18 Ekim 2007 Perşembe

MANKURTLAŞMA

7/4/2007

Bir ramazan günü camideki vaazı dinlemiş dışarı çıkarken kapıda karşılaştığım bir kardeşimiz dinlediklerinden anladıklarını tekrarlayınca kendisinden ayrılıp tekrar camiye döndüm. Konuşmayı yapan vaize, dışarıda dinlediklerimi tekrarladım. Bunları mı söylediniz deyince şaşkınlıkla ‘ ne ilgisi var?‘ dedi.
Anlatılanların bazı kimseler tarafından neden başka başka anlaşıldığını sorunca cevabı ilginçti.” Bazı insanlar konuşulanların sadece görünüşüne bakarlar. Aslında söylenenler ambalajdır. Sadece ambalajın parıltısına, süslerine takılır içinde ne olduğuna bakmazlar, merak bile etmezler. Hatta gereksiz bile görebilirler. Bu tür insanların bütün yaşamı vitrinden / imajdan / taklitten ibarettir.
Bazı insanlar da konuşmacıyı dinlediklerinde ‘öğrenmek yerine’ kendi heva ve heveslerini ve eksik olan inançlarını pekiştirici bölümleri alıp diğerlerini atarlar. Sonuçta ortaya bir düşünce ucubesi çıkar.” Dinlenildiğinde zarfa takılıp mazrufu unutmak ve anlamak / öğrenmek yerine -eleyip işine gelenleri almak- ilginç doğrusu...
Yoksa bu bir çeşit heva ve hevesleri put edinmek mi ?
Örnekleri arttırmak mümkün. “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz / Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.” derler ya. Halimiz ortada.
Anlama probleminin sonunda ‘ akıl ‘ hayata yabancılaşır ve hastalanır. Akıl hastalanınca da sağlıklı bir eylem üretemez. Mesela neler mi yapar ?
“Düşmanının putlarına tapar.
İyilerini taşlar.
Soğanı sarımsağı özgürleşmeye tercih eder.
Hakikatin arkasından değil atalarının ardından gider.
Ölülerini kutsar dirilerini öldürür.
İsa (as) diliyle ‘Badanalı kabirlere benzer.’
Dolara ve korkuya iman eder.
Suçu savunur, suçluyu korur.
Mazlumu tekmeler,zalimi yüceltir.
İbrahim’e su taşıyanları suçlar, Nemrut’a odun taşıyanları alkışlar.
Hacerlere ‘zavallı’ , Meryemlere’ günahkar’ , Fatımalara, Zeyneplere, Asiyelere ‘asi’ der.
Tufanın kokusunu duyar, gemileri ve gemicileri taşa tutar. Değerlerini pazarlar , kimliğinden utanır.
Nuh kavmini, Ad kavmini, Semut kavmini , Sodomu unutur.”
‘Neden böyle olduk ?’ diye soracak olursak en güzel cevabı yüce kitabımız Kur’an verir.
“ Bu, sizin kendi ellerinizin eseridir.” ( 3.165 )
***
Kırgız yazar Cengiz Aytmatov'un bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de geniş yankılar uyandıran “Gün olur Asra Bedel” romanı, bir haykırış ve kulun kulluğuna karşı bir meydan okuyuştur.
Romanın kahramanı Yedigey Cangeldin, cepheden döndükten sonra, Kazak bozkırlarında küçük bir aktarma istasyonunda çalışmaya başlar. Burada tanık olduğu ve uzak geçmişine çağrışım yapan olaylar, gerçekte bir siyasi rejimin çöküşünün nedenleridir. Yedigey, ölen arkadaşı Kazangap'ın cenazesini mezarına götürürken, kendisinin ve milletinin geçmişim, acı-tatlı, düşündürücü yanlarıyla gözlerinin önünden geçirir. O gün 'asra bedel bir gün olur' onun için. Aytmatov, o güzel anlatımı ile "insanlarımızı mankurt olmaktan kurtaralım" mesajını vermektedir.
“Efsaneye göre, Kazakistan’ın uçsuz-bucaksız Sarı-Özek bozkırının yerlisi olan Kazaklar, eski tarihlerde, onların su kuyularına ve otlaklarına göz diken Juan-Juanlar’ın zaman zaman baskınlarına maruz kalmaktadırlar. Baskınlarda bazen Kazaklar, bazen de Juan-Juanlar galip gelmektedir. Juan-Juanlar savaşı kazandıklarında, alıp götürdükleri esirlerin bazılarını başka kabilelere satmaktadırlar. Güçlü kuvvetli esirleri ise satmamakta, akıl almaz işkencelerle, hafızalarını kaybettirerek, adeta delirtmekte ve onları, kendilerinin sadık köleleri olarak en önemli işlerde çalıştırmaktadırlar.
Juan-Juanlar’ın işkencesini dinlemek bile acı vericidir: Önce esirin başını, bir tane bile saç bırakmamacasına tamamen tıraş etmektedirler. Hemen o anda bir deve kesmekte, devenin derisinin en kalın yeri olan boynundan parçalar keserek, kanlı kanlı, esirin tıraşlı başına sımsıkı sarmaktadırlar. Aytmatov bu deri başlığı, bugün yüzme sporunda kafaya takılan kauçuk başlığa benzetmektedir. Bu işkenceye maruz kalan esir bazen acılar içinde kıvranarak ölmektedir, ölmeyenlerin boynuna, kafasını yerlere sürtmesin diye bir boyunduruk takılmaktadır. Bu haliyle esiri götürüp, çığlıklarının da duyulmayacağı ıssız bir yere, elleri kolları bağlı, aç ve susuz, kızgın güneşin altında günlerce bırakmaktadırlar. Tabi güneşte kavrulan deri kurudukça, kafayı bir mengene gibi sıkmakta, işkence dayanılmaz hale gelmektedir. Fakat işkenceyi asıl dayanılmaz yapan sadece bu değildir. Kafadaki saçlar bir taraftan uzamaya çalışmaktadır. Fakat dışarıya doğru büyüyemediği için, kafa derisinin içine doğru büyümeye çalışmaktadır. Sonunda esir, aklını yitirmekte, hafızası iyice sıfırlanmaktadır. Adeta, içine saman doldurulmuş bir post haline gelmektedir. İşkencenin beşinci günü Juan-Juanlar gelip sağ kalan esirleri almakta, boynundaki engeli çıkartmakta, kendisine yiyecek içecek vermektedirler. Böylece köle, beden gücünü yeniden toplayıp kendine gelmektedir. Fakat bundan böyle o normal bir insan değildir, o artık bir mankurttur! Böyle bir mankurt köle pazarlarında, güçlü-kuvvetli 10 esirin fiyatına satılabilmektedir. Eğer aralarındaki bir savaşta bir mankurt öldürülürse, Juan-Juanlar karşılık olarak, hür bir insanın bedelinin üç katını almaktadırlar. Bir mankurtu, ailesinden birileri gerek kaçırmak, gerekse fidye vermek suretiyle v.b. geri almak istemezmiş. Çünkü o artık aileden biri değildir, bilakis zararlı biri olmuştur. Hafızası iyice boşaltılan mankurt, babasını, soyunu-sopunu, çocukluğunu v.s. asla hatırlamamakta, hatta insan olduğunu bile bilmemektedir. Yani ağzı var, dili yok. Efendisine mutlak surette itaat eden, gayet evcil bir hayvana benzemektedir. Kaçmayı bilmediği için böyle bir riski de yoktur mankurtun... Sadece karnının acıktığını hissetmekte o kadar... Efendisinin emir ve komutlarına bir köpek sadakatiyle bağlıdır. Mankurtlaşan köleler, en kötü ve en zor işleri gık demeden yapmaktadırlar. Ölmeyecek kadar yiyecek, donmayacak kadar giysi vermek yeterlidir onlar için.”
İnancımıza göre özgürce yaşamamızı istemeyenlere; tam olarak, düşünmeyen, görmeyen, işitmeyen, hissetmeyen, akletmeyen, aklını efendilerine emanet etmiş, körü körüne taklit eden, fıtratına aykırı yaşayan insanlar gerekmektedir.
Günümüzün zorbaları insanlarımızın başına deve boynu derisi geçirerek işkence etmek ve kontrol altına almak yerine farklı yöntemler geliştirmişlerdir.
Bunlardan aklımıza ilk gelenler şunlardır:
Alkol ve uyuşturucu bağımlılığı, cinselliği ön plana çıkarma, dini-milli duygulardan uzaklaştırma, komünizm, ırkçılık, ulusalcılık, faşizm vb. sapık ideolojilerin peşine taktırma, dünyada ve ülkesinde olan-bitenleri umursamama ve gününü tv-dans-bilgisayar oyunları vb. boş işlerle geçirmeyi teşvik etme, eğitim almayı sadece zengin olmak için ve etiket amaçlı yapma…

Hiç yorum yok: