kamus-ı Türkî, İstanbul, 1978, s.136.]
Ferit Devellioğlu da, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat’inde efsaneyi: Asılsız hikâye, masal, boş söz, saçma-sapan lakırdı.Dillere düşmüş, meşhur olmuş hadise olarak veriyor.[Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Ankara, 1970, s.245.]
Mustafa Nihat Özön, Edebiyat ve Tenkid Sözlüğü’nde efsane için şöyle diyor:“Bir tabiat olayını, bir varlığın meydana gelişini, tabiat elemanlarından birinde olan bir değişikliği, akıl dışı, olağanüstü açıklamalarla anlatan hikâye. Bunun temeli olan olay, halkın muhayyilesinde şekil değiştirerek, ağızdan ağıza, kuşaktan kuşağa geçer. Genel olarak, masal ile eş anlamlı olarak kullanılır.” [Mustafa Nihat Özön, Edebiyat ve Tenkid Sözlüğü, İstanbul, 1954, s.74]
Meydan Larousse’da efsane:“Halkın gözünde veya nakledenin hayal gücünde biçim değiştirerek, olağanüstü niteliklerle donatılarak anlatılan hikâye.”[ Meydan Larousse, İstanbul, C.4, s.88-89.]
Çanakkale Savaşı’nı ciddi kaynaklardan okuyanlar/araştıranlar göreceklerdir ki Çanakkale ile efsane kelimelerini yan yana koyamıyoruz.
Peki, o zaman hangi kelimeyi kullanalım? Mesela efsane yerine ‘destan’ kelimesini kullanabilir miyiz?
Destanlar milletlerin hayatında büyük heyecanlara yol açan savaş, göç, işgal gibi tarihî olayların ve yangın, salgın hastalık,deprem gibi doğal olayların çağdan çağa aktarılan, aktarılırken de biraz hayal unsurlarıyla süslenmiş manzum yani şiir tarzındaki söylemleridir. Destanları ikiye ayırabiliriz.
Yapay Destanlar; yazarı belli olan, yakın zamanlarda yazılan ve olağanüstü durumlara daha az yer veren bir destan çeşididir. Herhangi bir olaydan yola çıkarak bir ozanın destan kurallarına uyarak oluşturduğu şiirlerdir. Edebiyatımızda, Yapay Destanlarda aklımıza gelen şu iki örneği verebiliriz. F. Hüsnü Dağlarca’nın “Üç Şehitler Destanı” ve M. Akif Ersoy’un “Çanakkale Şehitlerine.” Yapay Destanlar genellikle manzumdurlar. Oluştukları dönemlerin özelliklerini taşımaktadırlar. Olağanüstü özellikleri çokça bulunmaktadır. Olaylardan çok sonraları yazıya geçirilmişlerdir. Yapay destanlar doğal destanlara göre gerçeğe daha yakındır.
Doğal Destanlar ise yazarı bilinmeyen, çok daha eski dönemlerde yaşanmış olan olayları konu eden sözlü destan çeşididir. Milletin ortak yaratıcı gücüyle oluşan yazanı ve söyleyeni belli olmayan destanlardır. Genellikle var olan herhangi bir olayın milletin dilinde yüzyıllar süren bir anlatımdan sonra bir ozan tarafından kaleme alınması sonucu oluşmuşlardır. Oğuz Kağan ve Ergenekon doğal destanlarımıza örnektir.
***
HATİPCE – E.Ahmet Hatip
hatipce@gmail.com

30 Ocak 2008 Çarşamba

BİZANS’I HATIRLATANLAR

Hâlâ ne ile uğraşıyorlar bakınız।
Kim ne giyiyormuş? Yüzüğü hangi madendenmiş? Saçının, bıyığının, sakalının şekli nasılmış?
Zevzirden başka kuş, kendisininkinden başka baş tanımayanların seksenbeş yıldır uğraştıkları bunlar işte.
Dünya ne konuşuyor bunlar ne alemdeler…
ABD çöküş dönemine geçti, tüm dünyada olduğu gibi bölgemizden de çekilme sürecinde, iki yıldır ülkemiz onlarla olan iplerini kopararak artık bağımsız iç ve dış kararlar alabiliyor. Bu anlamda gerek Ortaasya’da gerekse Ortadoğu’da önder bir ülke olabilir, bu şansı var. Bölgemizde ABD zaten tüm güvenirliğini yitirmiş, Rusya ne kadar ehlileştiğini söylese de zaten sabıkalı, ‘Osmanlı mirasından dolayı ‘ bölgede oldukça etkili olabilecek tek ülke Türkiye’miz. Bunun için gereken adımlar atılıyor. Ülkemiz içinde de Sivil Anayasa çalışmaları ile yepyeni bir Türkiye gündeme geliyor.
Yani içerde kendi halkıyla dışarıda ise tüm komşularıyla barış içinde olan, lider bir Türkiye.
Ama biz nelerle meşgul oluyoruz görüyor musunuz? Anlaşılan o ki biz bize yetiyoruz.
Dünyanın her yerinde dışardan gelen sömürgeciler defolup gidebiliyorlar da, o ülkenin insanları kendi ‘kendini sömürgeleştirenlerden’ nasıl kurtulurlar onu bilmiyorum.
İlginç değil mi? Birileri Sivil Anayasa ile Kürtlere verilecek demokratik açılımları, PKK terörüyle ve DTP’nin sivri çıkışlarıyla gürültüye getirerek dondurmaya çalışıyor. Ardından yıllardır ibretialem olan, başörtüsü yasağını kaldırmak için atılan adımları da laikçilik çığırtkanlıklarıyla engellemeye çalışıyorlar.
Bu arada 1950’li yıllardan beri Anadolu insanının tepesine çökmüş bir çete sonunda devlet tarafından çökertiliyor. Bu çete ki halkımızı sağcı-solcu, alevi-sünni, kürt-türk diye vuruşturmuş; sayısız yargısız infaza imza atmış, gazetecilere, yazarlara, bilim adamlarına, askerlere hatta başbakanlara bile suikastlar gerçekleştirebilmiş ve bilemediğimiz bir sürü haltlar karıştırmış; Ulusalcı-Türkçü-Kürtçü veya radikal solcu örgütlere eylem yaptırabilmiş NATO uzantısı bir örgüt. Bu örgütün çökertilmesi çalışmalarına üniversitelerden, CHP’den, ADD ve ÇYD gibi sözde STK’ lardan, birçok tv ve gazetelerimizden ‘doğru-dürüst ‘ veya ‘yeteri kadar’ bir tebrik veya bir destek var mı?
Tesadüf mü bu acaba?
Tık yok!
Ama başörtüsünün üniversitelerde serbest bırakılması yolunda Anayasa değişikliği için TBBM‘ne gidilmesi nedeniyle bu kurumlar teyakkuza geçmişler bile.
Üniversitelerarası kurul OTDÜ'de olağanüstü toplanacakmış da,
Başörtüsü özgürlüğü laikliğin içinin boşaltılmasından başka bir şey değilmiş de,
Anayasa Mahkemesi çabucak müdahale etmeliymiş de…
Sözde sivil toplum örgütleri, yine büyük kentlerde başörtüsü karşıtı eylemler düzenlemeye hazırlanıyorlarmış.
Daha önceleri Cumhuriyet mitingleri düzenleyen ADD ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği gibi kuruluşlar şimdi de başörtüsü karşıtı mitingler yapma kararı almışlar.
Anlaşılan yine askere müdahale çağrıları yapacaklar.
Avuçlarını yalarlar…
Türkiye, artık halka rağmen hareket yapılmayacak bir ülkedir.
Artık Anadolu insanı, uşak-yanaşma-ırgat-maraba-köle değildir.
Bu ülke, artık ‘kendisiyle savaşan ülke’ olmayacaktır. Ağalar ,beyler ve elit statükocular böyle bilsinler.
Kendi varlıklarını başkalarının yokluğu üzerine bina etmiş olanlar, Anadolu insanının yakasını artık bırakmalılar.
Aslını inkâr eden haramzadedir.
Afrika’ya da, Avrupa’ya da, Asya’ya da gitsek bizi görenler Osmanlı’yı hatırlıyorlar, Osmanlı’nın adaletini özlediklerini belirtiyorlar.
Yaşamları ve entrikalarıyla Bizans’ı hatırlatanlar artık kendi kendilerini sorgulamalılar.
Bir söz de zülfü yare.
Unutmayalım ki, Allah büyüktür. ABD’den de, NATO’dan da, onların devşirme yavrularından da.
Allah yokmuş gibi konuşmamalıyız.
Çünkü O, gücünün farkında olmayanları korku ve zilletle cezalandırır.
Aklını kullanmayanları da pisliğe mahkûm eder.
Hakka makbul olunmadan, asla halka makbul olunamaz.
E.Ahmet HATİP
hatipce@gmail.com

21 Ocak 2008 Pazartesi

GÖLGE ETMESİNLER

Eski bir Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı olan Sabih Kanadoğlu, on tane Cumhurbaşkanı seçilirken aranmayan Anayasa yorumlarını 11. Cumhurbaşkanımızın seçimi sırasında ortaya atıvermişti

Peşinden CHP’nin müracaatı ve Anayasa Mahkemesinin, hukuk tarihini şaşırtacak 367 şartı doğrultusunda kararı alınmıştı.

Hemen ardından ADD başta olmak üzere sözde STK’lar emir komuta zinciri içinde hareket ettiler. Büyükşehirlerde yaptıkları Cumhuriyet mitingleriyle halkın seçtiklerine “istemezük” diyorlardı akıllarınca

Yine o günlerde önemli üniversitelerimizden birinin rektörü ’ %95 oy alsalar dahi iktidara gelemezler’ sözleriyle elit statükonun atadığı bir rektörün demokrasiden ne anlayabileceğini gösteriyordu adeta.

Cumhurbaşkanı seçiminin ilk oylandığı günün gecesinde G.K. internet sitesindeki demokrasi karşıtı bir açıklama yapılmıştı. Kimileri buna e-muhtıra dediler.

CHP-ANAP-DYP milletvekillerinin TBMM genel kuruluna girmelerini engellediler. DYP-ANAP birleşmesi için baskılar yaptılar.

Ama sonunda kazanan yine halkımız oldu. Elit statükocuların bütün oyunları boşa çıktı. Hem 11. Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül oldu hem de AK Parti tekrar hükümeti kurdu.

Tabi bazı kurumların demokratik olmayan yetkilerinin ellerinden alınmaması için ürettikleri bu problemler içerde belli bir gerilim oluşturmuştu. Bu iç sıkıntılar aynı zamanda dış ilişkilerimizdeki bazı adımlarımızın yavaşlamasına da sebep oldu. Orta Asya ve Orta doğu ülkelerinde Türkiye’nin önderliğindeki yeni oluşumlar dış güdümlü elit statükocularımızın sayesinde zaman kaybetmemize sebep oldu.Tabi buna o zamanlar en çok ABD ve Rusya sevindiler.

Ocak ayının 3. haftasında Başbakan R.Tayyip Erdoğan’ın başörtüsü yasağının çözümlenmesi yolunda attığı yeni bir adımın ardından MHP lideri Devlet Bahçeli’de bu konuda destek vereceğini söyledi.

Tabi ardından bildik mihraklardan alıştığımız salvolar gelmeye başladı.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya giderayak, başörtüsü ile ilgili olarak yaptığı değerlendirmede bu önerinin laik üniter yapıya aykırı olduğunu ve sorumluluğun anayasa ve yasalar gereği bu yönde beyan ve faaliyetlerde bulunan siyasi partilere ait olacağı gözden kaçırılmamalıdır demiş.

Peşinden Danıştay’ın malum açıklamaları…

Medya zaten hazır kıta. Kaşımaya başladılar meseleyi hemen. AK Partiyi kapatmanın rüyalarını görüyorlar hâlâ. Hazımsızların daha akıllıları ise sulandırmaya çalışıyorlar konuyu. İleride de problemlerin devam etmesi için kelime oyunları yapıyorlar. Üniversitelerde olsa bile orta öğretimde ve kurumlarda olmasa gibi…

Bir kısım güdümlü STK’larda yakında katılırlar koroya. Yani bu kurumlar ve beyler kendilerini hâlâ TBMM’den yukarda sanıyorlar.

Bu arada kökü dışarıda bu gürültülerin; ABD’nin son haftalarda, BOP için Orta doğuda Bush’un gezileriyle başlattığı yeni bir atak karşısında Türkiye’mizin elini zayıflatmaya yarayabileceğini de unutmayalım.

2007 yılı boyunca atılan dev adımları göremeyenler işte böyle gürültü-patırtılar yapıyorlar akıllarınca. ABD’siz olunamayacağına iman edenler ve Türkiye’nin büyük ülke olacağını hayal dahi edemeyenler işte bunlar.

Ülkemizdeki siyaset anlayışının, başta TSK olmak üzere kurumlarımızın ve dünyaya bakış açımızın olumlu yönde değiştiğini görmemiz gerek artık. Başta başörtüsü ve Kürt meselesi olmak üzere ardı ardına devam edecek bu pozitif değişimlerin karşısında kuru gürültü yapanlar sadece kendilerini boşuna yoracaklardır.

Artık onlar da anlamalıdırlar ki ülkemizde halka rağmen bir şeyler yapılamayacaktır.

Onun için boşuna, ne gölge ne de gürültü etsinler…

15 Ocak 2008 Salı

2007 YILINDA PAYLAŞTIKLARIMIZ

Bu günkü çalışmamızda 2007 yılı boyunca üzerinde durduğumuz ve sizlerle paylaştığımız konuları kısaca toparlamak istiyorum. Sabırla okuyacak okuyucularımız, hem yıl içindeki gelişmelerin analizlerimizle ne kadar içselleştiğini görebileceklerdir hem de yıl içindeki gelişen siyasal gelişmeleri yeniden hatırlayacaklardır.

17.01.2007 tarihli “Nasıl Bir Türkiye? başlıklı yazımızda 2007 yılı içinde bizi bekleyen gündemi şöyle analiz etmiştik: “1.Türkiye’nin ABD’den bağımsız hareket etmesi dönemi. 2.Türkiye’nin Orta Asya programı. 3.Türkiye’nin Orta Doğu programı. 4.Güneydoğu meselesinin çözümü. 5.Türkiye’nin AB süreci. Bilindiği gibi Türkiye’miz kurulduğundan 1944 yılının ortalarına kadar İngiltere’nin etkisinde kalmıştır.1944 yılının ortalarından itibaren ise ABD güdümüne geçen Türkiye iç ve dış politikalarında bu ülkenin istediği gibi hareket etme durumunda kalmıştır. 1 Mart 2003 tezkeresinin reddinden sonra Türkiye ABD güdümüne isyan etmiştir. Bu tarihten itibaren Türkiye ile ABD arasındaki gizli savaş büyük bölümüyle topluma yansımadan sürmüştür. Kuzey Irak’ta askerlerimizin başına çuval geçirilmesi ve bazı suikastlar,16 Mayıs 2006’dan itibaren başlayan doların yükselişi, borsa ve para piyasalarının sarsılması ve dalgalanması, 17 Mayıs Danıştay saldırısı, siyasette sahte arayış senaryolarının sürdürülmesi, çeteleşen bazı askeri grupların deşifre olması ve bunun gibi olayları bu çatışmanın su yüzüne çıkanları olarak değerlendirebiliriz. ABD ile yapılan görüşmelerden sonra Türkiye, 2006 Eylül ayından itibaren NATO ve ABD politika ekseninden çıkıp, iç ve dış politikalarını kendi ulusal çıkarları üzerine projelendireceği kararlılığını bildirdi.

09.03.2007 tarihli “Türkiye-Suriye Birliği ve Ötesi” başlıklı yazımızın son bölümünde şunları söylemiştik: ”Bendeniz gelecekte güçlü bir Türkiye’nin, Ortadoğu’daki ve Orta Asya’daki kardeşlerimizle ekonomik-siyasal hatta askeri birlikler kurulmasında öncü olacağına / liderlik yapacağına, böylece yaşadığımız bölgedeki her milletten insanların AB, ABD, Rusya veya Çin gibi sömürgeci ülkelere karşı güçlü ve özgür bir blok oluşturacağına inanıyorum.Böyle hayırlı bir çalışmayı başta ABD ve İsrail ne kadar engellemeye kalksa da Türkiye bunu başarabilecek güçtedir.”

03.04.2007 tarihli “Bizlere Neler Oldu?” yazımızda Osmanlı kürdü Şeyh Abdulhakim’in batının tezgahlarına karşı asil duruşunun hikayesini anlatmış, bu günlere nasıl geldiğimizi sorgulamamızın gerekliliğini vurgulamış, sözümüzü şöyle tamamlamıştık:” Öyleyse ihanetin en kolay yapılabileceği bir zaman diliminde tarafsız kalmayı bile, düşmanla işbirliği yapmak ve bunu da alçaklık olarak algılamak durumunda olan Osmanlı kürdünün, az da olsa bazı çocukları; neden bugün bütün Ortadoğu’ya yeniden düzen vermeye çalışan düşmanla işbirliği yapma ve bu haçlıların figüranı olma durumuna gelmiştir? O günden bu güne hangi aşınmalar yaşanmıştır? Doksan yıl önce tezgahlanamayan oyunlar neden bu gün kolaylıkla yapılabilmektedir? İşbirlikçilik neden bugün bir takım sözde aydınlar, yazarlar, çizerler, eğitimciler ve bazı bürokratlar tarafından zamanın gereği olarak algılanmaktadır? Önce devletimiz sonra da Anadolu’da yaşayan bütün insanlarımız; Seksen beş senede bize neler olduğunu yeniden tahlil etmek ve düşünmek zorundadırlar. Türklerin sekülerleştirilmelerinin ardından son zamanlarda görüldüğü gibi Kürtlerin de sekülerleştirilmesi serüveninin; Müslümanlığı sadece bir takı gibi milletinin yanına eklemlemenin Anadolu insanının haçlıların projeleri karşısında daha da zayıflatacağını görmek durumundadırlar. Osmanlının sadece Müslüman topluluklara değil Müslüman olmayanlara bile uyguladığı adaletinin örnek alınmasının acilen gerekliliğini görmelidirler.”

20.07.2007 tarihli “Anadolu İnsanı Tarihinin En Önemli Günlerini Yaşıyor” başlıklı dört bölümlük analizimizde ise Cumhurbaşkanlığı seçiminin önemini vurgulamıştık. Çalışmamızın ana hatları şöyleydi: “Statükocuların son kale kaygılarından bahisle; ülkedeki ABD yanlısı ulusalcıların cumhurbaşkanlığı feryatları da bu kurumun son kale olarak görülüp teslim edilmesine karşı çıkma gayretlerine dayanmaktadır. Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olmasının engellenmesinin ve bu uğurda parlamentonun bile tıkanmasının arkasında bu kaygı vardır. Bu yüzden ülkedeki bütün muhafazakâr-sağcı-solcu-maocu-kemalist-ulusalcı-ırkçı-milliyetçi-türkçü-kürtçü ve ismini sayamadığımız her renkten ve telden gurup; ellerinden imkânlarının alınacağından paniğe kapılan statükocu elitlerin emirleriyle anında esas duruşa geçip mitingler tertip etmeye başlamışlardır. Hemen ardından aynı emirle birleşik partiler kurmaya ve koalisyonlar oluşturmaya başlamışlardır. Ülke içinde marjinal, tutucu, statükocu, halk tabanı olmayan, halktan korkan, halkı hor gören, dışlayan etkin statükocu elitler, yayınlattıkları bir sanal askeri bildiriyle demokrasi tekrar tıkanma noktasına getirilmek istenmiştir. Yeniden hortlatmak istedikleri terör ve şiddet olayları sayesinde kitlesel olarak halkın içine korku salarak ülkedeki sivilleşme, özgürleşme sürecini geri çevirmek, Cumhurbaşkanının halkın istediği birinin / halktan birinin, sivil-dindar-demokrat biri olmasının önüne engel olmak istemişlerdir. Her türlü çaba ve engellemeye rağmen Türkiye büyük devlet olacaktır.”

14.08.2007 tarihli çalışmamızda ise şimdi Cumhurbaşkanımız olan Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olması gerektiğini şöyle vurgulamıştık: “GÜL GİBİ OLACAKTIR” Ayrıca, 2007’nin ikinci yarısından itibaren ülke gündemimizi oluşturabilecek konularımızın şunlar olabileceğini yazmıştık:
A-Ülkemizdeki Devlet Yönetiminde ve Sosyal Politikalarında değişim Süreci.1. Demokratik bir Anayasa Nasıl Olmalıdır?Başkanlık,Yarı Başkanlık ve Parlamenter Sistem. Anayasa Mahkemesinin Yeniden Yapılanması ve Üyelerinin Seçimi. Yargı Sisteminin Yeniden Düzenlenmesi. YÖK’ün Anayasa’daki Yerinin ve Şeklinin Yeniden Düzenlenmesi. TSK’nin Anayasadaki ve Devlet Sistemindeki Yeri Nasıl Olmalıdır? Din Eğitiminin Anayasadaki Yeri. 2. Güneydoğu Sorunu ve Çözüm Yolları.3. Ülkemizde Sivil Toplum Kuruluşları. (STK ve Bağımsız STK’ların Oluşması için Yapılabilecekler.) 4. Ülkemizde Yabancı Sermaye Girişi, Özelleştirmeler ve Ekonomik Durumumuz.5. Mevcut Siyasi Partiler ve Olması Beklenen Siyasi Değişiklikler.
B- Türkiye’nin Bölgesel ve Uluslar arası Politikalarında Değişim Süreci.
1. ABD - NATO Politikalarımız ve Değişim Süreci.2. AB Politikalarımız ve Değişim Süreci.3. Bölge Politikalarımız ve Değişim Süreci.4. Rusya -Avrasya Politikalarımız ve Değişim Süreci.5. İslam Dünyası ile ilgili Politikalarımız ve Değişim Süreci. 6. Kıbrıs - Ege Politikalarımız ve Değişim Süreci.

17.10.2007 tarihli analizimizde ise “ Suni Gündeme Aldanmamak Gerek” başlığıyla Sivil Anayasa çalışmalarından rahatsız olan ABD/NATO uzantılı kesimlerin yapabilecekleri provokasyonlara dikkat çekmiştik. ABD/NATO’nun her ne kadar müttefikimiz olduğu söylense de artık bu sözlerin kimseye inandırıcı gelmediğini belirtmiş şöyle devam etmiştik:
"İnandırıcı gelmiyor çünkü; 1952'den beri üyesi olduğumuz NATO'nun 27 Mayıs 1960,12 Eylül 1980,12 Mart 1980, 28 Şubat 1997 yıllarında yapılan askeri darbeleri yönlendirdiği biliniyor artık."
"İnandırıcı gelmiyor çünkü; sağ-sol, alevi-sünni, laik-antilaik ideolojik kamplaşmaların, anarşi ve terörün, faili meçhul cinayetlerin, irtica korkusu şamatalarının, binlerce insanımızın kanına giren PKK saldırılarının NATO kaynaklı olduğu biliniyor artık."
"İnandırıcı gelmiyor çünkü; 55 yıllık süreçte kurulan 40 hükümette bir türlü siyasi istikrarın sağlanamamasının, milli gelirimizin 2000 doların altında kalmasının, onlarca ekonomik krizle ülkemizin yoksul bırakılmasının, irtica sorunu - başörtüsü problemi - Kürt sorunu - Kıbrıs sorunu - Ege sorunu - Ermeni sorunu gibi sorunların çözümlenemeyişinin, milli birlik ve bütünlüğün sarsılmasının ve bölünme sendromunun yaşanmasının, devleti milletine-milleti ise devletine düşman haline getirilmesinin ardında NATO'nun olduğu biliniyor artık."
"İnandırıcı gelmiyor çünkü; 2. Dünya Savaşında yenilen, yakılıp yakılan aynı 'ittifak'taki ülkelerden bile her bakımdan geride kalmamız için yapılan sosyal, siyasal ve ekonomik çalkantıların ve bunların ardındaki derin yapılanmaların ardında NATO'nun olduğu biliniyor artık."
"İnandırıcı gelmiyor çünkü; NATO'ca 50 yıldır bize inatla düşman olarak gösterilen bütün komşularımızla pekala dost olarak yaşayabildiğimizi özellikle son birkaç senedir hepimiz yakından şahit olduk."
"İnandırıcı gelmiyor çünkü; Kuzey Irak'taki; sözde haritaların, PKK terör örgütünün varlığının, Kerkük meselesinin ve diğer bütün olumsuz oluşumların NATO destekli 'Çekiç Güç' kaynaklı olduğu görüldü artık."
"İnandırıcı gelmiyor çünkü; BOP denilen İslam dünyasını daha da parçalamaya, bölmeye ve katletmeye dönük uygulamanın içinde görev alan NATO'yu Irak'ta da, Afganistan'da da halkımız görüyor artık."
"İnandırıcı gelmiyor çünkü; Avrupa'da Varşova Paktına sınır ülkelerdeki nükleer başlıklı füzelerin 1990 yılından itibaren kademeli olarak kaldırıldığını ama nedense Türkiye'deki Adana/İncirlik'te, İstanbul'da, Ankara'da, Karadeniz'de yerleştirilen 100'den fazla nükleer başlıklı füzenin varlık nedenini ve hedeflerini soruyor artık."
"İnandırıcı gelmiyor çünkü; Suriye hava sahasının üzerinde uçan yabancı uçakların (ki bu yabancı uçakların bazen ABD, bazen İsrail bazen de NATO etiketleri takarak uçmalarının) bir hedefinin de Müslüman ülkelerle Türkiye'nin son yıllarda hayli artan güven ve dostluğunun bozulmasını amaçladığını görüyor artık.
İşte son zamanlardaki karışıkların ve evlatlarımızın kanlarının dökülmesinin sebeplerinden biride NATO'nun artık her kesimde sorgulanmaya başlanmasıdır. Türkiye'mizin NATO ve ABD ile olan ilişkilerini yeniden sorgulama zamanı gelmiştir hatta geçmektedir.
Sivil Anayasa'yı engellemek için uğraşanların bir korkuları da "iç düşman" konseptinde görmeye alıştıkları İslam ve Kürt meselesinin çözümlenmeye başlanmasındandır. “

13.12.2007 tarihli “Yeni Ankara” adlı çalışmamızda ise Türkiye'mizin son 80 yılının en hızlı günlerini yaşadığından bahisle gerek içeride gerekse dışişlerindeki gelişmelerin baş döndürücü bir hızla ilerlemekte olduğunu belirtmiştik. Dış ilişkilerimizdeki önemli tarihlerden biri 5 Kasım'dı. Başbakan R.Tayyip Erdoğan'ın ABD ziyaretinin dışarıya yansıyan en önemli konusu PKK terör örgütü idi. Her türlü desteği verdiğini sağır sultanın bile duyduğu PKK'yı; toplantıdan birkaç gün önce "dağdan inen adamlar" diye tanımlayan ABD Devlet Başkanı Bush'un toplantıdan sonra ise "ortak düşman" ve "terör örgütü" olarak adlandırması ilginçti. Anlaşılan o ki ABD ve Türkiye'nin 1 Mart tezkeresinin ardından oldukça gevşeyen ve 15 Mayıs 2006'da kopan ilişkileri, 5 Kasım toplantısında da Türkiye'nin PKK terör örgütü ile sınırlandırılmış taleplerinin, ABD'nin sonucu şüpheli bir şekilde kabul etmesinden başka bir şey getirmedi. Sonuçtan, Türkiye genel olarak pek memnun olmadı ve kendi çizdiği yoldan yürümeye devam etti. Aynı günlerde İran ile yeni enerji antlaşmalarının imzalanması bunun kanıtlarından sadece biriydi.
Suudi Arabistan Kralı Abdullah'ın ardı ardına ülkemizi ziyaret etmesi sonra Mısır'a gitmesi büyük önem taşıyordu. Suudi Arabistan'la yaptığımız antlaşmalarda; ziyaretlerin karşılıklı olarak devam ettirilmesi, terör ve suçla mücadelede karşılıklı işbirliği yapılması, serbest ticaret antlaşmalarının sonuçlandırılarak her iki ülkenin işadamlarının yatırımlarına yardımcı olunması ön plana çıkan hususlar oldu. Bunların hepsinden önemlisi tüm dünyada barışın-istikrarın-refahın sağlanması için birlik arayışlarının söz konusu edilmesiydi. Yine daha düne kadar oyuna getirilmek ve birbiriyle savaştırılmak istenilen ülkeler, Türkiye'nin gayretleriyle alışılmadık bir süreç yaşıyorlar. Türkiye-Suriye-İran-Pakistan-Suudi Arabistan-Mısır gibi ülkeler bir araya gelerek sorunlarını birlikte çözmek için adımlar atmaya başladılar. Hiç kuşkusuz bunların bir araya gelmelerinde ABD'nin Irak'ı işgali ile yaptığı katliamlar/zulümler ve Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ile bölgede, sınırlarda, siyasi çerçevede ve coğrafyada yapmak istediği yeni düzenlemeleri önemli rol oynadı. Bölge ülkelerinin ortak tehdit algılamaları bir araya gelmelerinin ve ortak adımlar atmalarının sebebi oldu. İran'ı Şii dünyasının; Türkiye'yi ise Suni dünyasının başına getirerek çatıştırma oyunları geri tepti ve aksine Yeni Ankara'nın gayretleriyle bir işbirliğine dönüştü.
Türkiye'nin gayretleriyle oluşturulan bu yakınlaşmalar körfez sermayesinin Türkiye'ye akmasına, İran Cumhurbaşkanı Mahmut Ahmedinejad'ın Suudi Arabistan'ı ziyaret etmesine ve bölgesel ve ikili antlaşmalar yapmasına sebep oldu. Yine Türkiye, Pakistan ile Afganistan arasında hakemlik yapmayı üstlendi. Suriye ile Türkiye çok ileri aşamalarda işbirliğine girdiler. Bu anlamda Suriye Kıbrıs Türk Devleti'nin pasaportlarını tanımaya başladı.
İsrail ile ilişkilerde kontrolün ele alınması ve Filistin'e destek verilmesi de önemli adımlardı. Filistin ve İsrail Devlet Başkanlarının Ankara'da bir araya getirilmesi önem kazandı. Bununla Türkiye bölgedeki önemini bir kez daha kanıtlamış oldu.
İslam Konferansı Örgütü(İKÖ)'nün etkinliğinin artması ve Arap Birliği toplantılarına ilk defa Bir Türkiye Başbakanı'nın davet edilmesi Türkiye'nin bölgedeki ağırlığını gösteriyordu.
Yanı başımızdaki Irak'ta bazı Şii aşiretlerin Türkiye ile işbirliği yapma talepleri; Kuzey Irak'taki Kürt ve Suni aşiretlerden gelen birleşme talepleri; Barzani'nin, öncekilerinin tam aksi istikamette yaptığı Aralık ayının ilk haftasındaki açıklamaları önümüzdeki dönemde bu bölgemizdeki insanlarla da birlik ve beraberliğimizi çok daha fazla pekiştireceğimizin habercisidir. Bütün bu alışılmadık gelişmeler dünyada 'Osmanlı Barışının' özleminin bir sonucudur.

2007 yılının son çalışmasında “Son Dönem Kürt Siyaseti” üzerinde durmaya çalıştık. “Ak Parti hükümetinin önemle üzerinde durduğu 'Sivil Anayasa' çalışmalarının bir önemli konusu da yıllardan beri deşilen ve dış mihraklarca da kışkırtılan Kürt sorununa demokratik bir çözüm getirmek olmalıdır. Bunun için tabi ki bir dizi çalışma yapılaması gerekiyor. Bu konudaki çalışmalardan sadece ve sadece birisi ise terör örgütünün yok edilmesidir. Kürtler yıllardır devletten bekledikleri temel demokratik insan hak ve özgürlüklerine bu Sivil Anayasa ile kavuşmalıdırlar Görüldüğü kadarıyla bugüne kadar izlenenin dışında bir strateji ile terör örgütü artık bitiş çizgisine doğru gidiyor. İzlediğimiz kadarıyla önce terör örgütünü yalnız bırakmak için diplomatik ve siyasi temaslar yapıldı. Bunu ise terörist ailelerinin, çocuklarının dağdan inmeleri için ikna edilmesi takip etti. TCK' nın 221.maddesi pişmanlık duyacak terör örgütü üyelerine uygulanıyor. Bu madde bir nevi 'eve dönüş yasası' olarak algılanıyor ve uygulanıyor. Anlaşıldığı kadarıyla Türkiye; Irak hükümetinin sağlamış olduğu bir imkânın terör örgütü üyelerince de değerlendirilmesine izin veriyor. Yani terör örgütü üyeleri, kendileri isterse Irak Ordusuna kaydolarak normal hayata dönebiliyorlar. Belirli bir işe dolayısıyla maaşa, evlenip çoluk-çocuğa karışarak bir aile sahibi olup normal hayata dönüyorlar, rehabilite oluyorlar. Sadece son dönemde 1000'den fazla terör örgütü üyesinin Irak Ordusuna kayıt yaptırdığı görülüyor. Parti kapatmalar bugüne kadar Türkiye'mize hiç yarar getirmedi. DTP'nin kapatılmasını isteyenler ise eski alışkanlıkları depreşmiş olanlar, problemlerden beslenenler yani statüko yanlıları. Ama burada eski söylemlerin yeniden düzenlenmesi gerektiğini ve somut bir şekilde teröre karşı olduklarını belirtmeleri, içinde bulunulan demokratik süreçten Kürtlerinde azami ölçüde faydalanması için öncü olmaları gerektiğini düşünüyorum. Yoksa halktan kopuk radikal hareketler Türk solunun sonunda olduğu gibi marjinal grupçuklar olmayı getiriyor. Gidişinde aynı o yolda olduğu görülüyor…Önümüzdeki dönemde Kürt siyasi hareketinde yeni anlayışlar ve yeni oluşumlar gerekmiyor mu? Mesela liberal görüşler taşıyan veya mütedeyyin Kürt vatandaşlarımıza hitap eden İslami hassasiyetleri olan siyasi hareketler neden yapılanmasın. Bu hareketler bütün partiler içinde güçlü gruplar oluşturabilirler veya yeni siyasi partiler kurabilirler diye düşünüyorum. Tabi burada atılan her yeni farklı demokratik adımı veya düşünceyi hemen damgalayarak veya karalayarak sosyalist/laikçi Kürt hareketinin dışında bir oluşuma tahammül edemeyenlerin oyununa da gelmemek gerekir diye düşünüyorum. Bakalım önümüzdeki günler bize neler gösterecek. Aynı vatan/devlet/bayrak altında, kardeşlik şuuru içinde, binlerce yıldır olduğu gibi bir arada yaşayarak, Ortadoğu'daki bütün halklara güzel örnek olmaya devam edeceğimiz günler yaşamamız dileğiyle, dua edelim”

2008 yılında da, nasip olursa başta Türkiye’miz ve Ortadoğu olmak üzere dünyadaki siyasal gelişmeleri analiz etmeye devam edeceğiz.