17 Ekim 2007 Çarşamba

ANADOLU İNSANI TARİHİNİN EN ÖNEMLİ GÜNLERİNİ YAŞIYOR

Türkiye ve dolayısıyla Anadolu insanı tarihinin en önemli günlerini yaşıyor. Devletinin bir takım değişimlerinin sancısını çeken ülkemizde neler olup bittiğini ne yazık ki birçoğumuz kavrayamıyoruz. Alışılagelen politik lafazanlıklardan da bir türlü vazgeçemiyoruz. Ülkemizde olup bitenleri partilerin penceresinden değerlendirme gafletinde bulunuyoruz. Gelecekte torunlarınızın sizden bunun hesabını soracağından, iki ellerinin (manevi olarak da olsa) yakanızda olacağından emin olabilirsiniz. Özellikle kendini dindar/muhafazakâr diye adlandıranlara sözüm. Çünkü Müslümanlar ‘yapmaları gerekirken yapmadıklarının da hesabını vereceklerinin’ bilincinde olmalıdırlar.
22 Temmuzda tercihimizi; değerlerimizi aşağılayanlara, ülkemizdeki değişime set çekenlere, Anayasa mahkemesine gidenlere, demokrasiyi içine sindiremeyen çetelere, geçmişte ülkeyi kan gölüne çeviren ama bugün statükocu elitlerin emri ile canciğer koalisyon hazırlıkları yapanlara, ülke insanını kamplara bölenlere karşı kullanalım böylece istikrarı devam ettirmiş ve devlet içinde değişimi savunanlara yardım etmiş, halkımızla devletimizin kucaklaşmasını sağlamış oluruz…
İçinde bulunduğumuz zaman diliminde; dış güdümlü statükocu elitlerin karşısında tek başına tavır alanlar desteklenmelidir.
Bugüne kadar ki gelişmeleri bundan önceki yazılarımda aralıklarla konu edinmiştim. Merak edenler sitemizdeki yazılarımın arşivinden tekrar okuyabilirler. Şimdi ise konu başlıklarıyla genel bir değerlendirme yapmak ve günümüze gelmek istiyorum.
Statükocu elitlerin İnönü dönemindeki yapılanması
Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren; Atatürk’ün etrafında toplanan, onu taklit eden, onu seven ve ideolojik düşüncelerini Kemalizm diye adlandıran devletin en üst tabakasına yerleşen bürokratik memurlar İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanı olduğu dönemde ideolojilerini devletin ideolojisi olarak belirlediler. Halktan tamamen kopuk, onu hor gören bu kitle devletin her türlü imkânlarını Anadolu insanından sürekli uzak tuttular. Hatta onların devlet yönetimine yaklaşmamaları için devamlı tedbirler aldılar. İttihatçılık zamanlarından kalma komiteci tecrübelerini de ekleyerek muhaliflerini ve rakiplerini devre dışı bırakma tedbirlerini daha da güçlendirdiler. Bu dönemler Kemalistlerin neredeyse asrısaadetleri olmuştur. Peki ya halk ? Ne yazıktır ki insanlarımızın çoğu hafızasız olduğundan o günleri unuttular. Seçimlerde; jandarma gözetiminde yapılan ‘açık oy-kapalı mekanda tasnif ’ hâlâ birilerinin özlediği yöntemdir. Tek parti iktidarının il başkanlarının o ilin valisi olduğu, en temel ihtiyaçların karne ile verildiği dönemleri bizim yaşlılarımız anlatırlar, ardından da o dönemde söylenen manileri tekrarlardı. Aklımda kalanları örnek olarak vermek isterim:”Vali evi dört köşe/Vali vereme düşe/Vali yağı yasak etti/Helvası zeydle pişe..” “Yorgan yüzü kırmızı/Karne doyurmaz bizi/İsmete selam söyle/Kurşuna dizsin bizi..” İşte halkın hali böyleydi o dönemde. Yine o dönemde yani 1944’lerde İngilizler bizi ABD’ye devrettiler. Onlar da Halk Partisi’nin tüm direnişine rağmen çok partili sisteme geçmemiz için ısrar ettiler.
Bu bizim hikayemiz
A.Menderes’in Başbakanlığında Demokrat partinin ezici bir üstünlükle hükümete gelmesi statükocu elitleri önceleri pek etkilemedi. Değil mi ki onlar istedikleri kadar hükümet olsunlar, oy alsınlar, iktidarda olanlar kendileriydi. Bürokrasideki kadroları her alanda hakimiyeti sağlamıştı. Sivillerden gelecek adil talepler de bu çarkta ezilir kaybolur giderdi. İktidarı ellerinde tutan kemalist görünümlü bürokratlar bu dönemde de hiçbir ideolojisi-inancı ve değerleri olmayan tavırlarını sürdürdüler. Bu tarzları A.Menderes’in kendilerine tavır almaya kalkmasıyla da değişmedi. Halkın büyük çoğunlukla seçtiği bir Başbakan’ı gözdağı vermek için yaptırdıkları bir ihtilalin ardından astırıverdiler. Bu, halk ile statükocu bürokrat elitlerin arasını daha da açtı. Baştan beri CHP hep iktidarda oldu. Başka partiler ise seçimleri kazansalar da hükümet oldular ama hiç iktidar olamadılar.
O yıllarda artık NATO üyesi idik. Kendimizi kanıtlamak için gönüllü olarak Kore’ye gidip müttefik ABD hesabına savaştık. Baş düşmanımız da Rusya idi. Ama kavga kendi içimizde devam etti. İlk dönemlerde devrimlere karşı oldukları bahanesiyle asılan muhaliflerin yerini önce aleviler aldı. Sonra bir ara Türkçüler hedef alındıysa da, sağ-sol çatışmaları 70’li yılların en büyük sorunu oldu. Bu dönemde olduğu gibi, bu güne kadar devam eden her kavganın arkasında hep NATO’nun ülkemizdeki uzantıları olduğu görüldü. Bunlara kontr-gerilla, gladyo, ergenekon vs. adlarla işaret edildiyse de statükocu bürokrat elitlerin sayesinde kimse bunlara yaklaşamadı. On-onbeş yılda bir yaptırdıkları ihtilallerle hükümete gelenlere ve halka gözdağı verdiler. Zaman içinde sağ-sol çatışmaları tezgâhlarının yerini kürt-türk, laik-antilaik, alevi-sünni çatışma senaryoları ve bunların figüranları aldılar. Şimdi de yani günümüzde de aynı oyunlar ısıtılıp ısıtılıp piyasaya sürülüyor. NATO uzantılı ulusalcı elitler senaryo yazmaktan usanmadı ama bizim bir kısım halkımızda gönüllü ucuz figüran olmaktan bıkmadı. Statükoya karşı koyduğunu,muhalefet ettiğini sananlarda çoğunlukla statükocuların kurdukları sağcı/solcu/dindar organizasyonlarda yer aldılar.
Soğuk Savaştan sonra düşman olarak İslam hedef alındıİkinci Dünya Savaşı sonunda gelişen soğuk savaş döneminde statükocu elitler, ülkemiz dış politikasını ABD'nin emrine vermişti. İçeride ise sapmalara karşı yapılan bürokratik müdahaleler ve demokrasi oyunları doksanlı yıllara kadar devam etti. Soğuk Savaşın sona ermesiyle dünyada yaşanan gelişmelere kırklı yılların kafasına sahip statükocu elitler ayak uyduramadılar. 28 Şubat antidemokratik süreci de bu uyumsuzluğun bir sonucu idi. Bu dönemde de bir kere daha Anadolu insanının önüne set konulmuş ve bu konuda ne kadar tahammülsüz olunabileceği sert bir şekilde ifade edilmişti. Hem artık NATO'nun hedefi İslam'dı. Bu yüzden dinine saygılı Anadolu insanının tepesine istenildiği gibi vurulabilirdi. Amerika ile olan ilişkilerimiz ise bu dönemde de son altmış yılda olduğu gibi tam bir teslimiyet içinde pazarlıksız ve itirazsız bir şekilde devam etti.
Anadolu'nun yerli sermayesi güçlendiAnadolu insanları ise hiçbir zaman ümitlerini kaybetmediler. Yüksek öğrenimlerini bütün bürokratik engellemelere rağmen tamamlayan binlerce genç devletin çeşitli kadrolarında görev almaya ve yükselmeye çalıştılar. Yine bütün engellemelere rağmen Anadolu tüccarı ve sanayicisiyle orta sınıf zengin muhafazakârlar etkin ve güçlü bir duruma geldiler. Oldum olası devletin imkânları ve gösterdiği kolaylıklarla oluşmuş elit tüccarların ve sanayicilerin aldıkları bütün desteğe rağmen etkileri zaman içinde azalmaya başladı. Bu değişimin sonunda Anadolu sermayesinin güçlenmesi ve iktidara taraf bakması AKP'nin hükümete gelmesine yardımcı oldu.
Türk Devletinin halkıyla kucaklaşmasıMilli bir yapılanma bu dönemde de devam etti. Yine bu dönemdeki iç ve dış gelişmelerde Türk Ordusunun daha millici ve gerçekçi bir tutum takınması halk tarafından sevinçle karşılanıyordu. Devletin tavanındaki geleneksel statükocu elitler ise gelişmeleri dikkatle izliyorlardı.Ama ani bir kırılma yaşandı. 2003 yılındaki Meclis teskeresinin reddiydi bu. Bu hem ABD'nin hem de onlarla son derece uyumlu geleneksel statükocu elitlerin şiddetli tepkilerine sebep oldu. Onlara göre ABD'nin hapşurduğunda nezle olan bizler nasıl olurda böyle bir hata yapabilirdik? Bütün bu azarlamalar ve tehditler karşısında Türk Devleti onurlu bir duruş sergiledi. Tarihimizde ilk kez ABD ile ilişkilerimiz bu dönemde kesildi. Bu gelişmelerin ardından Irak'ta, ABD ordusu askerlerimizin başına çuval geçirmesi ve bazı devlet adamlarımıza suikast tertip etmesi ve korumalarının şehit edilmesi gibi eylemlerle intikam almaya kalktı. ABD'li ajanların benzeri suikastları Abant'ta olduğu gibi yurt içinde de devam etti. Yine bu dönemde PKK'nın eylemlerini şehirde ve kırsalda arttırması, Şemdinli olayları, Danıştay saldırısı, bu saldırıların ardından yapılan toplumsal gösteriler, papaz ve Hrant Dink cinayetleri hatta Malatya'daki toplu misyoner cinayetine kadar yapılan bütün olaylar hep bu intikam anlayışından kaynaklanmaktadır ve ABD'nin senaryolarının türkçü /kürtçü ulusalcı figüranlarınca işleme konulmasıdır.
ABD Ortadoğuda pirince giderken Anadolu’daki bulgurdan oldu
Türk Devleti artık geniş ufuklara, ideallere ve ilkeli bir duruşa sahiptir. Başta Cumhurbaşkanı A.N.Sezer olmak üzere birçok bürokratın isteksiz ve şaşkın duruşlarına rağmen yeni hedefler bir bir açıklanmaktadır. Bunlardan ilki artık ABD ile ilişkilerimiz tek taraflı değil karşılıklı çıkarlar üzerine inşa edilecektir. Bunun için onlarla yeni vizyon anlaşmaları yapılmıştır. BOP ile ilgili ABD hedeflerinin Türkiye’nin çıkarlarına uygun olmadığı ve bu konuda tamamen farklı bir istikamete gidileceği gösteriliyor. Ve Türkiye çevresini de etkilemeye başladı. Artık Türkiye, bölgesinin lideri olmak, bu önemli süreçte ABD hedeflerinin önüne geçmek, bölge ülkelerini de etkileyerek ciddi iki blok oluşturmak istiyor. Bu sayede Dünya’da da sözü geçen, küresel politikaları etkileyen pozitif bir güce ulaşmak istiyor. Bu tür tarihi fırsatlar ülkelere çok nadir olarak kısmet olur. Türkiye bu zemini olumlu yönde değerlendirmek istiyor. Yapılandırılmak istenilen iki blok şu şekillerde oluşuyor:

a. İslam Birliği: Türkiye, İslam ülkelerinin lideri konumuna gelebilecek yeni bir enerji ve güç kazanmıştır. Türkiye’nin etkileriyle birçok önemli gelişmeler yaşanmıştır. Humeyni devriminden sonra İran cumhurbaşkanı, Suudi Arabistan’ı ilk defa resmen ziyaret etmek istemiş, kral Abdullah bu misafiri kabul edip etmemeyi Türkiye’ye danışma gereği duymuştur. Filistin’deki milli birlik hükümetinin oluşumunu sağlayan Mekke zirvesinin oluşumunu sağlayan baş mimarlardan biri de Türkiye olmuştur. Türkiye, Pakistan’da yapılan yedi İslam ülkesinin proje geliştirme toplantısının öncülüğünü üstlenmiştir. Yani Pakistan devlet başkanı Pervez Müşerref’in “önemli İslam ülkeleri bir araya gelerek inisiyatif alıp Ortadoğu’daki kriz bölgelerine el atsın, bu konuda Türkiye ile görüş birliği içerisindeyiz” sözleriyle dile getirdiği girişimin ardında Türkiye yer almaktadır. İran, Suriye, Suudi Arabistan, Mısır, Pakistan, Malezya, Endonezya, Ürdün gibi ülkelerle, tek ses, tek politikaya giden bir süreç başlatılmıştır.
İKÖ genel sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu, İKÖ’nün vizyonunu ve rolünü yeniden şekillendirmektedir. İslam ülkelerindeki yardım kuruluşlarının tek çatı altında toplanması çalışmaları sürdürülüyor. “İslam Barış Gücü” diye adlandırabileceğimiz bir adım. Müslüman dünyadaki problemli bölgelerde görev yapacak olan bu güç, Irak’taki tablo, Lübnan’daki problem, Filistin meselesi, Afganistan ve Etiyopya’daki sıkıntılar konusunda etkin görevler yapabilir. Bu gelişme İslam ülkelerinin problemler karşısında çözümü dışarıda değil içerde aramaları konusunda da önemli bir gelişme olacaktır. Tarihinde ilk defa bir Türk genel sekreterin liderlik ettiği İslam Konferansı Teşkilatı, “devletleşme” statüsüne doğru ekonomik, askeri, siyasi mekanizmalar oluşturmaya çalışmaktadır. İslam ülkelerinin daha iyi organize olabilmesi için bu son derece önemli bir adımdır. Arap Birliği toplantısına ilk defa Türk Dışişleri Bakanı “misafir” statüsüyle katılmış, ve Türkiye ile Arap Birliği arasındaki ilişkileri daha ileri götürmek için Suudi Arabistan ve Mısır’ın önerisi doğrultusunda bir ortak forum oluşturulmasına karar verilmiş, Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi üyeliğine de tam destek sözü alınmıştır. Bu gelişme ve toplantıda alınan kararlar Arap uzmanlarca son derece önemli bulundu. Arap uzmanlar, “Türkiye, Arap ülkelerini cezp ediyor” şeklinde değerlendirmeler yaptılar, bu gelişme “yıllardır bir birini unutan iki milletin yeniden buluşması olarak” yorumlanmıştır.
Türkiye, İran’a karşı ABD’nin ve NATO’nun yapabileceği bir saldırıya kesinlikle izin vermeyeceğini açıkça ve yüksek sesle dünya kamuoyuna duyurmuştur. Suudi Arabistan kralı Abdullah’ın Türkiye ziyareti sırasında bu ülkenin kutsal mekanlarının ve yapılacak her hangi bir saldırıda devletin korunması için ön anlaşmalar imzalanmıştır. Bu da çok önemli bir adımdır. İslam dünyası, İslam Konferansı Teşkilatı aracılığı ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini “Kıbrıs Türk Devleti” olarak kabul etmiştir.
Şimdiye kadar hep birilerine sırtını dayayarak ayakta kalmaya alışmış olan Ortadoğu ülkeleri, ABD’ye olan güvenin yıkılması üzerine son zamanlarda kendilerini sahipsiz hissediyorlar. Bu noktada yeniden yükselmeye başlayan Türkiye’nin yıldızı parlıyor. Yüzyıllarca üç kıtadaki geniş topraklara adalet dağıtmış olan Türkiye yeniden umut olmaya başlamıştır. Osmanlı mirasımız farklı şekillerde yeniden canlanabilir. Amerikan vahşetinden kurtulmaya çalışan ülkeler ve halklar, kendileri için güvenli önderler arıyorlar. Türkiye tarihi tecrübesi, manevi-kültürel mirası, ve Osmanlı’nın bu coğrafyada bıraktığı olumlu imajla bunu fazlasıyla başarabilir.

b. Ortaasya ülkeleri birliği: Türk dünyası ve Orta Asya ülkeleri ile oluşturulacak bir “birlik” kurma çalışmaları son aşamaya gelmiştir. Türkiye’nin öncülüğünde Gürcistan, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan, Tacikistan, Kırgızistan ve Kıbrıs Türk Devleti arasında birlik oluşturulacaktır. Bu birlik ilk aşamada siyasi ve ekonomik bir birlik olarak planlanmaktadır. Bu anlamda Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de ilk defa “Türk Diasporası” oluşturulmuştur. Türkmenistan’ın yeni Cumhurbaşkanı Berdi Muhammedov, “Biz, Oğuz Kaan soyundan gelen kardeşleriz” diyerek Anadolu’ya kucak açmıştır. Geçen yıl Antalya’da yapılan Türkçe konuşan ülkeler topluluğunun yaptıkları toplantılar bu çerçeve içerisinde yürütülmektedir. 2007 yılı sonuna kadar bu birlik daha somut bir şekilde ilan edilecektir.
İki binli yıllarla birlikte Türkiye’de değişimin önü açılmıştır diyebiliriz. Önemli olan artık Türkiye’nin önümüzdeki yenidünya oluşumundaki yerinin, ağırlığının ne olacağıdır. Halkıyla ve tarihiyle barışık, misyon sahibi olan bir millet olma şuuruyla yeni bir oluşumun zamanını geçirmemeliyiz. Önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçimi bu bakımdan çok önemlidir. Bu seçim, Türkiye’nin etrafını çeviren dağların arasında kaybolmuş Türkiye’nin özgürlüğe çıkışını sağlayacak ve gelişmesinin, serpilmesinin önündeki engelleri aşmasını mümkün kılacak yola girmesi demek olacaktır.
Statükocuların son kale kaygıları
Ülke içerisinde ve dışında ABD’ye karşı onurluca mücadele eden milli güçler, devlet kurumlarının tamamına hakim olmaya doğru gitmeye başlamışken ülkedeki ABD yanlısı ulusalcıların cumhurbaşkanlığı feryatları da bu kurumun son kale olarak görülüp teslim edilmesine karşı çıkma gayretlerine dayanmaktadır. Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olmasının engellenmesinin ve bu uğurda parlamentonun bile tıkanmasının arkasında bu kaygı vardır. Bu yüzden ülkedeki bütün muhafazakâr-sağcı-solcu-maocu-kemalist-ulusalcı-ırkçı-milliyetçi-türkçü-kürtçü ve ismini sayamadığımız her renkten ve telden gurup; ellerinden imkânlarının alınacağından paniğe kapılan statükocu elitlerin emirleriyle anında esas duruşa geçip mitingler tertip etmeye başlamışlardır. Hemen ardından aynı emirle birleşik partiler kurmaya ve koalisyonlar oluşturmaya başlamışlardır. Ülke içinde marjinal, tutucu, statükocu, halk tabanı olmayan, halktan korkan, halkı hor gören, dışlayan etkin statükocu elitler, yayınlattıkları bir sanal askeri bildiriyle demokrasi tekrar tıkanma noktasına getirilmek istenmiştir. Yeniden hortlatmak istedikleri terör ve şiddet olayları sayesinde kitlesel olarak halkın içine korku salarak ülkedeki sivilleşme, özgürleşme sürecini geri çevirmek, Cumhurbaşkanının halkın istediği birinin / halktan birinin, sivil-dindar-demokrat biri olmasının önüne engel olmak istemişlerdir.

Her türlü çaba ve engellemeye rağmen Türkiye büyük devlet olacaktır.

Bu millet uzak olmayan bir gelecekte kaderine hükmeden, onu hak etmediği bir muameleye tabi tutanları çok ciddi sorgulayacaktır. O günlerde yüzünün kızarmasını istemeyenler şimdiden ona göre hareket etmeliler. Bu millete hak etmediği muameleyi reva görenlerse hak ettikleri muameleyi eninde sonunda göreceklerdir.
Devletin, halkından yana milli gelişmelerinin Anadolu insanı tarafından sonuna kadar desteklenmesi gerekmektedir. Yapılacak bütün provokasyon ve kışkırtmaların, sanal bildirilerin, ulusalcı mitinglerin, zoraki parti birleşmelerinin, kışkırtıcı üsluplarla ortaya çıkan kürtçü yerel yönetim başkanlarının ve bağlı oldukları parti yöneticilerinin parçalanmaya götürecek söylemlerinin, türkçü/ırkçı yapılanmaların yaptığı bireysel veya toplumsal eylemlerin, büyük şehirlerde patlatılan bombaların altında neyin ve hangi hesapların yattığı bilinmelidir. Seçimlerde değişimden yana tavır almak statükocu elitlere karşı onurlu bir duruş olacaktır. Hepimiz sığ tartışma ve gevezelikleri bir yana bırakıp statükocu elitlerin yazdığı senaryoların figüranı olmaktan kaçınmalıyız. Yoksa ülkemiz insanı bir seksen sene daha beklemek zorunda kalır ve bu vebale ortak olur.
Unutmayın ki ‘nasılsanız öyle idare edilirsiniz.’

Yazımızın başında söylediğimiz cümlelerle bitirelim. 22 Temmuzda tercihimizi; değerlerimizi aşağılayanlara, ülkemizdeki değişime set çekenlere, Anayasa mahkemesine gidenlere, demokrasiyi içine sindiremeyen çetelere, geçmişte ülkeyi kan gölüne çeviren ama bugün statükocu elitlerin emri ile canciğer koalisyon hazırlıkları yapanlara, ülke insanını kamplara bölenlere karşı kullanalım böylece istikrarı devam ettirmiş ve devlet içinde değişimi savunanlara yardım etmiş, halkımızla devletimizin kucaklaşmasını sağlamış oluruz…
İçinde bulunduğumuz zaman diliminde; dış güdümlü statükocu elitlerin karşısında tek başına tavır alanlar desteklenmelidir.

Hiç yorum yok: