17 Ekim 2007 Çarşamba

HAFIZASIZLIK

Bizim kuşağımızdakilerin siyasal yaşantısında ismini en çok işittiği dört isim vardı. Demirel, Ecevit, Erbakan ve Türkeş. Bu dört isim sevabıyla-günahıyla Türkiye’nin siyasi hayatında uzun yıllar baş aktörlük yaptılar. Bu dört ismin tahlilini yaparken yani son elli yıllık tarihimizi öğrenmeye çalışırken alışılagelen ya kutsama ya da sövme hastalığından kaçınılması gereklidir. 5 Kasım 2006 da ölen B.Ecevit’i tanımlarken de öyle.
Doğruları ve yanlışlarıyla, neredeyse elli yıllık siyaset hayatını ölümüyle noktalamıştır Ecevit. Her kul eninde sonunda ölümü tadacaktır. Allah’a hesap verecektir, amelince karşılık görecektir. Kimileri ‘ölülerin arkasından konuşulur mu hiç?’ diyebilirler. Amacımız tarihimizdeki yerini alan önemli bir ismi tanımlamak olunca tabi ki konuşulur. Yoksa tarihinden ders almayanların başlarına gelenler hep tekerrür eder, hep aynı hataları yapar dururlar. Bunun yanında halen toplumu idare edenlerin de yaptıkları doğrular kadar yanlışlarının da unutulmayacağını bilmeleri gerekmektedir. Unutulmaması gerekir çünkü yaşadıklarımızı unuttuğumuz müddetçe ister yerel yönetimlerde ister ülke yönetiminde olsun başımıza gelecek sıkıntılar hep aynı olacaktır. Önce seçeriz sonra başımızı duvarlara vururuz, ynı filmi ‘altı-yedi defa’ seyrederiz.
Ecevit’in şairliğini, yakın çevresine olan sevecenliğini veya başka güzel özelliklerini yazılı ve görsel basından zaten alabildiğine izliyoruz. Bendeniz ise ilk üniversite yıllarımdan bu yana Türk siyasi hayatımızdan aklımda kalanları ve bunun yanında meşhur milli hafızasızlığımızı anlatmaya çalışacağım.
6 Şubat 1974’te ilk defa Başbakan olan Ecevit, sonraki yıllarında Ankara’yı neredeyse bir milletvekili pazarına dönüştürmüştü. Bu anlamda meşhur olan Güneş Motel’de yapılan milletvekili transferleri ve bunlardan on birini partisine transfer edip on bir bakanlık ihdas etmesi ve böylece hükümeti kurması, siyasi tarihimize o yıllarda yazılan bir Ecevit projesiydi.
1978’lerde hükümet kurduğu yıllarda ve sırayla görev değişikliği yaptıkları MC hükümetleri dönemlerinde tüp, benzin, et, ekmek, sigara, yağ, şeker kuyruklarında sabahlamak, bizler için sıradan bir işti. Karaborsacılık tavan yapmıştı o yıllarda. Aynı yıllarda anarşi ve terör de zirveye ulaşmıştı. Her gün beş-on gencecik vatan evladının öldürüldüğünü duymaya alışmıştı insanlarımız. ABD-NATO patentli sağ-sol olaylarında idealist gençlerimiz büyük zarar görmüşler, gencecik sekiz bin vatan evladı sırf görüş ve düşüncelerinden dolayı hayatını kaybetmişti. Bunun dışında iki yüz bine yakın üniversite öğrencisi de değişik sebeplerden zarar görmüşler, hayatları karartılmıştı. Ülke o yıllarda sunî şekilde farklı kamplara ayrılmıştı. NATO’nun iç savaş projelerini yerine getirenler (bunlardan biri olan ‘kontrgerilla’yı o yıllarda ilk telaffuz eden de Ecevit olmuştu) sol elleriyle sağcıları, sağ elleriyle solcuları öldürüyorlardı. Türkiye Çanakkale Savaşı’ndan sonra en çok beynini 1970-1980 yılları arasında kaybetmişti. Kardeşin kardeşe kurşunlatıldığı bu projenin son kullanma tarihi 12 Eylül 1980 olmuştu… İşin ilginç yanı bu birbirine düşman görünen baş rol oyuncuları ve sivrilen figüranlar, gelecekte saygıdan birbirinin yanında sigara içmeyecek kadar can-ciğer dost olacaklar, ortak eylem birliği yapacaklar, birlikte hükümetler kuracaklardır. Hem de ölen, yaralanan, sakat kalan, sürülen, cezaevinde yatan iki yüz bine yakın insanımızın ve yakınlarının gözlerinin içine bakarak, onların hafızasızlığına güvenerek… [Biz hafızasız olmasak, görevlendirdikleri solcu militan Mahir Çayan ile sağcı militan M.Ali Ağca’yı konuldukları askeri cezaevinden kaçıranların da; Öcalan’ı görevini Türkiye’de devam ettirmesi için Afrika’dan getirenlerin de aynı güçler olduğunu unutuvermeyiz. Bizlerin bu hafızasızlığına güvenenler şimdi de; Kürt-Türk, laik-antilaik, solcu-sağcı, alevi-sünnî, tartışmalarını alevlendirip; kardeşi kardeşe düşürmeye çalışmıyorlar mı? Tabi ki yapıyorlar ve maalesef zaman zaman da başarıyorlar. O yıllardaki projeleri yapanlar ve bunların içimizdeki çeteleri bu günde hazırladıkları yeni senaryoları uyguluyorlar. Kimileri dağa çıkıp askerimize-halkımıza kurşun sıkıyor, kimi figüranları da fırsat buldukları her ortamda ve ülkemizin özgürlük ve bütünlüğüne yönelik her provokasyonunun ardından ‘Türkiye laiktir-laik kalacak’ sloganlarıyla sokaklara çıkıyorlar.. Kimileri de kartel gazete ve televizyonlarında olmadık oyunlar ve tezgahlarla Müslüman halkımızın değerlerine sövüyorlar, üniversite kapılarında bekleşip örtülü çocuklarımızı okullarına almıyorlar.]
30 Haziran 1997’de Anasol-D hükümetini kuran Ecevit, halkımızın tepesine bir kere daha vurulduğu 28 Şubat post modern darbesinin kararlarını başarıyla uyguladı. Bu dönemde İmam-Hatip okullarının kapatılması için büyük gayretler sarf etti. Bu arada diğer meslek liseleri de kapanmanın eşiğine gelerek milli eğitimimiz büyük yaralar aldı. Binlerce öğrenci ve memur hanım, örtülü olduğundan işinden, okulundan atıldılar. Öz yurtlarında esir muamelesi gördüler. Bu hükümet de diğerleri gibi yolsuzlukların ayyuka çıkmasına dayanamadı ve yıkıldı.
2 Mayıs 1999’da TBMM açılışında FP milletvekili Merve Kavakçı’yı hedef göstererek ‘Bu hanıma haddini bildirin!’ diye haykırması ve halkın oylarıyla kendi meclisine gönderdiği bu hanımın milletvekilliği yemini bile ettirilmeden meclisten çıkarılması oyunları, dünya siyaset tarihine geçti.
İktidarda olduğu 2000’li yıllarda millet açlık ve sefaletle boğuştu. İflas eden bir esnafın yazar kasasını önüne atmasıyla bir kere daha tarihe geçti. Cumhurbaşkanı ile birbirlerine anayasa kitapçığını atması ve bunu hiddetle kamuoyuna yansıtmasıyla ülkemizin dengeleri bir kez daha alt üst oldu. Bu dönemde dolar, faiz, repo büyük rant kaynağı oldu… 1974’te Amerikalıların kendisini ‘Sultan Ahmet Camii’ni bombalamakla’ tehdit ettiğini söyleyerek şikayetçi olan Ecevit, 2000’li yıllarda ‘Afganistan ve Irak’ta müttefikimiz Amerika ne diyorsa biz onun söylediklerini esas alırız ‘diyor; koltuğunda oturan ABD Başkanı Bill Clinton’un karşısında el pençe divan durur vaziyette çekilen fotoğraflarıyla da tarihimizdeki yerini bir kere daha alıyordu. Yine de defteri kapatıldığı için ABD’ye yaranamadı, sağlığına yönelik bir takım karanlık oyunlar oynandı.
3 Kasım 2002’de yapılan seçimlerde halk tarafından evine gönderilen Ecevit, en son olarak; ülkemizin bağımsızlığına göz dikenlerin çetelerine uygulattığı bir eylem olan ‘Danıştay Baskını’nın ardından, sokaklarda gösteri yapan figüranların arasına, o yürüyemeyecek kadar hasta haliyle taşınmış, ‘Laikliğe saldırı yapıldı, hükümet istifa etmeli’ sözlerinin sonrasında daha da rahatsızlanmış, kaldırıldığı hastanede 172 gün sonra ölmüştür. Milletimizin hafızasından hiç silinmeyecek hiç unutulmayacaktır…

Hiç yorum yok: